Kalkan: Çatışma kopuşa döner
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Yeni Özgür Politika gazetesinin sorularını yanıtladı.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Yeni Özgür Politika gazetesinin sorularını yanıtladı.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Yeni Özgür Politika gazetesinin sorularını yanıtladı. Söyleşinin bugünkü bölümünde Kalkan’ın, diyalog sürecinin Saray/AKP’nin topyekün savaş konsepti marifetiyle bitirilmesi, savaşta çıkarı olan güçler ve PKK’nin süreci bitirdiğine dair iddialar üzerine görüşleri yer alıyor.
Öcalan ile son görüşme 5 Nisan günü yapıldı. O görüşme sonrası sürmekte olan süreç hızla AKP tarafından yok hükmünde sayıldı. O görüşme size nasıl yansıdı?
Bu vesileyle bir kere daha belirtmek isterim: Tarih bakımından kalıcı bir Kürt-Türk barışı olacaksa bunu yapacak ve gerçekleştirecek tek kişi Önder Abdullah Öcalan’dır. Bu değerlendirilirse, Türkiye devleti ve toplumu önünde büyük bir şanstır. Yoksa tarihsel gelecek halklar açısından çok kötü olur. Hiç kimse de o rolü oynayamaz, en azından önümüzdeki orta vadeli gelecek bakımından bu rolün oynanması mümkün değildir. Barış, kardeşlik şansı doğru değerlendirilmezse, Önder Apo’nun öngördüğü çözüm modeli dikkate alınıp kabul edilerek bu temelde Kürt sorununun çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türk-Kürt kardeşliği sağlanmazsa geleceğin halklar açısından çok ağır, çatışmalı geçeceği ve çatışmanın kopuşa döneceğini herkesin bilmesi lazım.
Altı buçuk ayı aşkın süredir İmralı’da ne yaşanıyor? Önder Apo ne düşünüyor, sağlık durumu nasıl, ne tür çalışmalar yürütüyor? Bunları biz bilemiyoruz, kamuoyu bilmiyor, Kürt halkı da bilmiyor. Herkes büyük bir endişe, öfke ve tepki içinde. Bu sürecin daha da uzaması, tepkileri, öfkeleri artırıyor ve yeni gerginlikler yaratıyor. “Kürtler niye bu kadar öfkeli, tepkili” deniliyor. Önder Apo’ya bu kadar açık baskı uygulanırsa, halk üzerinde bu denli katliam yürütülürse, Kürt gençleri, kadınları öfkeli olmasınlar da ne yapsınlar? Tepki biriktirmesinler de, kinli davranmasınlar da ne yapsınlar?
Bu gerçeği defalarca ifade ettik, fakat dikkate alan olmadı ya da en azından şimdiye kadar bu durum kalıcı bir sonuç vermedi. Şimdi bir kere daha böyle sert, çatışmalı, her günün ağır geçtiği bir ortamda bu gerçeği ifade etmek istiyorum: Herkes aklını başına toplamalı. Türk-Kürt barışının tek elçisi olan, tek şansı olan Önder Apo’nun çözümleyici gerçeği değerlendirilmeli. Düşünceleri, politikaları ve barış çabaları dikkate alınmalı. Barışı arayan, Türk-Kürt kardeşliğini sağlamak isteyen herkes yönünü İmralı‘ya dönmeli, elini Önder Apo’ya uzatmalı. Daha doğrusu Önder Apo’nun uzattığı barış ve demokratikleşme elini tutmalı ve oradan çözüm aramalıdır. Tabii bir de geç kalınmamalıdır. Çünkü geç kalmak tehlikelidir. Her gün kan dökülüyor, şehit veriliyor, tutuklu oluyor, halk baskı ve işkence görüyor. Kürt ve Türk halkları arasında ruhsal ve duygusal kopuşlar gerçekleşiyor, oluşmuş dostluklar, kardeşlikler bir bir kırılıyor, parçalanıyor. Bu durumun daha fazla derinleşmesine fırsat vermeden Önder Apo’nun öngördüğü demokratik çözüm modelinde Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak çalışmalar yapmalı.
“En son görüşme olan 5 Nisan 2015 tarihli görüşmenin sonuçları nasıldır” dendiğinde de şunları ekleyebilirim: Görüşmeyi Kamu Güvenliği Müsteşarlığı yaptırmıştı. Türkiye Cumhuriyeti devleti adına o dönemde görüşmeleri yürüten en üst yetkili olarak görüşmeyi o sağlamıştı. Kendisi de o görüşmede, “Ben özel olarak bunu yaptırdım” diye ifade etmişti. Çünkü ilgili Müsteşar, bir önceki görüşmede, HDP’nin milletvekili aday listelerine, ilgili yerlere verilmeden önce bakması için seçim öncesi bir görüşme daha yaptırtacağına dair Önder Apo’ya söz vermişti. O temelde de özel gündemli bir toplantı olduğunu belirtmişti. O toplantı sürecinde bile Erdoğan ve Hükümet tarafından görüşmeler bitirilmiş gibiydi. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın bunu ima eden tutumunun olduğu bize yansıdı. Bu görüşmede bir gündem, milletvekili aday listelerinin görüşülmesiydi. Onları görüşme yapan heyetle tartışmışlardı. Önder Apo’nun önerileri olmuştu. Bildiğimiz kadarıyla bu önerilerin bazıları gerçekleşti, bazıları gerçekleşmedi.
Kamu Güvenliği Müsteşarı’nın toplantıdaki beklentisi, niyeti neydi?
Diğer bir gündem, o anki sürece ilişkindi. Yani 28 Şubat tarihli Dolmabahçe açıklaması ardından ortaya çıkan gelişmelerle, Newroz mesajı ve ondan sonra çeşitli cephelerden gösterilen tutumlarla ilgiliydi. Kamu Müsteşarı’nın bütün çabası silahlı güçlere dair Önder Apo’dan söz almaktı. Halbuki görüşmeden önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe açıklamasına, İzleme Kurulu oluşturulması ve müzakerenin İmralı’da başlamasına dair çekincelerini, karşıtlığını ortaya koymuştu. Yine Güney Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin gönderdiği mektuba dair bilgiler vardı. Mektup ulaşmamıştı ama mektuba dair aktarımlar vardı. Bu aktarımlar Barzani ile görüşmelerin sonuçlarına ilişkindi. Önder Apo’nun bunlara ilişkin görüşleri bize yansıdı. Erdoğan’ın tutumuna öfkelenmişti, sert eleştirileri vardı. Bunun felaket olacağı, bu temelde yaşanacak olumsuzlukların sorumlusunun kendisi olmayacağını belirtiyordu ki, zaten altı buçuk aydır bu belirtilen felaketler yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.
Ulusal Kongre tartışmaları da sürüyordu o dönemde...
Evet, Önder Apo, Güney Kürdistan Bölge Başkanı’nın Ulusal Kongre ve Kürtler arası ilişkilerin düzenlenmesine dair yaklaşımlarını da yetersiz bulmuş ve eleştirmişti. Önder Apo, “Zaten bu sorunlar olduğu için ve o sorunları çözmek gerektiği için Ulusal Kongre lazım. Yoksa ‘bu sorunlar çözülsün de sonra Ulusal Kongre toplayalım’ demek yanlıştır. O zaman Ulusal Kongre ne iş yapar? Çay içme, sohbet etme yeri midir? Ulusal Kongre Kürt demokrasisini işletme ve geliştirmenin yeridir. Kürtler arası sorunları çözme yeridir. O halde Ulusal Kongre toplanmalı, kongre işler olmalı ki, Kürt siyaseti içinde yaşanan sorunlar orada çözüm bulsun” diyordu. Güney Kürdistan yönetiminden yansıyan ise, “Bu sorunlar çözülmediğinden kongre toplayamıyoruz” olmuştu. Bu mantığı ve yaklaşımı Önder Apo yanlış buluyordu. Alan paylaşımına, imkanları örgütler arası paylaşmaya da eleştirisi vardı. “Demokrasi gelişmeli” diyordu; “Şengal ve Rojava’daki gelişmeler derinleştirilmeli ve korunmalı, tersine dönmesine asla fırsat verilmemeli” şeklinde uyarıları olmuştu.
Peki bu son görüşme genel itibariyle neyle sonuçlandı?
Bize yansıdığı kadarıyla gergin ve sert bir görüşmeydi. Çünkü Önder Apo’ya hem Erdoğan hem de Güney Kürdistan bölge başkanlığı tarafından geliştirilen siyasetler, yansımalar tersti, baskıcıydı. Demokratik olmayan yollardan, zorlayarak Önder Apo’dan sözde taviz koparmayı ifade ediyordu. Önder Apo bu iki tutumu da sert eleştirmişti. Erdoğan’ın tutumunu “süreci bitirme” ve “masadan kaçma” olarak ifadelendirmişti. “Öyleyse ben de kalkarım” diyordu. Direnme tutumunu net bir biçimde ortaya koymuştu. Bu baskılara karşı bir mücadele başlattığı açıktı ve altı buçuk ayı aşkın süredir de Önder Apo bu büyük direnişini sürdürüyor. Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin Kürt sorununu çözmek ve Türkiye’yi demokratikleştirmek yerine PKK’nin gerillayı Türkiye’den çekmesi, silahsızlandırması, böylece sorunun bitmiş olmasını sağlatmayı isteyen dayatmalara karşı direniyordu. Buna, “arabayı atın önüne koşmak” diyor, “en sonda gündeme gelecek hususları en başa almak” olarak tanımlıyordu. Buna kesinlikle alet olmayacağını ifade etmişti. AKP, sözde gerillayı silahsızlandırma amacını başarmak için altı buçuk aydır saldırıyor, Önder Apo da direniyor. Zaten gerilla da, halk da, özgürlük hareketimiz de bu konuda tutumunu açıkça ortaya koydu. Yönetimimiz gündeminde böyle bir konunun olmadığını defalarca ifade etti.
Çok konuşuluyor ve süreci hareketinizin bitirdiği iddia ediliyor. Bu noktaya nasıl gelindiğini anlatabilir misiniz?
Görüşmeler İmralı’daydı, demokratik çözüm sürecini geliştiren Önder Apo’ydu. Demokratik çözüm süreci İmralı‘daki görüşmeler süreciydi ve devam etmesi için İmralı’daki görüşmelerin müzakere sürecine geçmesi gerekiyordu. Bunun için mutabakat oluşturuldu, 10 maddelik tartışma planı ortaya çıkartıldı. Bu plan Dolmabahçe’de ortak deklare edildi. İmralı’da müzakere masası oluşturuldu, heyetler oluşturulması kararlaştırıldı. İki tarafın dışında üçüncü taraf olarak bir İzleme Kurulu’nun oluşturulması, hakemlik yapması kararlaştırıldı. Bütün bunlara ilişkin kararlar alındı. Önemli ölçüde isim tespitleri de yapıldı. Hem taraflar kendi heyetlerini belirleme yönünde isim tespitinde bulundular hem de İzleme Kurulu’nu oluşturmak üzere ortak tartışmalar oldu. Tam böyle bir sürece geçileceği yerde Erdoğan’ın hepsini reddeden ve karşı çıkan müdahalesi gelişti. Süreç orada bozuldu.
Ondan sonra tek görüşme, özel gündemli 5 Nisan görüşmesi oldu. O görüşmeden sonra altı buçuk ayı aşan süredir artık İmralı’da görüşme olmadı. Önder Apo’yla ne bir görüşme yapıldı, ne heyetler, ne aileleri görüşebildi. İmralı’da baskı ve terör uygulanıyor. “Süreç niye bozuldu ve bu noktaya nasıl gelindi” sorusunu soranlar cevabı burada aramalılar. Önder Apo’nun koşulları değiştirilecekti, taraflar müzakere süreci yürütür hale gelecekti ve bu temelde süreç devam edecekti. Bu doğrultuda kararlaştırılanları AKP hükümeti uygulamadı. Verdiği sözlerin gereklerini yapmadı. Bütün bunlar Erdoğan’ın tutumuyla oldu. Bu kişisel midir yoksa devletin tutumu mudur, bilemeyiz. Cumhurbaşkanı olarak her ikisini de temsil ediyor. Dolayısıyla süreci durduran, tersyüz eden ve bugüne gelinmesini sağlatan Erdoğan’dır. Başka yerde sorumlu aramaya gerek yoktur.
Yani süreci bitiren siz değildiniz...
Hareketimizin süreci bitirme gibi bir durumu kesinlikle yoktur, olamaz. Önder Apo olduğu yerde duruyor. Oturduğu masa da duruyor. Masayı deviren, reddeden, “bütün bunlar yok” diyen, “Kürt de, Kürt sorunu da yok” diyen bir Erdoğan gerçeğiyle karşı karşıyayız. Daha önce “var” dediklerine şimdi “yok” diyor. Bu kadar kendiyle çelişen bir kişiliktir. “Politika yapıyor” deniliyorsa, birbirine 180 derece ters politika olmaz. Sözleri kendi kendini yalanlamadır. O kadar derin iç çelişkiler yaşıyor ki, böyle çelişkili biriyle hiç kimse bir şey yapamaz. Önder Apo demokratik çözüm çizgisinde duruyor ve bunu daha önce deklare de etmiştir. “Taraflar eğer kendi aralarında bu çizgide yürümeye karar verirlerse ben arabulucu olurum, çözümleyicilik görevini yerine getiririm” dedi. Hareketimiz demokratik siyasi çözüme açık olduğunu, müzakerelere açık olduğunu kırk defa ilan etti. En son eylemsizlik kararı da bu temeldedir. Olabilecekse, bir demokratik siyasi çözüm sürecinin önü açılsın diye bu karar alındı.
Bütün bunlara karşı Erdoğan ve AKP’nin tutumuna bakalım: Erdoğan “Kürt yok!” dedi, “Kürt sorunu yok!” dedi, İmralı’da yürütülmüş bütün görüşmeleri reddetti. PKK ile bütün ilişkilerini reddetti. PKK’ye “terör örgütü” demeyenlere şimdi dava açıyor, tutuklatıyorlar. Sanki PKK ile AKP’nin hiç ilişkisi olmamış gibi! Oslo’daki görüşmeleri reddediyorlar, İmralı görüşmelerini reddediyorlar, “PKK ile ilişkilidir” diye HDP’yi suçluyorlar… Oysa biz en çok görüşmeyi AKP ile yaptık. Önder Apo İmralı’da yaptı, yönetimimiz Oslo’da yaptı. Aracılar üzerinden görüşmeler yaptık. Bir sürü aracı geldi, gitti. Bunlar bazen Türkiye’den bazen ise dış çevrelerden oldu. Şimdi öyle bir hava yaratmak istiyor ki AKP sanki bunlar hiç olmamış! Öyle bir konum yaratıyor ki, kim PKK’nin elini tutmuşsa suçlanıp hapse konmalı. O zaman en başta Tayyip Erdoğan’dan başlamak üzere AKP’lilerin hepsini tutup hapse koymak lazım.
Tabi ki bizimle görüşmeleri onlar yürüttüler. En üst yönetimimizle görüştüler ve bu görüşmelerin kayıtları ortadadır. Bu görüşmeler için “yok” diyorlarsa belgeleri ortadadır. Şimdi de tartışılıyor. Oslo görüşmelerinin belgeleri üzerine bir tartışma var. Tabi ki her görüşmenin bir belgesi vardır. Biz resmi görüşmeler yaptık. Arkadaşlarımız laf olsun diye, çay içmeye ya da baklava yemeye görüşmeye gitmedi.
Biz o toplantılara ciddi yaklaştık. Görüşmelerle bu sorunların çözüleceğini kabul ettik, inandık. Bu inancın içerdiği ciddiyetle görüşmelere gittik. Her görüşme öncesi toplantılar yaparak tutumumuzu belirleme temelinde kendi heyetlerimizi oluşturduk, görüşmelere gönderdik. Şimdi karşı taraf bütün bunları ciddiyetsizlik içinde ele almışsa, o kendi durumlarını ifade eder. Biz ciddi işler yaptığımıza ve doğru yaptığımıza inanıyoruz. Hala onları yapmaktan da yanayız. Ama bütün bunları reddeden bir Erdoğan ve AKP gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Türkiye ve dünya kamuoyu bu gerçeği tanısın. Böyle olan bir AKP’ye kim el uzatır, kim güvenebilir? Kim AKP hükümeti ile iş yapabilir? Bütün dünyada tecrit olmuş, elbette sonuç o olacaktı. Bu kadar çıkarcı, bir dediğini yarın reddeden bir siyasetle kim ilişki kurabilir. Her an arkadan hançerlenmeye hazır bir duruş var.
Aslında çözüm sürecinin bitişi İmralı’daki görüşmelerin durdurulmasıyladır. Çözüm süreci İmralı’daki görüşmeler temelinde sürüyordu. Şimdi İmralı’daki görüşmeleri biz mi durdurduk? Yönetimimiz gidip bizzat görüşmeyi önerdi, talepte bulundu, hala da bu talebi geçerlidir. Sadece HDP heyetinin gitmesini yetersiz buldu, “Biz de gitmek istiyoruz” dedi. “Kamuoyunun bütün temsilcileri gidebilmeli, basın da dahil Önder Apo istediği herkesle görüşebilmeli” dedi. Hareketimizin görüşü buydu. İmralı’da Önder Apo’nun herkesle görüşebileceği bir özgür yaşam ortamı oluşmalı. Biz bunu savunuyoruz, AKP ve Tayyip Erdoğan ise altı buçuk aydır İmralı görüşmelerini durdurandır. İmralı’ya gidiş geliş onların elindedir. Süreci durdurup, ona göre de hesap yaptılar. Niye durdurdular, işte “PKK’yi oyaladık, kandırdık, önceki seçimleri kazandık, artık 7 Haziran seçimlerine de iki ay kaldı, görüşmeleri de durdurur biraz PKK’nin üzerine, Kürt halkı üzerine baskı uygulayarak 7 Haziran seçimini de kazanırız; ondan sonra 2023’ü garantiler, bütün ilişkileri koparır, PKK’ye karşı savaş açarak milliyetçi çevrelerin desteğini de alır, ölünceye kadar iktidarda kalırız” hesabı yaptılar.
Fakat “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” derler ya, Erdoğan’ın yanlış hesabı da 7 Haziran seçiminden döndü. Ondan sonra seçimi yok saydı, yeni seçimi gündeme getirdi. Bu durumu tersine çevirmek için provokasyonları gündeme koydu. Katliamlar gerçekleşti ve işi 24 Temmuz siyasi ve askeri saldırısına kadar götürdü. Erdoğan 7 Haziran’da kaybettiklerini kazanmak için bu durumu yarattı. AKP yönetimi de bu dayatmalara boyun eğiyor. Ahmet Davutoğlu ve yakınındakilerin ilk başlardaki tutumlarından bu dayatmalardan rahatsızlık duydukları anlaşıyordu. Bülent Arınç bunu birkaç kez dile de getirdi. Fakat Erdoğan dayattı, baskı uyguladı. Bu rahatsızlığı yaşayanları AKP yönetiminden attırdı. 12 Eylül’de AKP kongresi niye oldu? Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarından rahatsızlıkların AKP’den temizlenmesi için kongre yaptılar. Tamamen Erdoğan’ın denetiminde bir AKP yönetimi oluşturuldu. Şu an Ahmet Davutoğlu’nun, AKP yönetiminin herhangi bir iradesi yoktur. Ortada bir AKP yoktur, Tayyip Erdoğan vardır. Erdoğan ne derse o oluyor. Bu savaşa “Saray Savaşı” deniliyor, bu doğru bir tanımlamadır. “Savaşı Saray gladyosu yürütüyor, Saray savaşı örgütlüyor” diyorlar, bu tespitler de doğrudur. Ahmet Davutoğlu hükümeti Tayyip Erdoğan’ın Saray örgütlenmesinin memurluğunu yapmaktadır.
Bütün gerçekler böyle iken, ortaya çıkan gelişmelerden bizi sorumlu tutmak vicdansızlıktır, ahlaksızlıktır, yalancılıktır. Biz demokratik siyasi çözümden yanayız. Bunu şimdi de diyoruz. Ankara Katliamı’nı yapanın kim olduğu ortadadır. Katliam ardından “saldırılar sürecek, yok edeceğiz, bitireceğiz” diyen Davutoğlu değil mi, Erdoğan değil mi, AKP yöneticileri değil midir? Böyle yalın ve açık bir gerçeklik ortada iken hareketimizi demokratik çözüm sürecinin işlememesinden sorumlu tutmak kesinlikle vicdansızlıktır.
Bize şu söylenebilir: “Demokratik siyasi çözümü niye doğru yöntemlerle, etkili taktiklerle geliştiremediniz? Niye Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin bozguncu, kaosçu, savaşçı politikalarını boşa çıkaramadınız? Niye Devlet Bahçeli darbesini önleyemediniz?” biçiminde eleştiriler olabilir. Çok etkili ve başarılı olamamaktan dolayı eleştirilebiliriz. Bunu kabul ederim. Onlar bunu yapıyorsa biz de izin vermemeliydik. Ama buna gücümüz yetmedi, zayıf kaldık. O ayrı bir konu ve bizim için bir özeleştiri konusudur.
Savaş kime yarıyor?
Derinleşen savaşta kimin çıkarı var?
Bu noktada üç güç sayabilirim.
* Birincisi; Tayyip Erdoğan ve çevresidir. 1 Kasım’da ne edip edip mutlaka seçimi kazanmak, tek başına iktidar olmak istiyorlar. Söz konusu savaşı da 1 Kasım’da tek başına iktidara gelmelerinin aracı yapmak istiyorlar. Bakın, şu an AKP, CHP ve MHP mitingler yapıyor, ama HDP yapamıyor. Ondan sonra da Davutoğlu çıkmış, “miting bile yapamıyorlar!” diyor. Davutoğlu, bu sözleriyle adeta itiraf ediyor. Bırakalım miting yapmayı, HDP Eşbaşkanları ve yöneticileri sokağa çıkamaz hale geldiler. Her gün tehdit altındalar. HDP yönetimi kimin tehditi altında? AKP’nin örgütlediği DAİŞ’in tehditi altındadır.
HDP’yi çalışamaz hale getirerek 1 Kasım’da baraj altında bırakmak istiyorlar. Derler ya, “taşları bağlamış, köpekleri salmışlar” diye. HDP, demokratik güçler bağlanmış, DAİŞ tehdidiyle korkutulmuş ve bütün faşist köpekler de üzerlerine salınmış Kürt halkına saldırıyor, demokratik güçlere saldırıyor, HDP’ye saldırıyor. Dolayısıyla AKP seçimi kazanmak istiyor. Savaş da bunun için yapılıyor. Birincisi budur.
* İkincisi; bölgede 3. Dünya Savaşı’nı yürüten güçlerin çıkarı var. 24 Temmuz tarihli savaş, Türkiye-Amerika anlaşması ardından başladı. Sözde o anlaşmayla Türkiye, DAİŞ’e karşı savaş koalisyonuna katılıyordu. O koalisyona katılmak yerine PKK’ye karşı yeni bir savaş başlattı. PKK’ye vurarak DAİŞ’e karşı yürütülen savaşı durdurdu. Bakın son üç aydır DAİŞ’e karşı Rojava’da, Suriye’de, Irak’ta savaş yürümüyor ama Kuzey ve Güney Kürdistan’da PKK’ye karşı AKP, NATO’dan aldığı güçle her türlü hava ve kara operasyonunu yapıyor. Savaş Bakur’a ve Başur’a kaydı. Savaş bir AKP-PKK savaşı haline geldi. Böylece Türkiye’yi savaş içerisine çekilmiş oldu. Türkiye Ortadoğu’daki savaşın dışında kalıyordu. “Biz savaş dışıyız” diyorlardı. Ama savaş içine çekildi. Bundan dolayı da süren savaşta Türkiye’yi savaş içine çekmeye çalışan güçlerin çıkarları olduğunu görmek lazım.
Türkiye’yi savaş içine çekmeye çalışan güçler kimler peki, ne çıkar umuyorlar?
Türkiye ile siyasi karşıtlık içinde olanlardır. Türkiye’nin içinde yer aldığı dünya sistemidir. Bu sistemle siyaseti çelişti. NATO, ABD ile Erdoğan’ın siyaseti çelişiktir. Erdoğan ve AKP artık NATO ve ABD’nin siyasetini Ortadoğu’da yürütemez hale geldi. Bu savaşla zorlanarak, zayıf düşürülerek ABD ve NATO’ya yeniden muhtaç hale getirilmek; ABD ve NATO’nun Ortadoğu’daki çıkarlarının savunucusu haline Türkiye yönetimini yeniden getirmek istiyorlar. Onların çıkarları var ve bu sonucu almak istiyorlar. Türkiye’nin demokratik güçleri, özgürlükçü güçleri bu gerçeği iyi görmeli.
Savaştan palazlanan güçleri, savaş tekellerini, savaş lobilerini de saymak lazım. Bazı kafası hava doldurulmuş, üflendiğinde öten, kendisini de basıncı sanan AKP borazancıları var. Bize “savaş baronu” diyorlar. Neyimiz var? Savaş fabrikalarımız mı var! Savaş tekeli miyiz, savaştan mı besleniyoruz. Kendimizi savunacak, içinde yeterince mermi olmayan çakaralmaz bir-iki tabancamız ve tüfeğimiz var, bizi korumaya bile yetmiyor. Biz onlarla nasıl savaş baronu olabiliriz? Savaş baronluğu ne demektir? Bu savaşta neler kullanılıyor? Kim kazanıyor? Biraz araştırılsın. 24 Temmuz’dan bu yana sadece hava saldırılarında ne kadar bomba kullanıldı? Ne kadar uçak ve helikopter eskitildi? Ne kadar yakıt kullanıldı? Bilanço çıkarsınlar. Bunları kim elinde tutuyorsa oraya baksınlar, o zaman savaştan kimin çıkarı olduğunu, kimin kazanç sağladığını görürler. Ama bizim sağlamadığımız kesindir.
Bir de hava saldırılarının ötesinde kara operasyonları var. Türk ordusu elindeki gücü bitirdi, şimdi yeniden cephane topluyor, yeni silahlar topluyor. Bütçenin yarıdan fazlası askeri alana savaşa ayrılmış durumdadır. Diğer toplumsal yaşam alanlarındaki bütçenin hepsini kıstılar. Kimin çıkar sağladığı bir de orada görülmeli. Bütün bu savaştan beslenen tekeller çıkar sağlıyor. Mevcut savaşı bir de onlar kışkırtıyor, tahrik ediyor.