İmralı’da hukukun trajikomik tiyatrosu- XIX

“Eğer insandan ve halklardan sayılsaydık ve böylelikle herkes için geçerli olan hukukun eşitliği bana ve halkımıza da uygulansaydı, kesinlikle İmralı türü hukukun en trajikomik bir tiyatrosu gerçekleşemezdi.”

Türk devleti, 15 Şubat 1999’u takip eden günlerde İmralı’da dünyada neredeyse tek örneği olan özel bir ada cezaevi inşa etti. Hiçbir hukuk normunun nüfuz etmediği bu cezaevinin amacı, Kürt Halk Önderi’nin iradesini işkenceyle kırmaktı. Ankara’nın hesapları, dünyadan yalıtılan İmralı’da tutmayacaktı. İlk tavrını Türk devletinin özel seçtiği sorgu elamanlarına karşı sergileyen Kürt Halk Önderi, çözüm ve diyalogun kapısını aralamak için deyim yerindeyse “kılı kırk yarıyordu”.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, sorunların çözümü ve şiddetin bitimi için ezber bozan yeni paradigması için ilk aşamada doğrudan kamuoyuna seslendi; ardından da Kürt Özgürlük Hareketi’ne mektuplar kaleme aldı. Abdullah Öcalan, 31 Mayıs-29 Haziran 1999 tarihleri arasında kaleme aldığı dört mektubu PKK Başkanlık Konseyi’ne gönderdi. Türk devlet yetkilileri ile gerçekleştirdiği temasları, paylaşan Kürt Halk Önderi Öcalan, mektuplardan birisinde siyasi çözüm arayışlarını şöyle dile getiriyordu: “Ben geniş devlet güvenceli kültürel özerklikle, Kürtlerin devletin asli unsuru olduğu hususunun birleştirilmesini öne sürdüm. Bir model geliştirilmesini ilkede yanlış bulmadım. Demokratik bir yerel yönetim, seçim ve siyasi partiler yasasıyla politik çözüme önemli oranda katkıda bulunulacağını tartıştım. Eğer yasal güvence, iş ve benzeri hususlar diğer maddelerle birlikte gündeme gelirse silahlı savaşı sürdürmenin anlamının kalmayacağını ve sürecin politik barışçıl eksende gelişeceğini belirttim. En azından devlet tavrını netleştirinceye kadar bilinen aktif savunmaya, üslenmeye ve eğitime dayalı ateşkes tavrımızın doğru bir tutum olduğunu belirtiyorum.”

NEWROZ’DAN SONRA 8 MADDELİK ÇÖZÜM

Bu arada Kürt halkı ve Kürdistan, direniş bayramı Newroz’a ilk kez önderlerinin esaretiyle giriyordu. Türk devletinin bütün baskı, zulüm ve yasaklarına rağmen Kuzey Kürdistan ve Türkiye metropollerinde yüz binler meydanları doldurmuş, komployu lanetlemiş ve Öcalan’ın özgürlüğünü haykırmıştı. Newroz’u takip eden günlerde Kürt Halk Önderi, 8 maddelik çözüm bildirisi kaleme aldı. Yeni dönem stratejisi o bildiride özet olarak şöyle anlatılıyordu: “1 Eylül 1998 ateşkes süreci her alanda sürdürülsün. Silahlı çatışmalara kalıcı olarak son verilsin. Devlet af ilan etsin. Buna bağlı olarak da PKK kendisini demokratik sistem içinde yasallaşmaya hazırlasın. Türkiye’de ilgili tüm çevreler, uluslararası barış ve insan hakları kuruluşları sürece katkı sunsun.”

PKK Başkanlık Konseyi’nden beklenen açıklama 6 Mayıs 1999’da geldi. Konsey, kamuoyunda hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde Öcalan’a bağlı olduklarını ve geliştireceği yeni dönem stratejisine sadık kalacaklarını deklare etti. Bu arada İmralı’da ikinci ayına giren ağır tecrit, Kürt Halk Önderi’nin sağlığı üzerindeki olumsuz ilk etkilerini göstermeye başlıyordu. Nisan’ın ortalarında avukatlarıyla yaptığı görüşmede şöyle diyordu: “Fiziksel olarak iyi değilim, tecrit durumu beni zorluyor, zayıflıyorum, ellerimde titreme oluyor, sağlığım elden gidiyor.”

‘İMRALI TİYATROSU’NDA İLK PERDE

İmralı’da kurulan rejimin bağlı olduğu Başbakanlık Kriz Merkez Yönetimi de Kürt Halk Önderi’nin “İmralı tiyatrosu” olarak isimlendirdiği yargılama süreci için 24 Mart 1999’da düğmeye bastı. Yetki bakımından mevzuata göre yargılamanın yapılması gereken yer Amed olması gerekirken, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yapıldı, üstelik yargılama Kürt Halk Önderi’nin tutulduğu İmralı Adası’nda gerçekleşecekti. Türk devletinin kendi yasalarını da ayaklar altına alacağına dair çok sayıda emare yeteri kadar daha o günlerde vardı. İşte 1 Mart 1999 günü İnsan Hakları Derneği’nin genel merkezinden yapılan açıklamada İmralı’da baş gösteren hukuksuzlar şöyle anlatılıyordu: “Öcalan ile görüşmek isteyen avukatlar, yasak bölgeye gidecekleri ve Öcalan yasak bölgede statüsü belirsiz bir binada tutulduğu için idari makamlardan izin almak zorunda bırakılmaktadırlar. Böylece yasaların öngörmediği ve vermediği bir yetki idari ajanlar tarafından kullanılacaktır. Örneğin, avukatın İmralı’ya gidebilmesi için Bursa Valisi’nden izin alması gerekecektir. Oysa avukatın müvekkili ile görüşmesi yargısal süreçle ilgili bir faaliyettir. Buna idarenin bir parçası olan vali ya da herhangi bir idari yetkilinin karışması kabul edilemez. Bursa Valisi’nin medyaya yaptığı açıklamalara bakılırsa bu konuda yetki kullanmamakta, Ankara’dan mahkemeden yazılı izin şartını öne sürmektedir. Belirtilen durumda, yasalarda yer almayan bir yetki karmaşası yaratılmakta, savunma görevi izne tabi kılınmaktadır. İdare ya da mahkeme, sanığı kimlerin savunacağına karışabilmektedir. Herhangi bir avukatın, Öcalan’ın avukatlığını üstlenmek ve konuyu Öcalan ile konuşmak üzere İmralı’ya gitme olanağı, tüm bu keyfi ve hukuksal temelden yoksun uygulamalarla ortadan kaldırılmaktadır.

Savunmaya getirilen kısıtlamaları ve zorlukları, İmralı’ya gidiş ve dönüş saati belirsiz deniz araçlarının dışında da saymak olanaklıdır. İdari yetkililer, elleriyle kurt işareti yapan bir siyasi partinin taraftarlarının toplanmasına ve halktan kişileri kışkırtmalarına olanak sağlamakta ve bu durum savunma görevi üstlenen avukatların linç edilmeleri sahnelerine dönüşmektedir. Televizyon kameralarındaki görüntüler, halktan kişilerin değil, Türkiye’de ırkçı faşist olarak bilinen kesimin sembolleriyle birlikte yansıyan görüntüleridir. Bursa Valisi bu görüntüleri halkın olağan tepkileri olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla savunmanın büyük bir baskı ve tehdit altında olduğu açıktır.

Abdullah Öcalan’ın tutulduğu İmralı Adası yasak bölge ilan edilmiştir ama o yasak bölgede tutulduğu mekan tutukevi midir, hastane midir, yoksa sürekli bir sorgu ve gözetim evi midir, belli değildir. Türk Hukuk Mevzuatına göre, tutuklular iki yerde tutulabilirler, a) Tutukevinde, b) hastahanede, tutuklu koğuşlarında. Bundan başka bir yerde tutulamazlar. Tutukevinde tutulabilmesi için, tutulduğu yerin Adalet Bakanlığı tarafından tutukevi olarak ilan edilmesi, cezaevi müdürünün ve personelinin olması ve cezaevinden sorumlu bir savcının ve Başsavcının olması gerekir.

Yasak Bölge ilan edilen İmralı Adası’nda, Adalet Bakanlığı tarafından bir bina tutukevi olarak ilan edilmemiş, bir ceza ve tutukevi müdür ve personeli atanmamış ve görevlerinin başında bu sıfatla bir personel bulunmamaktadır. Oysa Abdullah Öcalan, yasal statü olarak tutukludur. Tutukluların sahip olduğu haklara sahip ve o hakları kullanabilir durumda ve olanaklara sahip olması gerekir. Öcalan’ın bir tutukevinde tutulmadığı, Genel Kurmaya bağlı görevlilerin sürekli sorgu, gözetim ve denetiminde olduğu, sağlık sorunları da dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarının askeri yetkililer tarafından sağlandığı, avukatının açıklamaları ve yargıç tarafından tutulan tutanakla ve kendisini muayene eden askeri hekimlerin beyanları ile açığa kavuşmuştur.”

KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN, ÇÖZÜM VE BARIŞI ÖNERDİ

İnsan hakları örgütlerinin bu uyarılarını kulak ardı etmeyen Türk devleti, 31 Mayıs 1999 tarihinde yargılamanın startını verdi. Avukatların saldırıya uğramasından, dosyayı alamamalarına, her türlü hukuki başvurularının reddine varana kadar, tam anlamıyla savunma hakkının yok sayıldığı bu süreçte yargılama daha başlamadan idam cezası Ankara’da sıkça tartışılıyordu. En başından son aşamasına kadar hukuksuz bir şekilde gerçekleşmesine rağmen Kürt Halk Önderi mahkeme heyetine barış ve çözüm konusunda önerilerini şöyle dile getiriyordu: “Demokratik çözümün zemini vardır. Karşılıklı inatlaşma gereksizdir. Türkiye büyük tehlikelerden korunma dışında, bunu yeni güç kaynağına dönüştürme şansına da sahiptir. PKK’nin askeri savaş olanakları içte ve dışta Türkiye’nin hizmetine girecektir. Türkiye’nin, Avrupa başta olmak üzere yeni mevzilere girerek bölgede gerçekten lider ülke konumuna yükselmesi, bu çatışma ortamından kurtulmasına bağlıdır. PKK’nin siyasi varlığına bu yönde çözüm Türkiye’nin en önemli kazanımı olacaktır. PKK’nin küçümsenmesi nasıl büyük kayıplara yol açtıysa, doğru ele alınması da o ölçüde büyük güce kavuşmayı sağlayacaktır.”

9 DURUŞMA SONRASI İDAM KARARI

Siyasal, askeri ve entelektüel bütün otoriteler tarafından formalite olarak nitelendirilen 9 duruşma sonucunda Türk mahkeme heyeti, idam kararını 29 Haziran 1999 günü açıkladı. Bu tarih şüphesiz tesadüf değildi. Kürt Halk Önderi için idam kararının verildiği o günden 74 yıl önce, yani 29 Haziran 1925’te yine benzer şekilde kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde verilen karar sonucu bir başka Kürt lider olan Şêx Said idam edilmişti. Ancak ne dünya 1920’lerin dünyasıydı, ne de Kürt eski Kürt’tü.

İdam kararı Kürdistan’ın dört parçasında Kürtlerde büyük öfkeye yol açarken, dünya kamuoyundan da ardı ardına kınama açıklamaları geldi. İmralı’daki idam kararından bir gün sonra yargısız, sorgusuz ve keyfi infazlar konusunda çalışan Birleşmiş Milletler Özel Raportörü, Türk hükümetine bir mektup gönderdi. Mektupta bir ölüm cezasının uygulanmasının yaşam hakkını ihlal ettiğine işaret edilerek, “Karardan vazgeçin” çağrısı yapılıyordu. Aynı şekilde Uluslararası Af Örgütü de İmralı’da görülen davanın gerek Türk yasaları gerekse adil yargılama konusundaki uluslararası standartları ihlal ettiğine dikkat çekerek, verilen ölüm cezasına kayıtsız koşulsuz karşı çıkıyordu.

Bütün uluslararası gözlemcilerden ve Batılı ülkelerden böylesine açıklamalar gelirken, ilginçtir İmralı’daki yargılamayı beğenen tek ülke ABD oldu. İmralı’daki yargılama ve verilen karara ilişkin ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Parris, şöyle diyordu: “Öcalan adil bir yargılama sürecinden geçti. Türk yargısının aldığı karara müdahale edilemez. ABD’nin yargılamayla ilgili şüphesi yok.”

KÜRT HALK ÖNDERİ ÖCALAN’IN O YARGI GÖSTERİSİNİ DEĞERLENDİRMESİ

Kürt Halk Önderi ise 2001’de “AİHM Savunmaları- Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” adıyla yayınlanan savunmasında, yargılama sürecine ilişki şu değerlendirmelerde bulunacaktı: “İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olmaması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ye aykırı birçok yönü olduğu AİHM’ye de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlayan senaristleri ve yönetmenleri dışında bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmının oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir ‘demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı’ olarak vermem, bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre ne materyal ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı.

Eğer insandan ve halklardan sayılsaydık ve böylelikle herkes için geçerli olan hukukun eşitliği bana ve halkımıza da uygulansaydı, kesinlikle İmralı türü hukukun en trajikomik bir tiyatrosu gerçekleşemezdi. Sorun en amansız koşullarda yargılanmamdan ve bu yargılamanın AİHS’nin birçok maddesine aykırı gerçekleştirilmesinden kaynaklanmıyor.

YALNIZCA HUKUK CİNAYETİ DEĞİLDİR

Bu hususlar da önemli olmakla birlikte gerekli şekle ilişkin basit ayrılıklardır. Hukukun en temel ilkesi objektifliktir. Hukuk niyetlere, öznel iddialara dayanmaz. Bunu söylerken çağdaş hukuktan bahsediyorum. Yoksa ilahi hukuk kökenli devlet emirlerine hukuk denilemeyeceği açıktır. Bu anlamda hukuktan değil, kendini ilahi kökenli sayan zalim ve yalancı görüşün iğfal, işgal ve imhasından bahsedilebilir. Benim İmralı yargılanmam yalnız bir hukuk inkârı ve cinayeti değildir, aynı zamanda çok daha tehlikeli ve gizli amaç olarak gördüğüm gerçeklerin yok edilmesine aracı kılınmak istenmiştir.

Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa, Anadolu ile Grek coğrafyaları tam bir tiyatro görünümünde sergilenen İmralı tiyatrosunun arka cephesini oluşturmaktadır. Dikkatlice bakmasını bilen sıradan biri bile, bu yargısal tiyatronun senaryosunu kimler yazdı, belli başlı roller nasıl paylaşıldı, aktörler ve figüranlar kimlerdi, seyirciye hangi mesajlar sunulmak istendi sorularını sorup cevap aramak durumunda kaldığını inkar edemez.”

Yarın:  PAJK Meclis Üyesi  Helin Ümit ile hamle üzerine röportaj..