GÖRÜNTÜLÜ

Dicle: Türkiye, Suriyeleşmek istemiyorsa Özerklik deklarasyonumuzu ciddiye almalı

DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle, Türk devletinin 2013’ten bu yana bir çökertme planı hazırladığını, Sri Lanka modeli benzeri biçimde Kürt halkının demokrasi ve özürlük mevzilerini ezecek bir plan üzerinde çalıştığını belirtti.

DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle, Türk devletinin 2013’ten bu yana bir çökertme planı hazırladığını, Sri Lanka modeli benzeri biçimde Kürt halkının demokrasi ve özürlük mevzilerini ezecek bir plan üzerinde çalıştığını belirtti.

Eşme, Şah Süleyman Türbesi’nin Kobanê kantonunda gömülmesi olayının Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın onayı, Kobanê kantonunun da katıldığı ortak bir operasyonla gerçekleştirildiğini hatırlatan Dicle, savaş konseptinin devreye konmasında da 3 neden olduğunu söyledi.

Davutoğlu geçenlerde ’12 ilçede 2013’ten beri hazırlık yapıyorduk’ dedi. Öz yönetim taleplerini şiddetle bastırma hazırlığı İmralı sürecinde devam etti anlamına mı geliyor bu açıklama?

DEVLET SRİ LANKA MODELİNİ HAZIRLAYIP YEDEKTE TUTMUŞ

Tabi bunun açıklamasından sonra daha ilginç belgeler ortaya çıktı. Yani 2013 yılından itibaren bir çökertme planı hazırlandığını, işte Sri Lanka modeline benzer biçimde Kürt halkının bütün demokrasi ve özgürlük mevzilerini yerle bir edecek, onun bu mücadelesini tamamen ezecek bir planlama üzerinde çalışılmış, bunların belgeleri ortaya çıktı. Bunların olmadığını diyemezler çünkü aynı belgelerin içerisinde ne yazıyorsa bugün gerçekleşen de onlar. O planı hazırlayıp yedekte tutmuşlar.

İşte masa başında da kendi kurallarını dayatabilselerdi kendi düşündüklerini, belki öyle de sonuç almak isterlerdi. Ama karşılarında Önderlik gibi haklar konusunda, halkların meşru hakları konusunda asla taviz vermeyecek bir Önderlik gerçekliği karşısında o masa başında sözüm ona teslim alma, ona dayatmaların geçersizliğini görünce savaş yolunu tercih ettiler. Ama planlar önceden hazırdı.

SAVAŞI BAŞLATAN DEVLETTİR

Eğer devlet veya hükümet, ‘tamam öz yönetim talepleri demokratik çerçevede tartışabilir’ diye bir açıklama yaparsa ve böyle bir politika devreye girerse o zaman şimdi yaşadığımız şiddet sarmalının seyri nasıl değişecek?

Böyle bir olasılık hani temenniler üzerinden söylenebilir. Ama devletin bugünkü tavrı açısından böyle bir noktada olduğunu sanmıyorum. Ama farz bunu da değerlendirirsek edelim ki oldu. Bunun Kürtler tarafından da, tüm dünya halkları tarafından da, hata bu sorunun çözümü için tekrar masa başına geçmesi gerektiğini, görüşmeler yoluyla çözüm bulması çağrısında bulunan Amerika, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, bütün böyle uluslararası güçler tarafından da memnuniyetle karşılanacağını sanıyorum. En kuvvetli karşılığı da Kürt halkına vuracağı kesindir. Yani ben gerek KCK’nin açıklamalarında, gerek diğer Kürt kurumlarının açıklamalarından hep o anlaşılıyor. Yani bu sorunun şiddet temelinden çözüleceğine inanmıyoruz. Savaşı başlatan devlettir, devlet savaştan sonuç alamayacağına inandığı anda Kürtler buna olumlu karşılık vereceklerdir.

ŞİDDET, ŞİDDETİ DOĞURUR

Öz yönetim taleplerine şiddet ile cevap vermek süreci nereye götürür?

Şimdi tabi devletin bu vahşet boyutlarındaki saldırısı, hani klasik bir laf vardır; şiddet şiddeti doğurur. Onun için bizde siyasetçiler olarak Türkiye halklarına Kürdistan haklarına duyduğumuz sorumluluk gereği bir çaba içerisindeyiz. Yani bunun giderek büyük bir felakete gittiğini, bunun bütün toplumun yaşamını etkileyerek Irak’taki gibi, Suriye’deki gibi bir ortama gittiğini, gördüğümüz için çabalayıp duruyoruz. Bu hattın, bu gidişin önünü kesmeye çalışıyoruz. Aksi takdirde bugün birkaç il ve ilçede sınırlı olan bu çatışmanın bütün coğrafyayı, bütün Türkiye’yi, metropolleri de içine alacak şekilde büyüme istidadı var ve bunu görmek için kahin olmaya gerek yok. Bunu söyleyerek kimseyi tehdit etmiyoruz. Irak’a baksınlar, Suriye’ye baksınlar. Suriye’de Şam’a yakın bir kasabada başladı, herkes çağrı yaptı, Türkiye’de çağrı yaptı; işte bu şiddetle olmaz, şiddetle bastıramazsınız. Hatta Tayip Erdoğan çağrı yapıyordu. Davutoğlu defalarca gidip Esad yönetimi ile görüşmeler yaptı. ‘Böyle yapmayın daha fena olur’ ama şuanda Suriye ne hale geldi. Eğer Iraklaşma, Suriyeleşme istenmiyorsa bizim bu ortamdan çıkış olarak önerdiğimiz ve deklarasyonda daha çok açtığımız Özerklik konusundaki deklarasyonumuz ciddiyetle değerlendirilmelidir.

AKP DEVLETLEŞTİ VE DEMOKRATİK BİR ÖZELLİĞİ YOK

Sizce şuan devleti yöneten dinamiklerin Kürtlerin taleplerine saygı ile yaklaşmak, siyasi zeminde konuşmak gibi bir düşünsel alt yapıları mevcut mu?

Dediğimiz gibi o süreçte de devlet aklı içerisinde o olgu içerisinde homojen bir yapı yok. Bugün de anlaşılıyor ki her ne kadar o dönemde irtibatta olduğumuz devlet heyeti artık devlet aklının bir bütün olarak Kürt sorunun şiddetle çözülemeyeceğini söylese de, bugünkü gelişmeler dikkate alındığında, o düşüncenin sadece onlara ait olduğunu, aslında Türkiye’de, geçmişin tortularından, o statükocu faşist temellerinden oluşan anti demokratik zihniyetinin hala devlet içerisinde çok güçlü olduğunu gösteriyor. Öyle olmasaydı bu süreçte AKP Hükümeti isteseydi bile devlet bürokrasisini bile kolay kolay aşamazdı. Şunu da görmek gerekiyor, bugün de bir savaş konsepti varsa zaten devletin statükocu, anti demokratik zihniyeti ve AKP ile ittifakı söz konusu. Onlarla bunu başarıyorlar. Zaten Türkiye’de en büyük talihsizlik partiler arası şudur; partiler önce tamam toplumun bir kesimi tarafından kuruluyor, direk devlet partilerini kastetmiyorum.

AKP ilk kurulurken belki toplumda demokrasi isteyenler bir araya geldiler vs. ama bu devlet öyle bir devlet ki bir süre sonra bunların tümünü devletleştirebiliyor. Artık toplumun bir parçası olma, toplumun düşüncelerini siyaset sahnesine taşımaktan çıkıyor, devletin partisine dönüşüyor, devletleşiyor. Şimdi AKP’nin de böyle bir süreci var. AKP devletleşti ve artık bir devlet partisi. Ama AKP ilk doğduğunda çeşitli tartışmalar vardı, o tartışmalarda şundan kaynaklanıyordu; biliyorsunuz, cumhuriyet ilk kurulduğunda Kürtler, özellikle Aleviler ve İslamcılar her şeyden, siyaset sahnesinden dışlandı. Sonradan AKP içinde devlet planlarında merkeze çekerek kendini devletleştirdi. İslamcılar, bu büyük kısmını, tümünü kastetmiyorum ama devletleşti. Devlet aklıyla, devlet zihniyle düşünmeye başladılar. O nedenle demokratik özelliklerini de öyle kaybettiler. Çünkü devletleşen bir parti, kesinlikle demokratik özelliğini kaybeder. AKP’nin de böyle oldu. Artık şuanda AKP, Enver Paşa’nın savunduğu işte o Türkçü, İslamcı inancı sos olarak kullandığı, aslında İslamiyet ile hiçbir uygulamaları örtüşmeyen, yayılmacı ve savaşçı bir yapıya dönüştü. Enver Paşa da öyle değil miydi? Öyle ilk başladıklarında uzlaşmacı bir şekilde başladılar, hatta İtaat-i terakki kurulurken Kürtler de vardı içerisinde. Çeşitle halklarda var içerisinde. Sonradan giderek Türkleşmesi giderek savaşçı olması, Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşının içerisinde sokarak Orta Asya’ya kadar Turan hayalleri vardı. Bunların da farklı bir hayalleri yok. Bunlarda neo Osmanlıca ‘bütün İslam coğrafyasını alacağım’ diyor ve belki de şuan kendisini Osmanlı Halifesi olarak tasarlıyor. İşte öyle bir zihniyetin sahibi oldular. Bunun için artık Demokratik özellikleri kalmadı. Devletleştiler.

ROJAVA KANTONLARI İMRALI’DA GÜNDEME GELDİ

Peki, gelişmelere biraz da bölgesel açıdan bakalım. Rojava ve Suriye’deki gelişmeler Kuzey’deki süreci nasıl etkileyecek?

Şimdi tabi biliyorsunuz Rojava’da 3 kanton ilan edilmişti. Cizir Kantonu, Efrin Kantonu ve Kobanê Kantonu. Bunlar zaman zaman İmralı görüşmeleri sırasında da devlet heyetleri ile Önderlik arasında müzakereler sırasında gündeme gelen konulardı. Mesela Eşme, Şah Süleyman Türbesinin diyelim ki Kobanê topraklarında gömülmesi olayı aslında Önderliğin onayını alan ve Kobanê yönetiminin de katıldığı ortak bir operasyonla gerçekleştirilmişti. Yani o dönemde de Kobanê’ye devlet bir taraftan IŞİD çetelerini desteklerken, diğer taraftan Önderlik mümkün olduğu kadar Kuzey’de sürdürdüğü bu diyalog süreci ile en azından Kobanê’nin insani anlamda yardımların gitmesini için (çünkü tek çıkış yeri o zaman Kuzey Kürdistan üzerinden sağlanıyordu) çabalıyordu. Bu da belli ölçülerde Türkiye’nin ikna edilmesine bağlıydı. Önderlik o dönemde görüşmelerle sağlayabildi. Yani o dönemde Efrin ve Cizir Kantonu ile devlet arasında bazı sorunlar oluyordu. Önderlik araya girerek çözüyordu.   

DEVLET ROJAVA VE 7 HAZİRAN SONUÇLARINDAN DOLAYI SAVAŞ KONSEPTİNİ DEVREYE KOYDU

Peki devlet ne zaman artık bu sürecin sürdürülemeyeceğine karar verdi?

Savaş konseptinin yürürlüğe konmasının bence 3 nedeni var. Rojava ile ilgili boyutu da işin içine katmak için söylüyorum, 1’si devlet ayrı bir parti de olsa PYD’nin Önderliğin ideolojisi doğrultusunda biçimlendiğini çok iyi biliyor. Önderliği kendi Önderliği olarak, stratejik Önderlik olarak gördüğünü çok iyi biliyordu. Bundan dolayı PKK ile PYD’yi bugün de söylüyorlar aynı bütünün parçaları olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla uluslararası alanda PYD, YPG, YPJ’nin giderek bir meşruiyet kazanması Türkiye devletini çok ciddi anlamda korkutmuştu. Gerçekten Ortadoğu çapında Türk-Kürt ittifakına ihtiyaç duymuş olsalardı Önderlik bu kapıyı onlara açmıştır. Tabii ki bu ittifak Ortadoğu’da hegemonik olma anlamında gelişmeyecekti. Kürt Halk Önderi buna izin vermezdi. Bu demokrasi temelinde olacaktı. Önderlik daima o kapıyı onlara açık tutuyordu. Ama onlar, birincisi dediğim gibi bu meşruiyeti çok büyük bir tehdit olarak gördüler. İkincisi, biliyorsunuz Tel Ebyad’ın alınmasından sonra Kobanê ve Cizire kantonlarının birleşmesi deyim yerindeyse devlette büyük bir korkuya neden oldu. Çünkü niyetleri tarihi bir üçüncü dünya savaşının sürdüğü Ortadoğu’da Kürtlerle tarihi bir ittifak yaparak demokrasiye yönelmek değildi. Amaçları oyalama siyasetiydi. Önderlikte bunun farkındaydı ve acaba bu süreçten en kazançlı nasıl çıkarabiliriz arayışıydı. Rojava ile ilgili bu iki husus ve bir de 7 Haziran seçimlerinde alınan ağır yenilgi, AKP’nin 13 yıllık iktidarına son verilmesi ve HDP’nin büyük bir başarı kazanması artık kesin olarak savaş konseptini devreye koymalarına neden oldu.

Yarın:

Özyönetimler nasıl hayata geçecek?

DTK’nin bu süreçteki rolü ne olacak?
Amed ve Ankara’nın ilişkileri bundan sonra ne olacak?
Ve nasıl bir bahar biri bekliyor?