Dr. Gürer: Kürtlerin öz yönetimine karşı çıkılması iki yüzlülük
Dr. Çetin Gürer, Kürtlerin öz yönetim ilanlarıyla yeniden gündemleşen demokratik özerkliğe dikkat çekerek, Gagavuz Türklerinin özerk bölgesini hatırlattı.
Dr. Çetin Gürer, Kürtlerin öz yönetim ilanlarıyla yeniden gündemleşen demokratik özerkliğe dikkat çekerek, Gagavuz Türklerinin özerk bölgesini hatırlattı.
"Türkiye, Gagavuz Yeri ile ilişkilere 1996’da Süleyman Demirel ile başladı. O zamandan beri Türkiye, Gagavuz Türklerinin özerkliğini desteklemekte ve sahip çıkmakta" diyerek, devletin iki yüzlülüğüne vurgu yapan Dr. Gürer, ayrıca, "Rojava'nın başarılı olması, demokratik konfederalizmin Ortadoğu için bir alternatif olup olamayacağını gösterecek" dedi.
İlk "demokratik özerklik" doktora tezinin sahibi olan Dr. Çetin Gürer, öz yönetimin uluslararası hukuk boyutunu, özerklik olarak kavramlaşan durumun dünyada nerelerde tartışıldığını, nerelerde denendiğini ve ne sonuçlar ortaya çıkardığını ANF’ye anlattı.
'YAŞAM HAKKI TEHDİT ALTINDAYSA, HALK BAŞKA YÖNETİM HAKKINA SAHİPTİR'
Kürdistan halkı sizce neden öz yönetim ilan etmek zorunda kaldı?
Öz yönetim ilanları, bir tepki olarak ortaya çıktı. Bunun bir tepki, bu savaş uygulamalarına bir reaksiyon olduğunu devletin kendisi de aslında çok iyi biliyor. Ve bunların aslında devlet egemenliğine bir “tehdit” olmadığını da çok iyi biliyor. Çünkü vatandaşın kendini koruma hakkı olduğunu hatırlanırsa Cumhurbaşkanı Erdoğan da birkaç kez, Gezi eylemleri sırasında dile getirmişti. Elinde palayla, protestocuları kovalayan esnafın kendini, malını, canını koruma hakkı olduğunu söylemişti. Yine aynı biçimde eline pompalı silahı alıp Kürtlere saldıran “mahalle halkı”nı savunup, "elbette halk kendini savunacak" mealinde cümleler sarf etmişti.
Uluslararası hukuk bu konuda ne diyor?
Başka pek çok uluslararası insan hakları metinlerinin yanı sıra self determinasyon tartışmalarına baktığımızda da yaşam hakkının öncelikli olduğunu görürüz. Self determinasyon kısaca, baskı altındaki bir halkın başka bir yönetimi tercih etme hakkıdır. Bir halkın toptan veya bireylerinin tek tek yaşam hakkı tehdit altındaysa, temel insan hakları ve kolektif hakları devlet tarafından sürekli ihlal ediliyorsa, bu halk daha adil başka bir yönetim tercihinde bulunma hakkına sahiptir. Bunun meşruiyeti, gerekçesi vs. sorgulanmaz bile. Self determinasyon hakkı en başından beri, bu sorunsal etrafında ele alınan bir konudur. Her bireyin, her halkın daha iyi bir hükümet ve yönetim isteme hakkı, barış hakkı, uluslararası hukukun temelleri arasındadır.
Bu tartışmalar, örneğin “direnme hakkı” olarak kimi anayasalarda da güvence altına alınarak ulusal hukukun bir konusu haline getirilmiştir. Örneğin geçici Alman Anayasası (Grundgesetz) bireylere “direnme hakkı” tanımaktadır. Örneğin Türkiye’de 1961 Anayasasının girişinde direnme hakkının kullanıldığı yazılmıştı. Darbe, bu hakka referansla meşrulaştırılmaya çalışılmıştı. Meksika’da Zapatista Kurtuluş Ordusu, Chiapas’taki fiili özerk yönetimlerini mevcut Meksika Anayasası’nın 39. maddesine dayandırmaktadır. Bu madde, egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğunu ve halkın kendi yönetim biçimini değiştirme ve yenileme hakkı olduğunu söylemektedir. Ancak, bugün Türkiye’nin mevcut darbe Anayasası içerisinde ne direnme hakkı ne de yönetim biçimini değiştirme hakkı bulunmaktadır. Kendine liberal-muhafazakar diyen bir partinin üyeleri, milletvekilleri, beyin takımı daha gerçeği çok iyi bilmektedir. Locke, Hobbes gibi liberalizmin öncü isimleri de, kendi halkına zulmeden kötü bir yönetime, hükümdara karşı bireylerin direnme hakkı olduğunu söylerler. Bunu sadece liberal düşünürler de değil, Puffendorf gibi Hıristiyan teologlar, Ali Şeriati gibi Müslüman düşünürler dile getirmektedir. Yani zulüm ve baskı karşısında direnme, en temel bir insan hakkıdır.
'GAGAVUZ YERİ TÜRKİYE’YE ÖRNEK GÖSTERİLEBİLİR'
Özerklik olarak kavramsallaşan durum dünyada nerelerde tartışıldı ve denendi?
Özerklik çoğunlukla self determinasyon taleplerinin güçlü olduğu, etnik-ulusal çatışma ve sorunların yarandığı bölgelerde gündeme gelmektedir. Ancak özerkliğin gündeme gelmesi için illaki çatışma veya sorun olması da gerekmiyor. Klasik, merkeziyetçi ulus devletler, bir demokratikleşme açılımı olarak veya neoiberal dünya düzenine entegre olmanın bir gereği olarak da özerkliği hayata geçirmektedir. Bunlara ilişkin dünyanın pek çok bölgesinden, Avrupa’dan, Latin Amerika’dan, Rusya’dan, Hindistan’dan farklı düzeylerde yetkileri bulunan özerk yönetim örnekleri bulunmaktadır. Dünya’da ulus devlet sayısından daha çok sayıda özerk bölge ve özerklik uygulaması vardır. Yani, günümüzde idari açıdan merkeziyetçi, tek ulusa dayalı klasik ulus devletlerin sayısı azalmıştır. Pek çoğu kendini dönüştürmek zorunda kalmıştır. Dönüşüme uğramayan, klasik tarzda ısrar eden nadir örneklerden biridir Türkiye.
Türkiye’yi de yakından ilgilendirmesi bakımından dünyadan iki özerklik örneğini verebiliriz. Birincisi, Moldova’da Gagavuz Türklerinin “Gagavuz Yeri” özerk bölgesidir. Bu bölgede Gagavuz Türkleri 90’ların ortalarında özerk statüye kavuştu. O dönemden beri Gagavuzlar, Türkçe anadilinde eğitim yapıyor; kendi özerk bölge parlamentolarında kendileriyle ilgili yasa yapabiliyor; dışarıdan atanmayan, demokratik yollarla kendi özerk bölge başkanlarını seçebiliyor. Bu örnekte ilginç olan Türkiye’nin buraya yönelik politikası ve tutumu. Türkiye, Gagavuz Yeri ile ilişkilere 1996’da Süleyman Demirel ile başladı. O zamandan beri Türkiye, Gagavuz Türklerinin özerkliğini desteklemekte ve sahip çıkmakta. Türkiye bu bölgeye ekonomik, kültürel desteğini hiç esirgemedi. Örneğin, TRT, paket TV programlarını Gagavuz bölgesine ücretsiz sundu. Gagavuz öğrencilere Türkiye’de kolaylıkla okumaları için burs ve eğitim olanakları sunuldu. Gagavuz diploması olan –tıp hariç- öğrencilerin diplomaları Türkiye’deki üniversitelere denk sayıldı. Bunun gibi pek çok yardım ve destek sunuldu. Türklerin Moldova’daki özerkliğine bu kadar sıcak bakan, destek çıkan Türkiye’nin “demokratik özerkliğe” neden bu kadar tahammülsüz yaklaştığını açıklamak zor. Belki bu konuda bir iki yüzlülük söz konusu.
Bir diğer örnek Almanya’da. Herhangi bir savaş veya silahlı çatışma nedeni bulunmaksızın, Almanya’nın Hamburg ve Bremen eyaletleri 2012 ve 2013 yılında burada yaşayan Alevi Dernekleri ile bir antlaşma (Staatsvertrag) imzaladı. Bu aslında, bizim literatürde “kültürel özerklik” olarak tanımladığımız bir antlaşma. Türkiye’de varlığı bile tanınmayan Alevi Toplumu, bu antlaşmayla Hamburg ve Bremen toplumunun çok kültürlü yapısının ayrılmaz bir parçası olarak kabul edildi. Alevilik, kendine özgü, İslamiyet’ten farklı bir inanç grubu olarak anayasal tanınmaya, haklara ve güvenceye kavuştu. Almanya’nın federal yapısından kaynaklı, bu antlaşma sadece her iki eyalet (Land) için geçerli. Antlaşmanın sakladığı haklar diğer eyaletleri bağlamıyor. Bu antlaşmayla Aleviler pek çok olanağa kavuşmuş oldu. Kendi resmi bayram ve izin günleri oldu; kendi inançlarını okullarda öğretme ve geliştirme olanağına kavuştu. istenirse Alevi inanç ve öğretisine uygun okul açma hakkı oldu. Bunlar kazanımlardan sadece bazıları.
'KÜRTLER ÖLÜME DİRENİYOR; DEVLET İÇİN TEHDİT BUDUR'
Muhteva olarak neyi tarif ediyor, öz yönetim kavramı?
Aslında üretim alanına ilişkin bir kavram. Bir fabrikada çalışanların, üretim ve yönetim kararlarını doğrudan kendi elinde bulundurmalarını ifade ediyor. Ancak, hem tarihsel deneyimler hem de teorik tartışmalar, kavramın anlamının genişlemesine, siyasal alanı da kapsayacak biçimde tanımlamamasına yol açmıştır. Öz yönetim denince bugün hala, fabrika, işçi yönetimi, işçi konseyi gibi anlamlar ilk akla geliyor olsa da geniş anlamda öz yönetim, toplulukların, belediyelerin, işletmelerin, bölgelerin, kendilerine ilişkin olan ve kamu niteliği tanıyan görevleri tabandan üstelenmesi ve yönetmesi anlamına geliyor. Yani bu, eğitimi, sağlığı, konutu, üretimi, tüketimi, güvenlikçi, kısaca toplumun kendi varlığını sürdürmesi için gerekli olan tüm ihtiyaçların tabandan, yerelden yönetilmesi anlamına geliyor. Bu tanımın özyönetimi, özerkliğe yaklaştırdığını görüyoruz. Kavramsal düzeyde benzerlikler olsa bile özerklik ve öz yönetim arasında şu ayrımı belirtmek gerekiyor.
Öz yönetim, her hâlükârda bir doğrudan demokrasi anlamına sahipken, özerklik kavramında böyle bir anlam yok. Başka deyişle, her öz yönetim bir özerk durumu ifade ederken, her özerklik, bir öz yönetim durumunu –doğrudan demokrasiyi- ifade etmez. Örneğin Avrupa’da Bask, Güney Tirol, Korsika, Grönland gibi pek çok özerk bölge olmasına rağmen, buralarda bir öz yönetim söz konusu değil. Bu açıdan halk meclislerinin neden özerklik kavramını değil de öz yönetim kavramını tercih etmiş olduğuna bakmak gerekiyor. Kanımca bu, demokratik özerklik paradigmasıyla ilişkili. Özerklik, bir toplumun tamamını veya bir coğrafyanın tamamını içeren bir kapsama sahip olduğundan, bunu sadece sanırım DTK veya KCK yapabiliyor. Halk meclislerinin gücü ise sadece kendi mahalle ve ilçeleriyle sınırlı olduğundan, özerklik değil, öz yönetim ilan edebiliyor. Kapsam ve ölçek açısından böyle sınırlı bir alan söz konusu olmasına rağmen Türkiye kamuoyunda kavram kriminalize edilerek sanki bir özerklik ilanı olmuş gibi hemen bir algı oluşturuldu. Örneğin Van’ın İpekyolu ilçesinin sadece Xaçort Mahallesi öz yönetim ilan etmesine rağmen, bu sanki Van’da özerklik ilan edilmiş gibi sunuldu. Ya da benzer biçimde Diyarbakır Sur ilçe halk meclisi öz yönetim ilan edince sanki Diyarbakır öz yönetim ilan etmiş gibi korku atmosferi oluşturuldu. “Art arda gelen özerklik ilanları” manşetlerinde olduğu gibi. Örneğin İstanbul Gazi Mahallesi halk meclisi de özyönetim ilan etmiş olmasına rağmen bu, medyada ne dile geldi ne de İstanbul özerklik ilan etti diye bir korku oluştu. Demek ki “tehlike” öz yönetim ilan etmekten çok kimin ve nerede ilan edildiğiyle ilgiliymiş. “Tehdit” öz yönetim değil, Kürtlerin ölüme direnme ilanıymış.
'ORTADOĞU İÇİN İDDİALI VE MEYDAN OKUYUCU BİR DENEME'
Uygulama alanlarında ne tür sonuçlar verdi?
Teritoryal (toprak) özerk bir bölgenin, taşıdığı önemli tehlikelerinden bir tanesi, özerk bölge sınırları içerisinde yeni “azınlıkların” ortaya çıkmasıdır. Hele ki bu, etnik farklılıklar açısından oldukça heterojen bir bölge ise, teritoryal ilkesine göre oluşan bir özerk bölgede, yeni azınlık gruplarının doğması neredeyse kaçınılmaz. Özerk bir bölgeyi temsiliyet açısından demokratik kılacak en önemli kıstas, aynı ulus devlet sorununda olduğu gibi, kimleri dışladığı ve kimleri içe aldığı hususudur. Bu sorunun aşılmasında ve demokratik bir yapının oluşmasında uygulanabilecek bilindik iki önemli araçtan söz edebiliriz. Bir tanesi “ortaklaşmacı demokrasi” yöntemini uygulamak; diğeri ise “kanton yöntemini” uygulamak. Birincisi, daha çok bilinen bir yöntem. Buna göre, özerk bölgedeki farklı etnik, inanç ve kültürel gruplar nüfusları oranında temsil edilirler. Farklı gruplara nüfuslarına göre “kota sistemi” uygulanır. Bu sayede, farklı kimliklerin siyasal alandan ve karar süreçlerinden dışlanmasının önüne geçilmiş olur. Bu örneğin, Belçika’da, Güney Tirol’de uygulanan bir yöntem. İkinci yöntem ise aslında Rojava örneğinden bildiğimiz kanton modeli. Rojava kendi içinde üç kantona (Cizire, Kobanê, Afrin) bölünerek, her bir kantonun demografik yapısına uygun bir yönetim modeli oluşması sağlanmıştır. Bu model de aynı ortaklaşmacı demokraside olduğu gibi farklı etnik, inanç ve kültürel kimliklerin kanton yönetiminde temsil edilmesinin, yönetime katılmasının olanağını yaratmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu için iddialı ve meydan okuyucu bir deneme.
'ROJAVA BAŞARILI OLURSA, ALTERNATİF OLACAĞI GÖRÜLECEK'
Ortadoğu’daki sosyolojik durum göz önüne alındığında; uygulanması mümkün mü, handikapları neler olur?
Gerek kanton gerekse ortaklaşmacı demokrasi modeli, kimliklerin sabitlenmesine, gereksiz bir biçimde güçlenerek siyasal alanı belirlemesine ve toplumsal alanın katı sınır çizgileriyle bölünmesine yol açabilir. Bu eleştiri, özerklik taleplerine karşı da dile getirilmektedir. Yani özerkliğin, toplumsal entegrasyonu zorlaştıracağı, kimliklerin gelişmesine paralel toplumun daha hızlı ayrışabileceği ve bunun ise yurttaşlığın bütünleştirilmesini zorlaştıracağı dile getirilmektedir. Ortadoğu’nun sosyolojik gerçeği malum. Dinsel, mezhepsel, aşiretsel ve etnik kimliklerin kaya gibi sert olduğu bir coğrafya söz konusu. Bu kimliklerin egemen olduğu ulus devletlerin, kendinden olmayana ne tür dışlama, yok etme, ortadan kaldırma ve asimilasyon pratikleri sergilediğini hem geçmişten hem de günümüzdeki uygulamalardan çok iyi biliyoruz. IŞID bir bakıma, Ortadoğu’daki ulus devlet mantığının bir resmidir. Ortadoğu’da ulus devletleri anlamak için IŞID’e bakmak aslında kafi. Emperyal Ortadoğu politikaları da devreye girince bu kimliklerin birbirini ortadan kaldırmak için nasıl sıra beklediğini de görüyoruz. Dolayısıyla Ortadoğu’da kimlikleri güçlendirecek olan değil, geçirgen kılacak, bunları esnetebilecek birlikte yaşama modellerinin bulunması gerekir. Ortadoğu’daki ulus devlet modellerine, aşiret devletlerine karşı şimdilik demokratik konfederalizm dışında sunulmuş bir alternatif de yok. Rojava bu açıdan da önemli bir laboratuvar olacak. Rojava'nın başarılı olması, demokratik konfederalizmin Ortadoğu için bir alternatif olup olamayacağını gösterecek.