Şerik: Öz yönetim direnişi yayılırsa AKP büyük kaybedecek!

PKK Merkez Komite Üyesi Şerik, öz yönetim direnişinin yayılması halinde AKP'nin büyük bir kayıp yaşayacağına dikkat çekti. Her yerin Cizre ve Sur gibi direnmesi ve YPS'ye katılımların olması gerektiğini söyledi.

PKK Merkez Komite Üyesi Şerik, öz yönetim direnişinin yayılması halinde AKP'nin büyük bir kayıp yaşayacağına dikkat çekti. Her yerin Cizre ve Sur gibi direnmesi ve YPS'ye katılımların olması gerektiğini söyleyen Şerik, "Hem öz yönetim direnişini yaygınlaştırmak hem de Cizre, Sur gibi yerlerde uygulanan Türk devlet faşizmine karşı gidip oralarda savaşmak dahil her türlü serhildanı geliştirmek gerekir" diye çağrı yaptı. Türkiye devrimcilerine de seslenen Şerik, "Bu mücadele dünyanın her yerindeki antikapitalistlerin, sosyalistlerindir ve mutlaka başarıya ulaşması gerekir" dedi. Türk devletinin, kendi yansıttığı gibi bir başarısı olmadığına işaret eden Şerik, "NATO’nun 2. büyük ordusu olan Türk ordusu en kirli yöntemleri kullanmasına karşın 6 aydır birkaç ilçedeki direnişi bile kıramamıştır" diye konuştu. Şerik, uluslararası güçlerin yaklaşımlarını da değerlendirdi.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, öz yönetim direnişleri, AKP’nin Kürdistan’da yürüttüğü soykırım saldırıları ve özel savaşı ile demokratik ve sol çevrelerin sorumluluklarına ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı.

'EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR SAVAŞ'

Dünya ve Türkiye’de gelişen psikolojik özel savaş üzerine araştırmalarınız olduğunu biliyoruz... Türk devletinin 6 ayı aşkın bir süredir Kürdistan’da öz yönetim ilanları yapmış olan bazı ilçelere dönük kuşatma ve savaşı sürüyor ama sonuç alamıyor. Bir türlü kırılmayan öz yönetim direnişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürdistan halkının öz yönetim direnişleri 6 ayı aşkın bir süredir fiilen öz savunma biçiminde devam ediyor. Öncelikli olarak böyle bu direnişi geliştiren halkı, orada mevzilerde direnenleri saygıyla selamlıyorum. Bir yanda tanklar, keşif uçakları ve helikopterler, öldürmeye göre güdümlenmiş ve eğitilmiş güçler ve bunların tüm imkânlarla beslenmesi var. Bunlar karşısında ise ellerindeki çok kıt imkânlara rağmen inançlarıyla bütünleşerek direnen insanlar var. İmkânlar ve teknik olarak savaşan iki güç arasındaki güç dengesizliğiyle dünyada eşi görülmemiş bir savaş. Bu savaşın bir tarafı Türk devleti diğer tarafı ise sadece özgürlük ve demokrasi güçleri. Kobanê’deki durumdan bile farklı. Kobanê’de uluslararası alanda DAİŞ’e karşı verilen bir mücadele vardı. DAİŞ’e karşı mücadele eden güçlerin kendisini uluslararası alanda görünür kılma ve destek bulma olasılığı çok fazlaydı. Ama Bakurê Kürdistan’da böyle değil. Türk devletinin yaygın bir biçimde yürüttüğü bir psikolojik savaş var ve bununla birlikte yürüttüğü bir düşünsel abluka da var.

Kürdistan’da taraflar arasındaki güç dengesizliğine rağmen kıran kırana yürüyen bir mücadele var. Katliam gerçekleşiyor, cenazeler günlerce sokaklarda kalıyor, yaralılara insani ve tıbbi müdahale yapma koşulları ortadan kaldırılıyor, cenazelere işkence yapılıyor, uzuvları parçalanıyor. Son derece kirli ve vahşi bir özel savaş yürütülüyor. Ana rahmindekiler de dahil çocuklar öldürülüyor, yaşlılar katlediliyor. Elinde beyaz bayraklarla ambulanslara yürüyen insanlar öldürülüyor. Öyle ki sadece 'sokağa çıkma yasakları' değil, dünyada eşi benzeri bulunmayan, 'pencere kenarlarına çıkma yasakları' getiriliyor! Gazze’de İsrail’in, Saray Bosna’da Sırpların yaptıkları bunların yanında solda sıfır kalır! Bu noktada Erdoğan’ın “Biz bir arı gibiyiz. Çiçeklerin özlerine konar, onların özlerini alır ve bal haline getiririz” sözlerini iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir. Dünyanın değişik yerlerinde uygulanan özel savaş taktiklerinden kendileri için sonuçlar çıkarıyorlar. Yani üzerlerine kondukları çiçek dünyanın değişik yerlerinde uygulanan özel savaş deneyimleridir. Yine bal dedikleri de bunlardan çıkardıkları sonuçtur. Olsa olsa eşek arılardır! Onlar da bal yapmazlar, güçlü zehirleriyle insanları, canlıları öldürür, tüketirler.

‘DEVLETİN EN TEPESİ KOORDİNE EDİYOR

AKP Kürdistan’da egemenlerin yürütmüş olduğu savaşta siyasal iradeyi temsilen ortaya çıkmıştı. Ama şimdi sadece siyasi irade temsili değil, aynı zamanda askeri komutanlığını da yapıyor. Erdoğan’ın başkanlık sistemini dayatmasının nedeni savaşı tek merkezden komuta etme ihtiyacının bir sonucudur. Şu anda Meclis'i baypas ederek her hafta muhtarlarla yapmış olduğu toplantının nedeni de budur. Yani ara kesimleri, orta bürokrasiyi işlevsizleştiriyor, direkt halkın muhatabı haline geliyor. Ona dayalı olarak kitle desteği bulmayı hedefliyor. Yine Kürdistan’da yürütülen savaşın komuta merkezi Genelkurmay Başkanlığı ya da bölgelerdeki ordu komutanlıkları değildir, Erdoğan’dır. Direkt Erdoğan’a tekmil veriyorlar, katliamlara başlamandan önce ondan talimat alıyorlar. Ve bunlar ordu içerisindeki hiyerarşinin de dışına çıkmışlar. Ordu içerisindeki hiyerarşiyle bir alakası yok. Geçmişte JİTEM vardı, halen de var. Adam binbaşıdır ama bir generalden daha yetkilidir. Kimse ona karışamıyor. O dönemin kontrgerilla gücü JİTEM de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne bağlıydı, bugünün JİTEM’i de. Bu Cumhurbaşkanlığı Sekreteri de Cumhurbaşkanı'nın kontrolündekidir. Yani Kürdistan’da yürütülen savaş ordu ve ordu bürokrasisinin dışında, direkt devletin en tepesinden koordine edilen ve yürütülen bir savaştır. Bugün de bu Erdoğan’dır ve devletin her şeyine hakim hale gelmiştir. Kürdistan’da yürütülen savaş onun kontrolü altında yürütülüyor. O açıdan Kürdistan’da akan her damla kandan Erdoğan sorumludur.

'DÜŞÜNSEL ABLUKA İLE GERÇEK GİZLENMEK İSTENİYOR'

'Düşünsel abluka' dediniz... Bunu biraz açar mısınız?

Bugün yürütülen özel savaş sadece askeri güçle yürütülmüyor. Erdoğan öncülüklü Türk devleti düşünsel bir abluka oluşturuyor. Kürdistan’da yaşanan katliamlar ve öz yönetim direnişinin uluslararası kamuoyu ve Türkiye halklarına yansımaması için basın-yayın üzerinde bir abluka oluşturuyor. Türkiye basınında ve kamuoyunda kapitalist modernist güçlerin de temel argümanlardan biri olarak kullandığı “terör” argümanı çokça kullanılıyor. Erdoğan ve AKP’si geçmişte kendilerini eleştiren birçok basın kuruluşunu kontra güçlerle tehdit ederek teslim aldı. Can Dündar gibi teslim alamadıklarını tutukladı, gerçekleri aktarmak isteyen gazeteciler üzerinde çok yoğun bir baskı ve tehdit uyguluyor. Çünkü Kürtlerin en meşru hak olan öz yönetimleri için direnişini hem Türkiye halklarına hem de uluslararası kamuoyuna “terör” olarak yansıtmaya çalışıyor. Bu yöntemi İngiltere de İRA’ya karşı kullanmıştı. Mesela katliamları yansıtmazken, bu direnişte ölen özel harekâtçıları katil değil de 'terör kurbanı' veya 'vatan kahramanı' gibi göstermeye çalışıyor. Yine biz biliyoruz ki Kürdistan’a cinayet işlemek için gönderilen özel harekâtçıların birçok kaybı var. Bunlar, kıt imkanlarla da olsa onurlu Kürdün geliştirdiği direniş karşısında çaresiz kalıyor. Tankları-topları, arkasına saklanarak kahramanlık yaptıkları zırhlı araçlarına rağmen çaresiz kalıyorlar. Hatta bunlar içinde bile istifa edenler çıkıyor. Ama tüm bunlar toplumdan gizleniyor. Çünkü yaratılmak istenen algı, “bölücü teröristler kahraman ordumuz, askerimiz, polisimiz tarafından bertaraf ediliyor” şeklindedir. Ama Türk devletinin, bilgi-iletişim çağı olarak da adlandırılan 21. yüzyılda bu yöntemlerle sonuç alması mümkün değil. Bir yerde yaşanan bir olay artık oraya hapsedilemiyor. Anında dünyanın her tarafına yayılabiliyor. Bunda da sosyal medya önemli rol oynuyor.

‘PARALI ASKERLER SAVAŞIYOR’

Peki gerçekte, Türk devletinin, yansıttığı kadar bir gücü var mı?

Türk devleti bu özel savaşı yürütürken kamuoyuna yansıtmak istediği gibi güçlü falan da değildir. Mesela Türk devleti tüm bunları yaparken Türkiye toplumunda tarihinden bu yana oluşturulan çarpık devlet algısına kendini dayandırmak istiyor. Yani Türkiye toplumunda devlet kutsanmış. Derler ya, “ya devlet başa ya kuzgun leşe." Yani bir anlamda devlet, 'baba' olarak algılanmış. Ama bugün Türkiye toplumu eskisi gibi değil. Tarihsel olarak bunun temelleri var fakat bu Türkiye toplumunda da aşılıyor. Bir zamanlar “ya devlet başa ya kuzgun leşe” derken şimdi, “devlet malı deniz yemeyen keriz” diyorlar. Bunlar birbiriyle çelişiyor. “Devlet malı denizdir” sözü bugünkü devlet gerçeğini anlatır. Yani devlet ve devlet kuruluşları birer arpalık haline gelmiştir. Bu özellikle de AKP hükümeti döneminde çok fazla gelişmiştir. Bugün Türkiye toplumunda AKP ve Tayyip’in yaptığı hırsızlıkları duymayan kalmamıştır. Yani Türkiye toplumu bugün bilinçsizdir, yozlaştırılan yönleri var fakat Tayyip’in öyle güveneceği, sonuna kadar bu devlete bağlı bir toplum da değildir. Yine bir zamanlar Türklerin yurtlaşmasında önemli rol oynayan askeri güçleri de eskisi gibi değil. Şimdi Kürdistan’da savaşı yürütenler paralı askerlerdir. Yani devlet 5 bin lira verdiğinde onun için savaşıyorsa sen 10 bin lira verdiğinde senin için savaşırlar. Mesela Kürdistan’da Kürt halkına karşı savaşıp ölen özel harekâtçılardan birinin annesinin televizyondaki konuşması çok dikkatimi çekti. “Orada gidip savaşanlar, fakir-fukara çocuklarıdır. Yapacak başka bir iş yok ki, ne yapsınlar” diyordu. Yani karnını doyurmak için kendini satmadır ve bunu halk söylüyor. Karnını doyurmak için kiralık katillik yapıyor. Kürdistan’da savaş yürüten güçler böyledir. O nedenle böyle güçlerin Kürt halkı gibi tüm kıt imkânlarına rağmen inanarak direnen bir halkı yenilgiye uğratması mümkün değildir. Ondandır ki NATO’nun 2. büyük ordusu olan Türk ordusu en kirli yöntemleri kullanmasına karşın 6 aydır birkaç ilçedeki direnişi bile kıramamıştır.

‘ULUSLARARASI GÜÇLER, SİSTEMLER SAVAŞI OLDUĞUNUN FARKINDA'

İnsan hakları ve demokrasinin öncülüğünü yaptığını iddia eden batı veya genel olarak uluslararası camianın, soykırım saldırılarına karşı tavır ve politikalarını nasıl ele almak lazım?

Sırplar Bosna Hersek’te katliam gerçekleştirirken dünya ayaklanmıştı ve bu uluslararası güçlerin müdahale gerekçesi olmuştu. Gazze’de Filistinliler abluka altında katledilirken Müslüman dünyası harekete geçti. Ama Kürdistan’da yaşanan bu katliamlar karşısında ne Müslüman dünyası ne de uluslararası güçler harekete geçiyor. Mesela uluslararası güçler, Afganistan’da Taliban ile rejim arasında bir mutabakatın oluşması için projeler geliştiriyorlar, her iki tarafın önüne de somut taslaklar koyarak “bunun üzerinden sorunlarınızı çözün” diyorlar. Ama aynı uluslararası güçler Kürdistan’da bu kadar katliam gerçekleşirken Kürtlerin ve kendi kamuoylarının tepkisiyle, devletsel çıkarları arasında bir denge kurmaya çalışıyorlar. Burada bu tavırlarından da devlet gerçeğinin iyi anlaşılması gerekiyor. Devlet gerçeği budur. Devlet bir yönetim biçimidir. Öz yönetimler de bir yönetim biçimidir. Devlet öz yönetimlerin gasbıdır. Doğal olarak halk, gasp edilen kendi hakkını elde etme mücadelesi içine girdiği koşullarda devletin bunu kabul etmesi ve desteklemesi zaten mümkün olmaz. O açıdan devletin ve uluslararası güçlerin öyle bir tutum içerisine girmesini anlamak gerekir. Zaten böyle bir gerçeklik içerisinde devletlerin ve uluslararası güçlerin öz yönetim direnişini desteklemesini beklemek mümkün değil. Onun için “PKK, Kürtler demokratik özerklik ilanlarından vazgeçsin” şeklinde çağrıları var. Yine kendi kamuoylarından yükselen tepkiler nedeniyle de işte Türkiye’yi kınama şeklinde açıklamaları oluyor. Ama bunların pratikte hiçbir karşılığı yoktur. Sadece kamuoyundaki gerilimi yumuşatmaya ve rahatlatmaya dönüktür.

Yani, önce kendi çıkarlarını -sistemlerini- gözetiyorlar...

Uluslararası sermaye güçleri ve devletler Rojava ve Bakurê Kürdistan’daki savaşın sadece Kürtler ile Türk devleti ve DAİŞ arasında olmadığını çok iyi biliyorlar. Onlar şahsında iki paradigmanın, iki ayrı yaşam biçiminin ve sistemin savaşı olduğunu görüyorlar. Yani bir tarafta küresel sermaye güçleri, statükocu devletler, vahşi iktidar güçleri ve işbirlikçilerinden oluşan kapitalist modernist güçler diğer yanda da öncülüğünü örgütlü Kürdün yaptığı demokratik uygarlık güçleri. PKK, PYD, YPG, YPS’ye yaklaşımlarını buna göre stratejik olarak belirliyorlar. Karşıtlık temelinde ele alıyorlar ve PKK ile bu anlamda bir uzlaşmazlık içerisinde olduklarını kendileri söylüyorlar. Şimdi DAİŞ’e karşı PKK ve PYD etkili mücadele veriyor. Yine PKK’nin yürütmüş olduğu mücadele Ortadoğu’nun o statükocu güçlerini zorluyor. Bunu göz önünde bulunduruyor ve bu noktada kabul ediyor. Ama daha temkinli ve duyarlı hareket ediyor ve ciddiye alıyor. Mevcut durumda PKK’ye yönelik mesafeli açıklamalar yapıyorsa, onu karşısına almak istemiyorsa nedeni bu. Yoksa başka bir neden söz konusu değil.

‘KÜRTLERİN DAHA FAZLA GÜÇLENMESİNİ İSTEMİYORLAR’

Ama diğer yandan da denge politikası yürütüyorlar. Yani bir yandan PKK ve PYD’nin mücadelesinin DAİŞ ve Türkiye gibi güçleri zorlaması, geriletmesini kendi çıkarlarına uygun buluyorlar diğer yandan da PKK ve PYD’nin fazla güçlenmesini, demokratik komünal sistemin Ortadoğu geneline yaygınlaşmasını istemiyorlar. Aslında PKK mücadelesinin Türkiye’yi zorlaması onların Türkiye’yi kendilerine biraz daha fazla bağlamalarına ve ona göre dizayn etmelerine neden oluyor. Çünkü Türk devleti sorunu kendi içinde barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözmek yerine onlara daha fazla taviz vermeyi ve kendini daha fazla satmayı tercih ediyor. Böylece hem Türkiye’yi kendilerini bağlıyorlar hem de Türkiye’ye PKK ve Kürtleri ezmesi için destek veriyorlar. Zaten şunu unutmamak gerekir ki, Kürt sorununun yaratıcısı da 20. yüzyılın İngilteresi, Fransasıdır. Lozan Antlaşması ile Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesinin, faşist Türk ulus devletinin ve bunun karşısında gelişen isyanların kanla bastırılmasının mimarları bunlardır. Mesela PYD ve YPG’nin DAİŞ’e karşı yürüttüğü mücadeleyi fiilen tanıdılar. Koalisyon güçlerinin bu noktada YPG’ye verdiği bir hava ve teknik destek oldu. Ama daha fazla güçlenmesini istemiyorlar, çünkü kendi çıkarları açısından oradaki diğer güçleri yani iktidar güçlerini de gözetiyorlar. Örneğin uzun süredir koalisyon güçleri ve YPG’nin Cerablus’a operasyon geliştirerek orayı DAİŞ’ten temizlemesi gündemde ama bu noktada da YPG ve PYD’ye “Burada durun. Çok hızlı ilerlediniz” diyerek bu operasyonu hep geciktirdiler. Çünkü onun daha fazla güçlenmesini istemiyorlar. Yine Cenevre 3 görüşmelerine PYD eş başkanlarının davet edilmemesi ama bazı cihatçı güçlerin davet edilmesinin nedeni de bu. Sistemsel olarak karşıtlar ve fiili olarak tanımak zorunda kalmalarına karşın siyasi statünün kazanılmasını ve daha fazla güçlenmesini istemiyorlar.

'ÖZ YÖNETİM DİRENİŞİ TÜM ANTİKAPİTALİSTLERİNDİR'

Uluslararası güçler kadar demokratik modernite güçleri de Kürdistan’da yürüyen bu savaşın iki karşıt sistem ve modernite savaşı olduğunun farkında mı? Bu noktada demokratik güçlerin Bakurê Kurdistan’daki öz yönetim direnişini sahiplenme ve Türk devletinin soykırım saldırılarına tepki verme düzeylerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tepki vermeye başladılar, olumludur. Yeterli midir? Hayır. Yeterli hale gelmesi kendi egemenlerinin, kendi devletlerinin Kürdistan’daki işlenen suçlara ortaklığını ortaya koyarak ona karşı mücadele etmekle mümkündür. Örneğin Vietnam Devrimi sürecinde ABD uçakları Vietnamlıları katlettiğinde Amerika’da halk ayaklanmıştır ve büyük kitle gösterileri yaşanmıştır. Yine Cezayir’de Fransız sömürgecileri büyük katliamlar gerçekleştirdiğinde Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir’ın da içerisinde olduğu aydınlar kendi sömürgeci rejimlerine karşı büyük gösteriler gerçekleştirmiştir. Dünyanın birçok ülkesinde halklar bu ülkelerdeki halkların özgürlük mücadelesini sahiplenmişler ve kendi mücadeleleri olarak görmüşlerdir. Kürdistan’da gelişen öz yönetim direnişleri de bu şekilde kabul görebilmelidir. Hatta sadece kendi sistemlerine karşı geliştirecekleri mücadele boyutuyla da bu sınırlı kalmamalıdır. Daha da yaygınlaşmalı ve genişlemelidir. Mesela Avrupa’da 2. Dünya Savaşı öncesinde cumhuriyetçilere karşı iktidarı ele geçirmeye çalışan Franco, İtalya’da iktidar olan Mussolini, Almanya’da iktidar olan Hitler kendi halklarının başına bela oluyorlar. İspanya’da cumhuriyetçiler 2. Dünya Savaşı öncesi Franco’ya karşı direniş başlatıyor. İspanya’daki cumhuriyetçilerin Franco’ya karşı direnişi dünyanın birçok yerindeki aydın, demokrat, sosyalist kişilerin de kendi mücadelesi olarak kabul ettikleri bir mücadele haline geliyor. Dünyanın birçok yerinden insanlar İspanya’ya gidiyor ve cumhuriyetçilerin saflarında enternasyonalist tugaylar oluşturarak Franco faşizmine karşı büyük mücadeleler geliştiriyorlar. Birçok yerden devrimciler ve demokratlar bir yerde devrim geliştiği zaman o mücadeleyi kendi mücadelesi olarak görüp, oraya giderek aktif katılım sağlıyorlar. İşte özyönetim direnişleri de uluslararası alanda böyle bir anlam kazanabilmeli.

Herkesin bu direnişi iyi analiz etmesi ve anlaması gerekiyor. Bugün Kürdistan’da süren direniş sadece Kürdistan halkının değil; toplumun kendi öz yönetimine sahip çıkma mücadelesidir. kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin kendini kurumsallaştırma ve somutlaştırma mücadelesidir. İşte dünyanın neresinde olursa olsun demokratik uygarlık güçleri ve devrimciler bunun bilincinde olmalıdır. Fakat bu bilinç şu an zayıftır. Bu mücadele dünyanın her yerindeki antikapitalistlerin, sosyalistlerindir ve mutlaka başarıya ulaşması gerekir. Zaten önünde başarısızlık gibi bir seçenek de yoktur. Ve ulaşacağı bu başarı aynı zamanda tüm dünya halklarının ve insanlığının da başarısı haline gelecektir. Tüm dünya devrimcilerinin, halklarının, sosyalistlerinin bunu görerek Sur, Cizre, Silopi’de öne çıkan, giderek Kürdistan’da yaygınlaşan öz yönetim direnişleri içerisinde yerlerini alarak onu sahiplenmeleri gerekir. Bu gerçekleştiğinde aynı zamanda hem kendi rejimleri üzerinde baskı oluştururlar hem de daha somut olarak Kürdistan’da öz yönetim direnişlerinin başarısında katkı sahibi olurlar. Bunu hiç yapmıyor değiller ama yetersizdir. Örneğin Kobanê’de ilk aşamada destekleri bireysel kaldı ama daha sonra bunlar çoğaldı ve enternasyonalist tugayların oluşumuna kadar vardı. Şimdi mevcut durumda Bakurê Kurdistan’da daha yaygın bir hale getirilebilir. Çünkü var olan mücadele, mücadelenin etkisi ve bunun uluslararası alanda neden olacağı gelişmeler ister istemez böyle bir mücadelenin gelişmesine çok daha uygun koşullar yaratıyor. Uluslararası alanda antikapitalist kesimlerin mutlaka yaşanan toplumsal sorunlarda ve Kürt sorununda kapitalizmin rolünü görmeleri ve bunun karşısında Bakurê Kürdistan’daki direnişin yanında saf tutması gerekir.

'TÜRKİYE TOPLUMU İÇİN DE BİR PRANGADIR’

Direniş, Türkiye kamuoyu için ne anlam taşıyor?

Kürdistan’da gerçekleşen mücadele Türkiye halklarının mücadelesidir. Çünkü Kürdistan’ın sömürge statüsü Türkiye toplumunun da ayağına takılan bir prangadır. Türkiye’deki ırkçılığın, faşizmin körüklenmesindeki temel propaganda malzemesidir. O prangayı parçalamadan, beyinlerdeki ırkçılığı yıkmadan Türkiye toplumunu özgürlük mücadelesine kaldırmak o kadar kolay değildir. Toplum özgürleştikçe mücadele eder, özgürleşmeyenin mücadelesi olmaz. O açıdan özgürleşmeyle mücadele birliktedir. Buradaki özgürlük mücadelesi de Türkiye toplumunun ayağına o prangayı takanlara karşı mücadeledir. O prangayı takanlar Türk devleti ve egemenlerdir. Buna karşı bir mücadeledir. Yani Türk devletinin söylediklerinin tersini söylemek ve yaptıklarının tersini yapmakla mümkündür. Türkiyeli devrimci ve demokratların mutlaka bunu görmesi gereklidir. Kürdistan’da yaşanan katliamlardan rahatsız oluyorlar ve tepki duyuyorlardır ama bunu ortaya koyabilmeli ve mücadele gücüne dönüştürmeliler. Kendi içinde rahatsızlık ve tepki duymanın pratikte hiçbir anlamı yoktur. Bu sadece katliamı gerçekleştirenlere güç verir ve cesaretlendirir.

Türkiyeli devrimciler, demokratlar nasıl bir mücadeleyle öz yönetim direnişini Türkiye halklarının da direnişi haline getirebilir?

Öncelikle yaşanan durumu ve geçmiş mücadele tarihini iyi analiz edebilmeleri ve öz yönetim direnişini kendi mücadeleleri olarak görmeleri gerekir. Eğer bu yapılmazsa Türkiye toplumu büyük kaybeder. Kürdistan halkı on yıl sürdüreceği savaşı belki yüz yıl belki de yüzyıllar boyunca sürdürür. Ama bu savaş böyle sürerken büyük kaybeden Türkiye toplumu olur. Çünkü devlet bu savaşı sürdürürken temelde sömürdüğü, güç aldığı Türkiye halkının kendisidir. Türkiye halkının evlatlarını ve vergi olarak aldığı haracı bu savaşta kullanacak. Bu Türkiye halkının daha fazla sömürülmesi demektir. Bu noktada Türkiye devrimci hareketleri, demokratik güçler, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin güçlerini birleştirmeleri, birlikte mücadele yürütmeleri gerekir. Örneğin eğer 12 Eylül Darbesi öncesi Kürdistan devrimcileriyle Türkiye devrimcileri birlikte mücadele etselerdi 12 Eylül olmazdı. Ya da olsa bile mücadeleyle 12 Eylül’ü geriletir ve çözerlerdi. Yine 7 Haziran seçimleri öncesinde Türkiyeli demokratik devrimci güçler kısmen de olsa HDP içinde yer aldılar, birlikte hareket ettiler. Muazzam bir sonuç ortaya çıktı. Ama 7 Haziran sonrası AKP darbe gerçekleştirdi. O darbeye karşı seçim sonuçlarını savunamadılar. Savunan Kürtler ve Kürt Özgürlük Hareketi oldu. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi ve demokrasi hareketiyle birlikte Türkiye devrimci güçleri de AKP’nin darbesine karşı bir direniş içerisine girseydi, 7 Haziran seçim sonuçları kabul ettirilirdi, Meclis, 'kurucu Meclis' haline gelirdi.

‘ÖZ YÖNETİM DİRENİŞİ TÜRKİYE TOPLUMUNA KAVRATILMALI'

AKP’nin 7 Haziran seçim sonuçlarını gasp etmesine karşı Kürt özgürlük güçleri öz yönetimlerini ilan ederek direndiler. Kürtler macera olsun, diye barikat oluşturup hendek kurmadı. Böyle algılayanlar var. Yerelde halk meclislerinin kararlarıyla öz yönetimler ilan edildi. Bu öz yönetimleri tek yanlı olarak sadece Kürtlerin kendi cephelerinden geliştirmesiyle sınırlı görmemek gerekir. Ta 2014 yılının Eylül ayında Türk devleti savaşı tırmandırma kararı almış ve bunun simülasyonlarını yapmıştır. “Çöktürme Planı” denen plan budur. 30 Ekim 2014’te Mili Güvenlik Kurulu toplantısında bunun başlatılması kararı alınmıştır. 7 Haziran seçimleri ardından darbe gerçekleştirilmiştir. Öz yönetim ilanları bütün bunlara karşıdır. Yani kendi iradesine sahip çıkmadır. Ama Kürtlerin kendi iradelerine sahip çıkmaları doğru algılanamıyor. Bunu PKK-AKP savaşı ya da hendek, barikat savaşları olarak görenler var. Somutlaşmış hali bunlar olabilir. Ama işin özü, halkın kendi iradesine sahip çıkma direnişidir. Bu direnişin Türkiye toplumu tarafından iyi görülmesi gerekir. Aydınlar, demokratlar ve bazı sosyalist çevreler bunu görebilir. O şekilde açık tutum da belirtiyorlar. Bu da var. Ama bunu topluma mal etmek ve toplumsal bir iradeye ve kabul edişe dönüştürmek gerekir. Buna dönüştürülmezse devrimcilerin, demokratların kendi çağrıları olarak kalır. Türkiye toplumuna bu mal edilirse o zaman o da Kürdistan’daki öz yönetim direnişlerini kendi öz yönetim direnişleri olarak görür ve kendi özyönetimlerini de oluşturur. Devrimci, sosyalist ve demokratların bir yandan bu mücadeleyi Türkiye toplumuna mal etmeleri diğer yandan da öz savunma direnişine katılarak ikili bir mücadele yürütmeleri gerekir. Bu ikili görev ve sorumluluklar yerine getirildiğinde Kürdistan’daki halkın öz yönetim direnişi yanında tutum belirlemiş olurlar. Halk mücadeleleri öyle kitaplarda okunduğu gibi olmuyor. Ya da yapılan teorik değerlendirmeleri birebir karşılamıyor. Yani toplum yaşayan bir organizmadır. Toplumun ani reflekslerinin birden harekete geçtiği anlar vardır. Buna doğru öncülük edilirse o sonuç elde eder. Ama doğru öncülük yapılmazsa veya yetersiz kalınırsa o bir süre sonra söner.

Geçtiğimiz günlerde hareketinizden Türkiye’deki diğer sol-devrimci örgütlerle birlikte yeni bir örgütlenmeye gidilebileceği değerlendirmeleri geldi. Bu noktada neler söyleyebilirsiniz?

Özgürlük ve demokrasi güçlerinin bir demokrasi cephesi oluşturma yönünde tutumları var. Tüm demokrasi güçlerinin AKP faşizmi ve Kürdistan’daki imha soykırım savaşlarına karşı Kürdistan halkının öz yönetim direnişleriyle birlikte hareket etmesini hedefleyen ve bunu Türkiye genelinde somutlaştıracak bir demokrasi cephesini oluşturma yaklaşımı var. Bu, şu ana kadar mücadelede yaşanan eksikliklerin aşılmasında gerçekleştirilmesi gereken en temel öğelerden bir tanesidir. Bunun hızlı bir şekilde örgütlendirilerek yaygınlaştırılması, toplumsal alanda rolünü oynar hale getirilmesi önemlidir. Diğer yandan, yine devrimci cephenin oluşturulması yönünde bir kararlaşma vardır. Yani bu sömürgeciliğe ve özel savaş rejimine karşı halkın gelişecek mücadelesine öncülük edebilecek bir cephedir. Bu yönde atılan adımlar var. Bu yönde açıklamalar ve değerlendirmeler yapıldı. Bunun sürece yayılmadan bir an önce somutlaştırılması için adımlar atılmıştır. Gerek toplumlar özgülünde gerekse öncüler özgülünde böylesi birlikler sağlandığı, harekete geçirildiği zaman AKP diktatörlüğüne karşı Türkiye ve Kürdistan toplumlarının müthiş bir demokratik direnişi, halkın kendi iradesine sahip çıkma ve öz yönetimlerini gerçekleştirmesi olanaklı hale gelir. Bu yönlü en son HDP ve HDK’nin toplantı ve kongreleri de oldu. Kuşkusuz bunlar demokratik toplum mücadelesinin gelişmesinin en etkili oluşumlarıdır. Bunlar kendi görev ve sorumluluklarının bilincinde olduklarını ilan ettiler. Bundan sonra da olması gereken bu kurumların, demokratik toplum kurumlarının ve partilerinin Kürdistan ve Ortadoğu halklarının ortak mücadelelerinin gelişmesini sağlamada rollerini oynamalılar. O nedenle de gerek toplantılarının gerek oradaki almış olduğu kararların hayata geçirilmesi önceliklidir.

CİZRE VE SUR DIŞINDAKİ YERLER NE YAPMALI?

Öz yönetim direnişi şu an daha çok Cizre, Sur, Nusaybin, Silopi gibi bazı ilçelerde yoğunlaşıyor ve devlet de buralardaki direnişi kırabilmek için tüm gücünü seferber etmiş durumda. Kuzey Kürdistan’daki diğer il ve ilçelerin öz yönetim mücadelesinde yeri nedir?

Kürdistan’da demokratik öz yönetim ilanları belli merkezlerde yoğunlaştı ve bunların adıyla birlikte anılıyor. Ama bununla birlikte öz yönetim ilanlarının yapıldığı başka yerler de var. Tabii o yerlerde Sur, Cizre bir Nusaybin’deki gibi şiddetlenen bir savaş yok. Ama Cizre, Silopi, Sur, Nusaybin dışında kalan bu yerlerde halkın direnmediği anlamına gelmez. Halkın öz yönetimleri ilan etmesi zaten irade gasbına karşı bir tutum ve direniştir. Buralardaki öz yönetim direnişleri de halkı devlet dışında kendi kendine yeterli hale getirecek kurumsallaşmalarıyla sürer. Şimdi bu, Kürdistan’ın birçok yerinde sürüyor da. Devletin Sur ve Cizre gibi buralara yönelmemesinin nedeni, buraların da Surlaşmasını ve Cizreleşmesini istemiyor. Çünkü aynı şekilde yönelirse buralarda direniş farklı boyutlar kazanır. Devlet bunu görüyor ve bunun karşısında güç getiremiyor. Devletin yaklaşımı “Eğer Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin gibi yerlerde bu direnişi kırabilirsek diğer yerlerde de çok sert bir çatışmaya girmeden sonuç elde edebiliriz” şeklindedir.

Bu aşamada diğer yerlerdeki halkın da öz yönetimlerini güçlendirerek kendilerini bir Sur, Cizre vb. haline getirmeleri gerekiyor. Toplumun kendi kendine yeterlilik temelinde örgütlendirilmesi şarttır. Bulundukları yerlerdeki devlet kurumlarını etkisiz hale getirerek kendi demokratik kurumlaşmalarını yaratmalı ve öz savunmalarını güçlendirmeliler. Yani öz yönetim kurumlaşması ve öz savunmasını bir arada gerçekleştirmelidir. Kuzey Kürdistan halkı sömürgeciliğe karşı refleksleriyle de bunu defalarca ortaya koymuştur. 6-8 Ekim serhildanları böyleydi. Kürdistanlılar her yerde ayaklandı ve devlet Kürdistan’ı terk etmeye hazırlandı. Şimdi tüm Kuzey Kürdistan ve Kürtler için yapılması gereken Cizre, Sur, Nusaybin, Silopi vb. yerlerde destansı bir şekilde gelişen direnişi yalnız bırakmamaktır. Bu da başta gençler olmak üzere halkımızın YPS saflarına katılması ve aynı zamanda bulunduğu yeri de bir Sur, Cizre gibi örgütlendirmesi, güçlendirmesiyle olur. Devletin direnişleri belli bölgelere sıkıştırarak diğer yerlere yayılmasını engelleme politikasını boşa çıkarmak gerekiyor. Bu haliyle Cizre ve Sur gibi yerlerin yalnız kaldığı gibi bir algı yaratılıyor. Bunu ortadan kaldırmak bu mücadelenin daha da yaygınlaştırılmasıyla mümkündür. Bunun koşulları da var, her an patlak da verebilir. Gün mücadele günüdür. Bu doğrultuda hem öz yönetim direnişini yaygınlaştırmak hem de Cizre, Sur gibi yerlerde uygulanan Türk devlet faşizmine karşı gidip oralarda savaşmak dahil her türlü serhildanı geliştirmek gerekir. Bunlar yapıldığında AKP faşizmi kendisini daha fazla sürdüremeyecek ve öz yönetim direnişi başarıya ulaşacaktır.