Gerilla için dağ hayatın ta kendisi
Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu, “Bakur” (Kuzey) adlı uzun metrajlı belgeselle devletin PKK hakkında yarattığı algıları kırıyorlar.
Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu, “Bakur” (Kuzey) adlı uzun metrajlı belgeselle devletin PKK hakkında yarattığı algıları kırıyorlar.
PKK’nin devlete, adalet ve otoriteye bakışı ne? PKK’nin halkla kurduğu ilişkilerin temeli neye dayanıyor? Kürt hareketi yıllar içerisinde kadın hareketini temel alan bir özgürlük mücadelesine nasıl dönüştü? 40 yıldır savaş koşullarında yaşayan gerilla dört mevsim dağ koşullarıyla nasıl başa çıkıyor? “Bakur” (Kuzey) adlı uzun metrajlı belgeselle tüm bu soruların izini süren yönetmenler Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu, devletin PKK hakkında yarattığı algıları kırıyorlar. 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında 12 Nisan’da Atlas Sineması’nda yapılacak ilk gösterim öncesi, Mavioğlu ANF’ye konuştu. Gerilla kamplarını komünal, fikirsel ve zihinsel adacıklara benzeten Mavioğlu, Che Guevera’nın “Postunu deldirmeyi göze alacak kadar gelecek tutkusu” sözünün gerillaları tarif ettiğini söyledi. “Gerilla için dağ hayatın ta kendisi. Onlar hayatlarını bunun üzerine kurmuşlar ve dağ üzerine bir felsefi derinlik oluşturmuşlar” diyen Mavioğlu, gerillanın varlığının aynı zamanda bölgede ciddi bir denge ve halk açısından da bir güvence unsuru olduğunu vurguladı.
Bakur belgesel projesi Bahoz Erdal ile yaptığınız söyleşi sonrası mı doğdu?
Evet, Birgün gazetesi için Bahoz Erdal ile röportaj yaparken, geri çekilme döneminde şartların uygun olduğunu, Kuzey sahasında bir belgesel çalışması yapmak istediğimizi söyledim. Bahoz bu konuda tek başına karar vermediği için ilk etapta bu talep kabul edilmese de, bir hafta sonra olumlu yanıt geldi. Belgesel çalışmaları için bir ekip kurmak gerekiyordu ve tam da Gezi parkı direnişi süreci yaşanıyordu. Konuyla alakalı olarak Çayan Demirel ile Gezi parkında buluştuk ve hiç unutmam ikimizin de üstü başı gaz kokuyordu. Çayan Demirel böyle bir projede benimle çalışmaktan mutlu olacağını belirttikten sonra, nasıl bir film olması gerektiğini konuşmak üzere aşağı gittik. Orada konuştuğumuz Bahoz Erdal ile mutabakata varıldı ve esas olarak filmin bağımsız bir çalışma olması konusunda hem fikir olundu. Bahoz Erdal sadece güvenliği tehlikeye düşürecek, koordinatları belli edecek bazı çekimlerden kaçınmamızı rica etti ve çalışmamıza başladık.
DAĞ ŞARTLARINDA ZORLANDIK
Bu çalışma kaç ay sürdü ve nasıl gerçekleşti?
Üç ana sahada, Dersim-Amed-Botan’da farklı farklı noktalarda sanırım toplam 45 gün kaldık. Bu sürede gerillalarla gece gündüz beraber kaldık.
Zorlandınız mı?
Tabii ki zorlandık. İçtiğimiz sulardan rahatsızlandığımız oldu. Mide ve barsak sıkıntıları çektik. Çünkü gerilla suyu şehirdeki gibi temiz su, kirli suyu diye algılamıyor. İhtiyaç duyulduğunda kurbağanın geçtiği su temiz su olarak da algılanabiliyor, çünkü kötü su olsa kurbağa da ölür diye yaklaşılıyor. Gerilla daha çok zehirli mi zehirsiz mi diye bakıyor ve vücutları da gerçekten alışmış. Mesela dağın sivrisinekleri normal sivrisineklere benzemiyor, soktu mu bacağında, kolunda, her tarafında kocaman yumrular oluşuyor. Çok yürüyorlar, bir matın üzerinde yatıp kalkıyorlar ve sadece Heron tespitine karşı üzerlerini kamuflaj tentelerle kapatıyorlar. Tabii bu şartlarda yaşamak zorlayıcıydı bizim için ama bu filmi mutlaka yapmalıydık, içimizde gerçekten bir inat vardı ve çekimleri sağlıklı yapabilmemiz için bu koşulları irademizle aştık.
HAKİM FİKRE KARŞI BİR DURUŞ!
Belgesele baktığımız zaman ölüm, dağ, kadın, özgürlük, otorite-devlet mefhumları üzerinde duruyor ve bu mefhumları gerillanın gözünden anlatıyorsunuz. Bu seçimin nedenini anlatabilir misiniz?
Biz bu belgeselde PKK’nin ideolojisinden ziyade hakim fikre karşı bir duruş sergilemeye çalıştık. Mesela PKK devlet tarafından katliamcı bir örgüt olarak tanıtılıyor. Ama onun karşılığında katliama uğramış bir Kürt hareketinden bahsediyoruz. 40 bin ölü deyip bir kalemde gerilla kayıplarını hesap dışında tutmak hiç manalı değil. O 40 binin 30 binden fazlası gerillaydı. Biz o yüzden ölüm ve mezarlıkları gösterdik. İnsanlar ölmüşler ama cenazeleri kayıp. Tam da geri çekilme ve ateşkes sırasında arkadaşlarının bulabildiklerini cenazelerini merkezi mezarlıklarda toplama imkanlarını bulmuşken, devletin hala o mezarlıklara tahammülsüzlüğü sürüyor. Bu gerilla mezarlıklarından birine Agît’in (Mahsum Korkmaz) heykeli dikildi diye devlet Lice’deki mezarlığa karşı bir operasyon yaptı veya yine Botan sahasında gerilla mezarlıklarının açılışlarına karşı operasyon düzenlediler. Bu anlamda ölüm çok önemli bir meseleydi ve ilk önce onun üstünde durduk. Kadın meselesi PKK’nin belki de dünya çapında bütün silahlı mücadele yürüten örgütler arasındaki farklı konumunu tarif ettiği için tabii ki kadın meselesini sorguladık. Otorite-devlet meselesinde ise, Kürt hareketi için sürekli bunlar bölücü, diyorlar, biz de bu algıya karşı bağımsız bir Kürdistan kurup, kurmamak meselesine ilişkin bakışlarına değindik. Bu çalışma tabii ki PKK’nin her şeyini anlatmaya kadir değil. Zaten öyle de bir amacımız da yoktu. Fakat özellikle devlet açısından anti-propaganda malzemesi haline getirilmiş konuları işlemeye gayret ettik. Mesela bir gerillanın dağa çıkma meselesi, kaçırma ile mi oluyor? Zorla mı götürüyorlar? Spekülasyonlara karşı bir gerillaya ‘Bir dakika sen nereye geldin? Emin değilsen git’ tavrı yer alıyor belgeselde. Bunların hiçbir kurgu değil. Her şey doğal, hayat içerisinde çektiğimiz görüntüler.
GERİLLA’NIN KÖMÜNAL YAŞAMI KAPİTALİZMİN ANTİ-TEZİ
Nasıl bir yaşama tanıklık ettiniz ve sizi en çok etkileyen hususlar ne oldu?
PKK benim eskiden beri bildiğim bir örgütlenmeydi. Fakat dağda gerillaların kurduğu yaşam beni etkiledi. Bütün gerilla kampları adeta bir arı kovanı gibiydi ve ben kimsenin kimseye emir verdiğine, kimsenin kimseye talimat yağdırdığına hiç tanık olmadım. Beraber olduğumuz bu kadar zaman içerisinde mutlaka böyle bir duruma tanık olurum diye bekledim ama böyle bir şey olmadı. Herkes aslında o komünal hayat içerisinde kendi üzerine düşen görevi biliyor ve yapıyordu. En önemlisi de hiç kimse yaptığı herhangi bir işten ötürü erinmiyordu. Herkes yetenekleri ölçüsünde hayata katılıyordu. İyi yemek yapan iyi yemek yapıyor, kötü yemek yapan da espriyle eleştiriliyordu. Hayatın doğallığı ve komünal hayatın bu kadar sindirilmiş olması gerçeği benim için hakikaten etkileyiciydi. Ben komünal hayatı hapishanelerden bilen bir insanım. Hapishanelerde insanlar biraz da zorluklardan ötürü böyle bir yaşam sürdürüyorlar, ama dağlarda bizzat tercihle, bizzat örülerek ortaya çıkartılmış bir hayat. Bu açıdan ben PKK kamplarını Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’ne benzettim. Onlarla ilgili kitaplar okuduğumda, bu dünyada 1 milyon 700 bin kişi komünal tarım için kafa yoruyor diye düşünmüştüm. Burada da baktığımda, gördüğüm yüzlerce gerilla gelecekte örülebilecek komünal hayatın nüvesini oluşturuyor. Belki de bu, bireyciliğin, bu kadar başkasının kafasına basarak gerçekleştirilen ve artık alışılmış hale gelen hayatın anti-tezi olabilir. Benim için şaşırtıcı olmasa da bunun gerçeğiyle karşılaşmak beni mutlu kıldı.
İYİ BİR GELECEK İÇİN CANINI FEDA ETMEYE HAZIR İNSANLAR
Siz aynı zamanda sosyalistsiniz. Orada oluşunuz metropollerdeki yaşam şeklini bir kere daha sorgulamaya itti mi?
Tabii ki sorgulamaya itti. Çünkü orada gerillalar bir fikirsel ve zihinsel adacık oluşturmuşlar. Bundan etkilenmemek mümkün değil. Bu fikirsel adacığın içerisinde demin de belirttiğim gibi bir kolektif hayat, bir komünal dayanışma var. Her şey birlikte üretiliyor ve gelecek iyi bir toplum için canını feda etmeye hazır binlerce insan var. Bu tür durumlarla karşı karşıya kaldığım zaman Che Guevara’nın hep “Postunu deldirmeyi göze alacak kadar gelecek tutkusu” sözünü hatırlarım. Bu sözü cümle olarak sarf etmek bir şey ifade etmiyor, yani ‘Ben gelecek tutkusuyla yanıyorum’ demek ya da bunun üzerine şiir yazmak değil, esas olanı orada. Gerilla postunu deldirecek kadar halkını seviyor, yaratılabilecek iyi bir gelecek için kendi hayatını feda etmeye hazır. Bu zaten bir aşmışlık hali. Ben bunu hep bir dervişlik hayatı gibi düşündüm. Derviş toplumun yeniden kendini yaratabilmesi için çaba sarf eden kişidir. Bu insanlar da öyleler.
Gerillalar için gerçek sosyalizmi pratikte yaşayan insanlar diyebilir miyiz?
Bana sorarsan zaten dağdaki komutanlar ve militanlar kendine Marksist-Leninist’im diyen pek çok insanın kabul etmeyeceği tarzda da olsa sosyalist kişiler. Ama başka türden bir sosyalist anlayışa sahipler. Mesela proletarya diktatörlüğünü savunmuyorlar. Mesela özel mülkiyete karşı bakış açıları daha farklı. Ama ruhen ve yapı olarak sosyalizm benim gözümde komünal bir hayatın organizasyonu ise, evet PKK’li gerillalar tabii ki sosyalistler.
A-DEVLET: İNSAN, KADIN VE EKOLOJİK ÖZGÜRLÜK
Aynı zamanda bu yaşam tarzıyla kapitalist sisteme karşı da bir alternatif oluşturuyorlar mı?
Demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm filmde de özel olarak vurgulanan bir konu. Ali Haydar Kaytan’ın belgeselde söylediği ‘A-devlet’ yani devlet olmayan bir sistem vurgusu. Bunu savunurken başka bir sisteme vurgu yapıyor. İnsan, kadın özgürlüğüne ve ekolojik özgürlüğe dayalı bir sistem ve farklılıkları ezmeden, yok etmeden, asimile etmeden farklılıklarla birlikte yaşama gerçeğine dayalı bir sistemi demokratik özerklik olarak tanımlıyor. Ama tabii ki bu hayat içerisinde bunların hepsinin bir nüve halinde olduğunun ve zaman içinde gelişeceğinin farkındalar ve biliyorlar. Eğer böyle bir hayat nerede var diye sorulursa bu yanıt öncellikle gerillanın kendi içinde var. Gerilla başka bir hayat yaşayıp, halka böyle yaşa demiyor aynı zamanda kendi içinde de o hayatı yaşıyor.
Gerillalar çocuk taraflarını da kaybetmemişler. Bu belgeselde açıkça göze çarpıyor.
Evet. Belgeselde Atakan isimli gerillanın söylediği bir söz var: ‘Gerilla biraz da çocuktur aslında’ diye. Sezgin Kaymaz’ın ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ isimli romanında, biz hayatımızda neyi kaybettik sorusunu arkadaşı, ‘Şu sokaktan gelen çocuk sesleri arasından bir daha asla bizim sesimiz duyulmayacak’ diye cevaplıyor. Bu çocuk sesleri orada duyulmaya devam ediliyor.
ESAS OLAN HAYATIN ANLAMINI UNUTMAMAK!
Gerillanın bu yaşayışına bakıp siyasetçilere baktığınızda bir fark gördünüz mü?
Aslı ve sureti arasındaki farkı görünce aslının mevzuya çok daha ciddi yaklaştığını fark ediyorsunuz. Siyaset açısından, otorite açısından, mevcut kurumlar açısından asıl ile suret arasında fark çok. Atakan isimli gerilla belgeselde açıkça, kötü sahiplenme ve yeme anlayışından bahsediyor. Atakan, ‘Biz burada belediye başkanlığı için savaşmadık. Biz bir halkın özgürlüğü için savaştık’ diyor. Bu anlamda belediye başkanı veya milletvekili olmaya endekslediğin zaman aslında benimle aynı düşünmüyorsun demek istiyor. Ben öyle okuyorum. Tabii ki burada belediye başkanı veya milletvekili olmasın anlamında söylemiyor bu sözleri, ama hayatın amacının ne olduğunu unutma demeye getiriyor.
GERİLLANIN VARLIĞI HALKIN GÜVENCESİ!
Bu belgeselde en çarpıcı noktalardan birisi de gerillanın dağa olan bağlılığı. Bunu geri çekilmelerde açıkça görüyoruz. Dağı terk etmek konusunda çok zorlanıyorlar?
Murat Karayılan geri çekilmeyle ilgili ilk açıklamayı yaptığında, ‘Biz orta kademeleri ikna etmekte çok zorlanıyoruz’ demişti. Biz de tam o dönemde oradaydık. Temmuz ayında Dersim’deydik ve fark ettik ki aslında sadece orta kademeler değil, hiçbir gerilla gitmek istemiyor. Çünkü gerilla için dağ hayatın ta kendisi. Birileri kalkmış dağdan indirmekten, rehabilite etmekten bahsederken, aslında onlar hayatlarını zaten bunun üzerine kurmuşlar ve dağ üzerine bir felsefi derinlik oluşturmuşlar. Şimdi, bu felsefi derinlik terk edilir bir şey değil onlar açısından. O yüzden de tabii ki gitmek istemiyorlar. Ama diğer yandan şöyle bir gerçeklik de var: Gerilla adalet ve halk açısından bölgede bir denge unsuru oluşturuyor. Biliyorsunuz aradan 40 sene geçti, bu 40 sene içerisinde devlet oradaki aşiretleri düşmanlaştırdı. Yıllarca korucular ile Jitemcilerin destekçisi olan aşiretler çıktı. Ama zaman içerisinde denge bir şekilde oluştu. Artık doğrudan doğruya PKK ile savaşan bir aşiret yok. Fakat PKK’nin geri çekilme süreci başladığında, bu aşiretlerin bir kısmının yeniden hareketlendiği gözlemlendi. Aşiretler halktan yeniden haraç almaya, yeniden topraklara el koymaya başladılar ve gerilla bu duruma yeniden müdahale etti. Yani gerillanın gitmesini fırsat olarak görüp, yeniden o feodal sistemi hortlatmak isteyen kesimler var. O yüzden gerillanın varlığı aynı zamanda bölgede ciddi bir denge ve halk açısından da bir güven unsuru. Gerilla da o nedenle orayı kolay kolay bırakmak istemiyor. Benim gördüğüm dağdan inme niyeti yok ve sebebi de yok. Gerillalar dağda yakalamış oldukları özgürlük ortamını, elde ettikleri o oksijeni düzde de elde ederlerse dağdan inebilirler.
GERİLLA ESAS İTİBARİYLE SADECE VE SADECE ÖCALAN’A GÜVENİYOR!
Bu açıdan çözüm süreci, silah bırakma, AKP’nin yaklaşımı konusundaki düşünceleri ne?
Bir kere PKK’deki genel eğilim sadece Türkiye‘de değil, dört parçadaki Kürdistan’da mücadele ettiği yönünde. Bunun en iyi örneği Kobanê’dir. Kürtlerin dört parçaya bölünmüş olması, dört ayrı ülke içinde savaşmaları, Türkiye’de barış süreci tamamlandığında PKK’nin silahsızlanması anlamına gelmeyecek kesin olarak. PKK silahlı bir güç olarak hala varlığını sürdürecek. Türkiye içinde bir silahsızlanma gerçekleşse bile, bu Kürt ulusal hareketinin silahları tamamen bırakacağı manasına gelmez. PKK gerillaları esas itibariyle bu süreçte sadece ve sadece Abdullah Öcalan’a güveniyorlar ve hükümetin adım atması gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü şimdiye kadar adımları hep kendilerinin attıklarına inanıyorlar. Ateşkes yaptıklarından, silahlı unsurlarının bir kısmını yurt dışına çıkarttıklarından, barış süreci rayında yürüsün diye çok tavizkar davranmak zorunda kaldıklarından bahsediyorlar. Çözümü sadece anayasal vatandaşlık, sadece anadilde eğitim meselesi veya Avrupa Birliği şartının yerel yönetimlerde uygulanıp özerkliğin hâsıl olmasında değil, aynı zamanda tabii ki liderleri Abdullah Öcalan’ın serbest kalmasında görüyorlar.
GERİLLA DEMENİN SUÇ SAYILDIĞI BİR ÜLKEDE…
Türkiye halkları sizce gerillayı tanıyor mu?
Hayır tanımıyor. Çünkü onlara anlatıldığı biçimde biliyorlar. Gerilla demenin bile suç sayıldığı bir ülke düşünün, böyle bir ülkede gerillayı tanıyamazlar. Düşünün, Sayın Öcalan dedikleri için bu ülkede insanlar cezaevine atıldı.
Bu belgeselin devletin yarattığı bu algıyı kıracağını düşünüyor musunuz?
Ben tabii ki bir belgesele misyonlar biçemem ve bunun ne tür sonuçlar yaratacağını da bilemem. Ama insanlar eğer önyargıyla izlemezlerse bugüne kadar bildikleri pek çok şeyin yanlış olduğunu göreceklerinden eminim.
ÇAYAN’SIZ GALA, GALA DEĞİLDİR
Belgesele beraber büyük emek harcadığınız yönetmen Çayan Demirel geçirdiği kalp krizi sonucunda yoğun bakımda. Durumu nasıl?
Çayan’ın film bittikten sonra başına böyle bir talihsizlik geldi. Geçirdiği kalp spazmından kaynaklı beyin oksijensiz kaldı. Hasarlar var ama gün geçtikçe refleks gösteriyor ve iyiye gidiyor. Tabii bu durum hepimizi yıktı. Bizim Çayan ile isteğimiz galayı Diyarbakır’da yapmaktı. Fakat bu olay sonrası bu galayı iptal etmek zorunda kaldık. Çünkü benim için de, ekip için de Çayan’ın katıldığı bir gala şenlikli olacaktı. Arkadaşımızın iyileşmesini bekliyoruz.
Gelecek yıllarda Bakur’u Kürdistan’ın diğer üç parçasında tamamlamayı düşünüyor musunuz?
Şu anda bu belgeselin kitabını yazıyorum, onu bitirdikten sonra neden olmasın, tabii ki çok isterim.