İstanbul’da 2 Mayıs’ta, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı himayesinde Turkuvaz Medya Grubu tarafından düzenlenen İstanbul Doğal Kaynaklar Zirvesi’nde (INRES), Türkiye’nin Afrika’da ve Orta Doğu’daki enerji yatırım planları anlatıldı, yenilerine dair planlar yapıldı.
Ardından, 7 Mayıs’ta AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan katılımıyla Yenilenebilir Enerji Yatırımları Toplu Açılış Töreni gerçekleştirildi. Erdoğan, burada yaptığı konuşmada Avrupa’nın kimi yerlerinde yaşanan kesintilere dikkat çekti, Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 50 artacağını söyledi ve 2035’e kadar 80 milyar dolarlık bir yatırım yapılacağını belirtti. Erdoğan ayrıca Akkuyu Nükleer Santralini övdü, Gabar’a atıf yaptı. Enerji şirketleri için bekleme sürecini de düşüreceklerini söyleyen Erdoğan, şirketlerin yaşadığı sıkıntılara derman olacaklarının altını çizdi.
İstanbul Doğal Kaynaklar Zirvesi’ni takip eden DEM Parti Ekoloji ve Tarım Komisyonu Eş Sözcüsü Melis Tantan hem zirveyi hem de bu açılış çerçevesinde Türkiye’nin enerji politikalarını değerlendirdi.
İstanbul Doğal Kaynaklar Zirvesi yapıldı. Siz zirveyi takip ettiniz, neler konuşuldu, neler ön plana çıktı?
İstanbul'da gerçekleşen Doğal Kaynaklar Zirvesi, aslında Türkiye'nin Orta Doğu, Asya ve Afrika'daki ülkelerle uluslararası stratejik iş birliğinin ayaklarından bir tanesiydi. Uluslararası iş birliklerini aslında bir süredir görüyoruz medyada. Birleşik Arap Emirlikleri ile gidip görüşmeler yapıyorlar; haberler, ‘anlaşmalar imzalandı’ diye geçiyor. Böyle servis edilen bu anlaşmalar, aslında enerji ve ticaret anlaşması. Ana başlıklar söyleniyor ama anlaşmaların içeriğine ilişkin hiçbir şey bilmiyoruz.
Birçok ülkeyle böyle çeşitli görüşmeler yapılıyor ama içeriklerini bilmiyorduk. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın uzun süredir aslında bir plan-proje dahilinde bu işleri yürüttüğünü de biliyoruz. 12. Kalkınma Planı'nda bu hedefi, 2024-2028 yılları arasında öngördüklerini çok açık ve net bir şekilde yazdılar. Diyorlar ki, ‘Biz Türkiye'yi bir enerji merkezi yapacağız.’ Türkiye, enerjiyi üretenle enerjiyi talep edenin birbirini buluşturacağı bir rol biçiyor kendine.
Bu zirve aslında iki yönlü bir zirve oldu. Hem Türkiye'nin bu enerji merkezi rolünü biraz öne çıkardı, ama aynı zamanda çeşitli ülkelerde enerji yatırımları yapılacağı vurgulandı. Ayrıca anlaşmalar, altyapı yatırımları ve ticaret yatırımları yaptığı neredeyse tüm ülkelerin Türkiye’ye şükran duyduğu bir hale getirildiğini gördük aslında bu zirvede.
Bu enerji merkezi yapma meselesi aslında Kalkınma Yolu’yla biraz gündeme gelmişti. Ama bu durum sadece Kalkınma Yolu ile de sınırlı kalmıyor. Erdoğan'ın da söylediği, zirvede de söylenilen şeyler, enerji arzı güvenliği meselesini çok daha fazla öne çıkarttı. Enerjiyi ya biz üreteceğiz ya da üreten yerden almayı garanti edeceğiz deniyor. Karşılıklı bir kazan-kazan politikasıyla bunu yapacağız diyorlar.
Peki buradaki kazan-kazan politikasında kazanan kim? Yani halklar açısından ya da doğa açısından bir kazanım var mı?
Yok. Pek tabii, devletlerin ve şirketlerin karşılıklı anlaşmalarından bahsediyorlar. Erdoğan özellikle “Bizim tarihimizde sömürgecilik yok” diyor, ama zaten Kürdistan, bunu yalanlayan bir gerçeklik. Tam da bu tarz enerji ve maddi anlaşmalar, karşılıklı bir bağımlılık da yaratıyor. Dolayısıyla aslında sömürgecilik pratikleri, özellikle ekonomisi Türkiye'den daha iyi olmayan ülkelerle hayat bulacak gibi bir şeye de geliyor.
Biz aslında çok uzun zamandır, hep emperyalist ve çok uluslu şirketlerin maden ve enerji konularında Türkiye ve Kürdistan'ın topraklarını yağmaladığından bahsediyoruz. Ama son, belki de 10 yıldır, burada değişen bir şey var. Türkiyeli şirketlerin, özellikle iktidarın desteklediği şirketlerin, bu emperyalist şirketlere ortak olmaya başladığını görüyoruz. Ve kendine Orta Doğu'da, Asya'da ve Afrika'da da yeni alanlar açmaya başladığına şahit oluyoruz.
Dolayısıyla aslında dünyaya da “Ben bu yarışta varım” diyor enerji ve madencilik alanında. İddialı konuşuyorlar; diyorlar ki “Biz madencilikte 7’nci ülkeyiz, birinci sıraya geçmeyi hedefliyoruz.” Bu zirvede saydıkları tüm yatırımlar, neredeyse Türkiye'nin ekonomik krizinin de altında yatan nedenlerden bir tanesi. Çünkü tüm kaynaklar, bu tarz teşviklere akmış durumda.
Türkiye’nin Orta Doğu'da, Asya'da ve Afrika'da yeni alanlar açmaya başladığını görüyoruz, diyorsunuz. Zirveye katılan ülkelerin bu yatırım alanlarıyla ilişkisi nasıl şekilleniyor?
Tüm ülkeler resmen bu zirvede kendi topraklarını pazarladı. Dört başlıkta pazarladılar. Diyorlar ki: Birincisi, bizim topraklarımız çok zengin. Kimi ‘Bizde mineral madenleri var’ diyor, kimi ‘Petrol kaynaklarımız çok gelişkin’ diyor, kimi de ‘Enerji yatırımlarına açık sahalarımız var bizim’ diyor. Birincisi, topraklarının ne kadar zengin olduğunu anlattılar.
İkincisi; Libya gibi, Irak gibi, Suriye gibi savaşın yoğunluklu olduğu ülkeler sürekli ‘Biz politik sorunlarımızı hallediyoruz’ vurgusunu yaptı. Türkiye zaten buralarda stratejik hamleler yaptı. Bu sorunlu ülkelerde, bu savaşlara taraf oldu. Suriye'yi zaten biliyoruz. Somali'de de ‘Barışı Türkiye sağladı’ diye haberlere çıktı. Halbuki Somali'deki o barışta Türkiye'nin aldığı rol, aslında ileriye yönelik Somali'de maden arama ve altyapı çalışmaları yapması gibi planlarının ve anlaşmalarının olmasıydı. Dolayısıyla, aslında riyakârca bir barış politikası da güttüğünü söyleyebiliriz Türkiye'nin oralarda.
Bu ülkelerin kendi pazarlığı meselesine dönecek olursak. Bir, ‘Topraklarımız zengin’ iki, ‘Politik sorunlarımız yok’ üç, ‘Yasal düzenlemeler yapıyoruz’ diyorlar. Uluslararası yatırımlara enerji ve maden sahalarımızı açıyoruz ve bununla ilişkin yasal düzenlemeler yapıyoruz. Gelen şirketler ve devletler burada sorun çekmeyecekler, emin olabilirsiniz diyorlar. Orada da zaten çeşitli maden ve enerji şirketlerinin CEO'ları var ve onları dinliyorlardı. Dördüncü de şu: ‘Biz önceliği dışarıya veriyoruz. Gelin ülkemize yatırım yapın ve bizi kalkındırın’ diyorlar.
Erdoğan, “Tarihimizde sömürgecilik yok” diyor, ama bu ülkeler aslında topraklarını bir sömürgeci mantığa açmış durumdalar. ‘Yatırım bize gelsin ve biz buradan bir şekilde kalkınalım, devlet kolonisi olalım’ mantığıyla bakıyorlar. Buna bazı Avrupa ülkeleri de dahil. Mesela Macaristan'da yakın zamanda bir ihaleye girildi, petrol arama ihalesi. TPAO ihaleyi kazandı ve Macaristan'da iki yerde petrol arama yapacak yakın zamanda.
Mesela Nijer'de maden yatırımları yapılıyor; bunlar kesinleşmiş şeyler. Bizim daha önce ‘Uluslararası stratejik iş birlikleri yapıldı, imzalar atıldı, anlaşmalar yapıldı’ başlıklarıyla okuduğumuz şeylerin detaylarını şimdi öğreniyoruz. Oralarda da bayağı programlı projeler yapılmış.
Bunlardan önemli olanlarından bir tanesi Irak. Irak'ta da yine petrol ağırlıklı olarak bir yatırım söz konusu ve Irak mesela şunu söylüyor: ‘Biz ham petrol üretimini artıracağız.’ Yakın zamanda Veysel Eroğlu, Irak'la ilgili sorumlu kişi kılındı. Veysel Eroğlu’nu biliyorsunuz; eski Çevre Bakanı. Dolayısıyla, aslında orada madencilik ve yenilenebilir enerji yatırımları yapılacağı için Veysel Eroğlu’nun da tüm bu eski deneyimlerinden faydalanacaklar diye düşünmek yanlış olmaz.
Suriye’den de bahsettiniz burada ne gibi faaliyetler var?
Savaşın yıkımı ardından Türkiyeli inşaat firmaları, direkt Suriye'de yeniden yapılandırma sürecinde rol oynadı. Dünya Bankası'nın fonuyla da bir elektrik projesi var; Ürdün dahil üç ortaklı. Suriye'nin elektrik altyapısını yapan bir ülke de Türkiye olacak. Bu durum, barış süreçlerinin aslında sermaye açısından ne kadar kâr getiren süreçler olduğunu da anlatıyor.
Halklar açısından elbette barış ve savaşların son bulması, silahların susması avantajlı bir durum. Ama sermaye, ‘Buradan nasıl kâr ederim, buraya nasıl yatırım yaparım, burayı nasıl kendi lehime kullanırım’ mantığıyla ilerliyor. Aslında Suriye'deki bu enerji, inşaat, altyapı yatırımlarına yönelik sermayenin bu saldırısı, Kürdistan'da barışçıl temelde çözüm konusunda bize büyük bir örnek de teşkil ediyor.
Yenilenebilir Enerji Yatırımları toplu açılış töreninde Erdoğan da aşağı yukarı bu kazan- kazandan bahsetti. Öte yandan, zirve yeni coğrafyalara işaret ediyorken anlaşılan o ki, bu toplu açılış da içeriye dönük hamleleri anlatıyor. Erdoğan, konuşmasında nükleer enerjiden hidroelektriğe, rüzgârdan jeotermale yeni yatırımlar yapıldığını ve yapılacağını söyledi. Enerji ihtiyacına dikkat çekti ve Avrupa’daki kesintileri örnek gösterdi. Zirve için sorduğumuz soruyu yinelersek, buradaki kazanalar kimler?
Yenilenebilir enerjiyle ilgili bir sürü büyük projenin aynı gün açılışını yaptılar. Bunlar, 2024'te başlayan yatırımlardı. Son dönemlerde ‘yenilenebilir enerji’ olarak rüzgâr, güneş ve jeotermal santraller, yani yeraltı suyunun kullanıldığı santraller ve hidroelektrik santraller ağırlıklı olmak üzere -hidrokarbon da var ama henüz Türkiye'de yok- bu enerjilere yönelik teşvikler artırıldı.
Yine 12. Kalkınma Planı’nda, 2028 hedefleri özellikle güneş enerjilerinin çok sayıda artmasını açıklanıyor. Ama şu an Türkiye'de üretilen güneş enerjisi, hane halkının ihtiyacını tüm ülkede karşılayacak nitelikte. Ama tabii şunu yapmıyorlar: Bu enerjileri hane halkının kullanımına açmıyorlar. Çünkü depolayıp ihraç etmek üzerine kurulan yatırımlar bunlar.
Yenilenebilen enerji, mineral madenciliği de zorunda kıldığı için bir yanıyla tartışmalı; ama lokal ölçekte enerji ihtiyacını fosil yakıtlara nazaran daha fazla karşılayabilmesinden ötürü iyi baktığımız bir enerji türü. Ama bu enerji türü, devasa yatırımlarla büyük şirketlerle olduğu vakit daha büyük sorunlar ortaya çıkarıyor.
Ne gibi?
Tarım arazilerinin, meraların, orman ve göç yollarının üzerinde bunlar yapılıyor; nehirlerin ve yeraltı sularının kullanımını ile su havuzlarının yok edilmesi gibi sonuçlar yaratıyor. Dolayısıyla, aslında yenilenebilir bir enerji olmaktan da çoktan çıkıyor. Ama bu devasa yatırımlar, yine bir kalkınma hamlesi olarak övüldüğü için aslında destekleniyor.
Zirve’de ve daha önceki çeşitli toplantılarda da hem Türkiye'nin hem de tüm dünya ülkelerinin bahsettiği meseleler hep aynı. Şunu söylüyorlar: Enerji ihtiyacı giderek artacak; çünkü hem nüfus artıyor hem teknoloji gelişiyor. Dolayısıyla enerji ihtiyacı artacak ve bu ihtiyacını karşılamaya yönelik enerji stratejilerini geliştirmemiz gerekiyor.
Gerçekten ihtiyaç artacak mı yoksa bahsettiğiniz gibi depolayıp bunu satmak için mi yatırım yapmak istiyorlar?
Şöyle ki, büyük devletler ve şirketler, fosil yakıta dayalı enerjilerden çıkma şansımızın olmadığını söylüyor. Çıkıldığı takdirde, var olan yatırımlar genişlese bile enerji ihtiyacını karşılayamayız. Dolayısıyla bir enerji miksini (enerji karışımı) gerçekleştirmemiz gerekir. Yani petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların çıkarmasına ve bunlara dayalı geleneksel enerji yöntemlerine devam edeceğiz. Ama aynı zamanda hidrokarbon ve yenilenebilir enerji gibi enerjilere de yatırımlar yapacağız, diyorlar.
Bu, aslında şöyle bir gerçekliği kapatan bir söylem: Birincisi, COP (Conference of Parties – Taraflar Konferansı) süreçlerinin, zaten iklimle ilgili bir göz boyama süreci olduğunu biliyoruz. Orada iklim yıkımını engelleyecek ya da karbon salımını engelleyecek önlemlerden, fosil yakıtlarından çıkıştan ziyade; nükleer lobicilerin ya da yenilenebilir enerji lobicilerinin ağırlıklı olduğu bir zirve gerçekleşiyor, hemen hemen her yıl.
Bunlar, devletlerin stratejilerine girmiş durumda, bu enerji miksi meselesiyle ilgili olarak. Dolayısıyla, aslında hem ‘iklimi koruyacağız’ deyip enerji yatırımı yapıyorlar hem aynı zamanda fosil çıkarımına devam etmek istiyorlar.
Enerji ihtiyacı artacak meselesi, tam da aslında bu enerji ihtiyacını azaltmaya yönelik bir politika tartışmasının olmadığı gerçeğini de bize gösteriyor. Enerji ihtiyacının artması, zaten devletlerin bu yatırımları çoğaltması, bu kârlılığı arttırması ve şirketlerin daha fazla kâr elde etmesi için bir zemin yaratıyor.
Dolayısıyla, enerji ihtiyacını tabii ki arttırmak isteyecekler. Malthusçu bir bakışla ‘Nüfus artacak, ihtiyaçlar artacak’ diyen bir manipülasyonla aynı zamanda. Nüfus ne kadar artarsa artsın; planlı bir kentleşme, planlı bir düzenlemeyle, planlı bir enerji demokrasisi; enerji kooperatifleri gibi hem dayanışmacı ekonomilerle hem de ihtiyaca kadar üretimin yapıldığı, ihtiyacın fazlasının yaratılmadığı ve enerjinin pazara verilecek bir meta olarak görülmediği bir ekonomik düzende enerji ihtiyacının artması gibi bir şey mümkün olmayacak.
Bu tartışmayı yapmadıkları için ya da yapmak istemedikleri için, ‘Enerji ihtiyacı artacak ve bu yatırımları yapmak zorundayız’ diyorlar. Buradaki mesele aslında ne iklimi koruma ne de gerçekten halkı, insanları, toplumları düşünerek bir enerji üretimi yapmak.
Gerçekten enerjiyi, pazarlarda -belki kimi zaman bir savaşta- güç aracı haline getirmek. Aynen suyu getirdikleri gibi, artık enerjiyi de silah haline getiren bir durum var. Petrol, geçmişten bugüne kadar böyle ama yenilenebilir enerji için de artık bu geçerli. En son mesela lityum kaynaklarıyla ortaya çıkan çip krizinin yaşanması, aslında herkesi biraz uyandırmış durumda.
Tam da lityum mineral madencilik meselesinde olduğu gibi: ‘Biz bu kaynaklara bir an önce sahip olalım ve herhangi bir ham madde sıkıntısı durumunda elimiz güçlü olsun; tüm dünya devletleri bizim elimize baksın’ politikası gibi. Dolayısıyla, aslında iklim krizinin geldiği yerde dayattığı bu enerjiye ilişkin dönüşme meselesinin kendisi de devletler tarafından uluslararası bir silah aracı haline getiriliyor.
Öte yandan, başka bir sürü yeni enerji biçimleri de tartışılıyor. Bunlardan bir tanesi hidrokarbon meselesi; çok revaçta. Bununla ilgili yatırımlar yapılacak. Bir diğeri, derin deniz deşarjı; offshore, yani deniz aşırı özellikle rüzgâr santrallerinin kurulması gibi.
Aslında sadece karayla sınırlı kalmayan, aynı zamanda okyanusların ve denizlerin de ekosistemlerini bozmaya yönelik, onun güneşle ve havayla bağını koparacak çalışmalar. Ayrıca, okyanusların derinlerindeki tüm deniz canlılığını, tüm ekosistemi yok edecek olan derin deniz madenleri gibi işlerin yaygınlaştırılması da önümüzdeki dönemde daha fazla artacak stratejilerden bir tanesi.