GÖRÜNTÜLÜ

Gençay Gürsoy: Devlet henüz hiçbir adım atmadı

Prof. Gençay Gürsoy, DEM Parti’nin muhalefet ile mevcut ilişkisinin olumlu olduğunu ve Kürt sorununun çözümü için bu ilişkinin devam etmesi gerektiğini belirtirken, devletin ise çözüme dair henüz bir adım atmadığına dikkat çekti.

GENÇAY GÜRSOY

Önder Apo’nun 27 Şubat’ta yaptığı “Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı” tartışılmaya devam ediyor. Geçtiğimiz ekim ayında MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıklamalarının ardından yapılan bu çağrıya ve PKK’nin ateşkes kararına rağmen, Türk devleti Kürt meselesinin çözümüne dair somut bir adım atmış değil.

İmralı Heyeti’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ve DEM Partili heyetin Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile yaptığı görüşmeler meselenin çözümüne dair olumlu bir adım olarak değerlendirildi.

Konuya ilişkin görüştüğümüz Profesör Gençay Gürsoy, ANF’nin sorularını yanıtladı. 

Türkiye'deki çözüm ve barış tartışmalarını konuşacağız ancak bunu konuşmadan önce Sırrı Süreyya Önder'e değinmemek olmaz. Kalp rahatsızlığı sebebiyle tedavi gören ve durumu hala kritik olan Sırrı Süreyya Önder'e ilişkin ne söylersiniz?

Türkiye'de barışı konuştuğumuza göre, kaçınılmaz bir şekilde sevgili Sırrı Süreyya Önder'i konuşmak lazım. Tarihte kişilerden çok kitlelerin tavrının önemli olduğu söylenir, ancak bu her zaman geçerli değildir. Bazen kişiler belirleyici ve geleceği tayin eden unsurlar oluyor. Sırrı Süreyya, Türkiye’de barış mücadelesinde, özellikle Kürt barışı konusunda, 2000'li yılların başından bu yana bu işin içinde olan ve Türkiye'nin barışa kavuşması için çaba gösteren insanların başında geliyor.

Kendisiyle uzun yıllardır dostluğum var. Hekim olmamdan kaynaklı sağlığını da yakından izliyorum ve çok endişeliyim. Ağır bir tablo içinde olduğunu biliyorum. Ancak Sırrı'nın dayanma ve direnme gücüne güvenerek, umuyorum ki yeniden barış mücadelesinde yerini alsın. Sırrı'yı Gezi Hareketi'nin başlangıcından da hatırlıyoruz. Ağaçları yerinden söken kepçelerin önüne geçecek cesareti ve kararlılığı göstermiş bir siyasetçidir. Tekrar aramıza dönmesini ümit ediyorum ve sağlıklar diliyorum.

Biz de umuyoruz ki bir an önce sağlığına kavuşsun ve kaldığı yerden devam etsin. Fakat Sırrı Süreyya Önder’in yaşadığı sağlık sorunu, farklı bir atmosfer ortaya çıkardı. Türkiye'nin dört bir yanından ve çok farklı kesimden insanlar, bir bütün olarak Önder'in etrafında kenetlendi. Önder'e dönük bu sahiplenici tablo bize ne anlatıyor? 

Gerçekten de Sırrı Süreyya Önder'in kişiliği, popüler kriterleri aşan bir 'sevimlilikle' donanmış entelektüel bir siyasetçidir. Hem de yerli bir siyasetçidir. Bu kavram, iktidar tarafından 'yerli ve milli' söylemiyle değerini kaybetmiş olsa da yerli olmak önemlidir. Sırrı Süreyya'nın konuşma tarzı, hiciv yeteneği ve vücut dili dahi bu toprakların esprisini taşır, bu toprakların özüne yabancı değildir. Bu olay doğrudan barış meselesiyle ilgili olmasa bile, kitlelerin bu olaya dönük tavrını değiştirebilir.

Ümit ediyorum ki Sırrı'nın bu durumuyla ilgili toplumda oluşan hassasiyet ve duygu durumu barışa katkı sunar. Çünkü barış, Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik kriz içinde birinci gündem olmayabilir. Ama bu, Türkiye’nin doğusunda, Kürdistan'da yıllardır yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri çözülmeden kalan, bütün bu yıllar içinde, yüz yılı aşan sürede binlerce gencin yaşamına mal olan bir problem. 

Bu mesele doğrudan etkilemiyormuş gibi görünse de bu sorun Türkiye'nin ekonomik, sosyal, politik ve siyasal tüm dinamiklerini etkilemiyor mu, etkilemedi mi? Bugün Türkiye'de konuştuğumuz tüm sorunlar aslında bu anti demokratik anlayışın bir ürünü değil mi? 

Kesinlikle doğru. Ama tek sebep bu değil. İktidarın bazı özellikleri de içinde bulunduğumuz bu karanlık tablonun nedenleri arasında sayılmalıdır. Yani daha değişik bir iktidarın, daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrasiyi özümsemiş bir iktidar kadrosunun başta bulunduğu bir durum olsaydı, daha farklı olurdu. Barış meselesinde de durum farklı olurdu.

Türkiye'deki PKK sorunu-bunların ifadesiyle 'terör sorunu'-her şeyin nedeni sayılmayabilir ama çok önde gelen, çok önemli nedenlerden biri olduğu kesin. Dediğim gibi, bu son dönemlerde alevlenmiş bir mesele değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri bu meselede yönetim kadroları 1930'lu yıllardan başlayarak, hatta 1925'lerden başlayarak Kürt meselesinde akılcı, huzur veren, toplumun tüm değerlerini içeren bir çözüme kavuşmadı.

Ben şeyi hatırlıyorum ve hatırladığım için de çok dokunuyor doğrusu. 1930 yılında Atatürk'ün yaşadığı dönemde, küçük bir Sovyet Cumhuriyeti olan Ermenistan'da azınlık bir Kürt grubu yaşıyor ve sayıları milyonun dahi altında. Orada yaşayan Kürtlere tanınan kültürel haklar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler nezdinde Ermenistan'ı protesto ediyor. Niye? 'Bu Kürtlere neden o hakları veriyorsunuz? Bizdeki Kürtlere de örnek olacak’ diye. Bu, tasavvur edilemez garip bir tavır.

Dolayısıyla Kürt sorunu konusunda, adeta bu Cumhuriyet'in genlerine işlemiş bir Kürt negatif tavır var. Bu, nesilden nesile taşındı. Ta ki 1960'lı yıllardan itibaren Türkiye'de iyi kötü çok partili bir sistem, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar tartışılır ve kitlelere mal olur hale geldikten sonra. 1960'lı yıllarda, benim de öğrenciyken üyesi olduğum ve Mehmet Ali Aybar'ın başkanlığını yaptığı İşçi Partisi bu meseleyi ilk defa meclis kürsüsünde dile getirdi. Daha sonra da partinin kapatılmasıyla sonuçlandı. Oradan itibaren arka arkaya kapatılan çok sayıda Kürt partisi var. Kürt meselesini öne alan partiler kuruldu ve bugün DEM Parti ile bu zincir kopmadan devam ediyor.

Bu çok kararlı bir mücadelenin işaretidir. Türkiye'de Kürt halkının da -Türk asıllı kimliğe sahip olan halk neye sahipse- ayrımcılık olmadan, bütün kültürel haklarıyla kendi eğitim sistemini kendi diliyle yapabilecek bir seviyeye gelmesi mücadelesi bu.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri, nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti inatla bu meseleyi çözmeme konusunda kararlı davrandıysa, Kürtler de bu meseleyi entelektüel çevrede olsun, aydınlar arasında olsun, halk liderleri arasında olsun gündemde tuttu. Bugün de bu mesele, Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu sorunların ortaya çıkmasındaki baş nedenlerden biri olarak devam ediyor. Dolayısıyla bu mesele çözülmeden, Türkiye'nin ne demokrasiye kavuşması ne bu içinde bulunduğumuz ekonomik sorunları bütünüyle çözmesi mümkün. 

Geçtiğimiz yılın ekim ayında MHP lideri Devlet Bahçeli'nin çağrısıyla bu konu gündeme geldi. Çağrının Bahçeli'den gelmesi bu sürecin hem karakterini tartışılır hale getirdi hem de pek çok kesimi şaşırttı. Siz de bu duruma şaşırdınız mı? Ayrıca bu sürecin karakterine ilişkin ne söylemek gerekir?

Açıkçası şaşırdım ve bugün de şaşırmaya devam ediyorum. Çünkü Devlet Bahçeli, geçirdiği sağlık sorunlarına rağmen zaman zaman bu meseleyi gündeme getiriyor ve yine beni de şaşırtan söylemlerini sürdürüyor.

Ama açık söylemek gerekirse, benim kişisel kanaatime göre, bütün bu söylemlerine rağmen bende Devlet Bahçeli'ye dair bir güven duygusu, Kürt meselesini çözme konusunda samimi olduğuna yönelik bir inanç oluşmuş değil. Çünkü insan 70'inden, 80'inden sonra kolay değişmiyor. Bu insanın ve bu siyasetin geçmişine, tarihine baktığınız zaman, tüyler ürpertici olaylar üst üste geliyor. 

Bu önemli, toplumda da bu konuda bir endişe var. Ayrıca çağrı yapılıyor, söz kuruluyor fakat atılmış somut bir adım yok. Buna dair ne söylersiniz?

Hiçbir adım atılmadı, sadece tehdit adımları atıldı ve parmak sallandı. Bugün de yine, bir taraftan Devlet Bahçeli işin devamı konusunda bir kararlılık ifade ederken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve danışmanları tarafından 'PKK teslim olacak, silahları teslim edecek, kendilerini feshedecek' deniliyor. Bunun dışında bir şey söylenmiyor. Onun dışında herhangi bir talebin karşılamayacağına, Türkiye'nin ve Kürt probleminin demokrasi ve özgürlük çerçevesinde çözüleceğine dair bir işaret yok. 

Bu konuda bölgesel gelişmelere işaret ediliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dış konjonktürün ve bölge siyasetinin zorlamasıyla bu adımın atıldığını hepimiz biliyoruz. Kendiliğinden, 'bu meseleyi de halledelim, artık çok oldu' diye düşünüp taşınıp verdikleri bir karar değil bu. Biraz mecbur oldukları bir durum. Fakat o konuda da benim endişem var.

Malum, Ortadoğu halkları içinde haksızlığa uğramış bir halkı düşünürsek, bu halk mutlaka Kürtlerdir. Kürtler dışında bazı dinsel inanç grupları da haksızlığa uğramıştır. Fakat büyük güçler, bütün fırsatları Kürtlerin Ortadoğu'da bağımsız bir yapıya kavuşmasına karşı kullanmıştır. Türk devleti bu meseleyi bugün İsrail- Amerika eksenine hizmet etmek için mi, yoksa o eksenle çaresiz bir şekilde buluşmak için mi bu konuyu gündeme getirdi? Ya da o eksene rağmen mi bir süreç başlatıldı? Bundan çok emin değilim. Biraz zaman içinde gelişmeleri izleyerek, özellikle Ortadoğu'daki gelişmeleri izleyerek karar vermek lazım diye düşünüyorum.

Tüm kesimler, bu meselenin demokrasiden, özgürlüklerden yana bir biçimde çözülmesi için elinden geleni esirgememelidir diye düşünüyorum.

27 Şubat’ta yapılan çağrıyı, yani bir ön mutabakat olarak görülen bu çağrıdan sonra bir hafta içinde adımların atılacağı, tecridin kalkacağı ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın bu meseleyi doğrudan toplumla tartışacağı belirtildi. Bunların hiçbiri sağlanmadığı için sadece bu ön mutabakat üzerinden bunu tartışmak ne kadar doğru olur?

Evet, malum, tabii aslında bu metin açıklanırken, Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla sözlü bir ifade eklenmişti. Onu da unutmamak lazım. Bütün bunlar, acaba bu metne sokulamayan demokrasi ifadeleri, acaba bir zorlamanın sonucu mudur diye insanın aklına gelmiyor değil. Ama ne olursa olsun, bu çağrı önemli bir adımdır ve bu adım öyle görünüyor ki PKK kadroları tarafından da yadırganmamıştır, kabul edilmiştir.

Yani, bunu ne kadar kanıtlayabiliriz bilmiyorum ama medyadan takip ettiğimiz kadarıyla PKK bu süreci destekliyor. Bu yönüyle anlamlı bir adım. Hiçbir şey olmasa bile, yani Kürt meselesinin kültürel ya da sosyolojik sorunları çözülmemiş olsa bile, savaşın durması, çatışmanın durması başlı başına bir kazanımdır. O yüzden, hiçbir şey olmasa bile buna hizmet etmek gerekir.

Kürt sorunu dünya örneklerine benziyor olsa bile, şunu da unutmamak lazım: Kolombiya'da FARC gerillalarının binlercesi silahlar sustuktan sonra öldürüldü. Yani, böyle tek taraflı baskıyla kitlelere mal edilmemiş bir barışın, çok problemler doğurduğunu geçmiş örneklerinden görüyoruz. 

Bu meselenin toplumsallaşmasına ilişkin ne söylemek istersiniz?

Burada silahlı mücadelenin durması bile Türkiye'de çok önemli bir kazançtır. Son 10 yılda kaybettiğimiz gerek asker olsun gerek gerillalar olsun, bu kayıpların önlenmesi bile başlı başına bir kazançtır. Ancak, demokrasi mücadelesi ile birleştirilerek bu mücadelenin sürmesi lazım.

Bugün Türkiye'de demokrasi mücadelesi artık kitlelere mal oldu. Lise öğrencileri dahi sokakta, kendi gelecekleri konusundaki endişelerini dile getiriyor. Üniversiteli gençler ayakta. Kamuoyu yoklamaları, iktidarın kitle desteğinin azaldığını gösteriyor. Bu noktada muhalefet güçlerinin, iktidara karşı daha demokratik, daha özgürlükçü bir iktidarın oluşması için erken seçim taleplerinden ve kitlesel mücadeleden uzağa düşmemesi gerekir. 

Bu yönüyle muhalefetin tutumunu nasıl görüyorsunuz? 

Cumhuriyet Halk Partisi'nin lideri bu süreci çok olumlu karşılıyor. Bu önemli. Bu iki kitleyi birbirinden uzaklaştıracak adımlardan kaçınmak gerekir. Yani Kürt siyasi hareketi ne olursa olsun, bu muhalefetin, daha köklü bir demokrasi mücadelesinin peşinde olan kitlelerin duygularını dikkate alması lazım. Tabii ki Kürt tarafı gibi, Türkiye'deki muhalefetin de bu konuda özen göstermesi lazım. Bu özen gösteriliyor. Şu ana kadar iki tarafın siyasetçilerinin çok basiretli davrandığını görüyoruz ve bundan çok memnunuz.

Barışın kitlelere mal olması konusunda, bir sürü sivil toplum örgütü halinde, biz de içinde bulunduğumuz örgütsel yapılar, resmi dernekler olmasa bile, inisiyatifler halinde bu meselenin çözümü için elimizden geleni yapıyoruz. Evet, ekonomi kötüye gidiyor, enflasyon devam ediyor.

Ancak bütün bunların çözümü konusunda ihmal edilemeyecek meselelerin başında Kürt sorununun geldiğini unutmamalıyız. Bunu uygun bir dille kitlelere anlatmak zorundayız. Bu dilin, dediğim gibi, provokatif olmaması lazım. Kitleleri küstüren, uzaklaştıran ve hassasiyetleri kaşıyan bir dil olmaması lazım. Bu söylediğim, iki taraf için de geçerli.

Ümit ediyorum ki her şeye rağmen, bütün olumsuz koşullara rağmen, bölgedeki emperyalist güçlerin, İsrail soykırımcılığının devamına rağmen, bu meselenin çözümü konusunda Kürt ve Türk siyasetçileri sağduyulu adımlarla meseleyi çözerler. Bütün ümidimiz bu. Tekrar Sırrı Süreyya Önder'e geçmiş olsun dileklerimi ileterek bitirmek istiyorum.