GÖRÜNTÜLÜ

Dicle: Bizim deklarasyonumuz devlete bir tekliftir

DTK Eşbaşkanı Dicle, yayınladıkları deklarasyonun devlete bir teklif olduğunu söyledi. Bu deklarasyonun doğru anlaşılması gerektiğini de belirten Dicle, “Devlet aklı, özellikle hükümet bunu ciddiyetle anlamalıdır" dedi.

DTK Eşbaşkanı Dicle, yayınladıkları deklarasyonun devlete bir teklif olduğunu söyledi. Bu deklarasyonun doğru anlaşılması gerektiğini de belirten Dicle, “Devlet aklı, özellikle hükümet bunu ciddiyetle anlamalıdır. Bir süre sonra eğer girdabın içine girmeyi önleyemezsek belki bu teklifler zaman aşımına uğrar” diye konuştu.

“Bu deklarasyonu yayınlamamızın amacı aslında şuydu: Halklarımız büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Bu savaş konsepti tüm Türkiye halklarının mücadelesi ile durdurulmazsa çok büyük bir felakete yol açacağı kesin. Bizim deklarasyonumuz işte bu girdaba gitmeyi önlemek anlamında bir tekliftir” diyen DTK Eşbaşkanı Dicle, devlete bir teklif verdiklerini, söyledi. Dicle bu teklifin de, “Eğitimde, sağlıkta, tarımda, vergiler konusunda vesaire, devletin Kürt halkından aslında gasp ettiği o hakları, sadece Kürt halkı değil bütün Türkiye halkları açısından gasp edilen yetkilerini topluma devret. Toplum kendi sorunlarını kendisi tartışıp çözsün” olduğunu söyledi.

Sayın Öcalan’ın savunmalarında çizdiği öz yönetim çerçevesi beklemekten çok mücadele ve inşayı gerektirir. Bu konuda devletin tavrını konuştuk. Peki, inşa etmek noktasında sivil siyasetin, kurumların rolü ne? Bu konuda bir eksiklik görmüyor musunuz?

DEMOKRATİK ÖZERKLİĞİ PRATİKLEŞTİRMEK ZORUNDAYIZ

Hepimizin bütün Kürt kurumlarının özeleştiri konumda olması gerekiyor. Çünkü Önderlik bu projeyi 2005 yılında ilan etti. Ondan sonra savunmalarında bunun bütün detaylarını açtı. Örneğin, Kürtçenin geliştirilmesi konusu, şimdi bizim yapabileceğimiz ve yapmamız gereken o kadar çok şey var ki, ama bunun ne kadarını yapabildik. Örnek olarak şimdi biz Kürtçeyi toplumda çok daha görünür kılabiliriz. Örneğin süslü püslü okullar açmak şart değil köylerde, mahallelerde okuma odaları bile kurarak ya da hiç bir şey yoksa bir evi nöbetleşe okul olarak değerlendirerek çocuklara Kürtçe öğretebiliriz. Kürtçe eğitim verebilirsiniz, Kürtçeyi geliştirebilirsiniz. İlla da devletten beklenmez. Zaten Önderliğin projesinin özü odur. Devletten beklemeden toplumun kendi sorunlarını tartışıp kendi çözümlerini bulmasıdır. Önderlik bu konuda 9 boyuta işaret etti. Bu 9 boyut konusunda deyim yerindeyse önderliğin beklediği yüz adımın birini ancak atabildik. Genel olarak bu konuda eksikliğimiz büyük. Bu nedenle hepimizin o konuda kendimizi gözden geçirmesi ve hani derler ya zararın neresinden dönersek ve kurumlarımızın belli özeleştiri verdikten sonra bu inşayı önderliğin gösterdiği doğrultuda, özerklik inşasını toplum ve halk olarak nasıl gerçekleştirileceği bütün boyutlarıyla tartışıp halkımıza da bu konuda yanımıza alarak, hep birlikte bunu gerçekleştirmemiz gerekir. Örneğin, 9 boyuttan biri öz savunmadır, sadece öz savunma boyutuyla önderlik projesini alınamaz. Çok daha geniş boyutludur. Hayatın bütün alanlarında toplumun kendi sorunlarını tartışması ve çözümlenmesidir. Önderliğin, biliyorsunuz bu ekoloji konusunda çok hassastır, Kürdistan’ın yeşillendirilmesi, Kürdistan köylülerin tekrar dönüş yapması, kooperatiflerde örgütlenmesi, üretimin canlandırılması konularında perspektifleri var. Savunmalarında birçok konuyu açmış. Bizim aslında teorik anlamda bir şeye ihtiyacımız yok, bunu pratikleştirme sorunlarımız var. Bu pratikleştirme sorunları da aşmak zorundayız.

DEVLET GASP ETTİĞİ HAKLARI GERİ VERMELİDİR

DTK Kongresinde açıklanan deklarasyon sadece bir tutum belirleme, bir talep mi yoksa bunu hayata geçirme sürecinin başlangıcı olarak mı anlamalıyız?

Bu deklarasyonu yayınlamamızın amacı aslında şuydu; Halklarımız büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Bu savaş konsepti tüm Türkiye halklarının mücadelesi ile durdurulmazsa çok büyük bir felakete yol açacağı kesin. Bizim deklarasyonumuz işte bu girdaba gitmeyi önlemek anlamında bir tekliftir. Devlete bir teklif veriyoruz. Diyoruz ki ey devlet, eğitimde, sağlıkta, tarımda, vergiler konusunda vesaire, devletin Kürt halkından aslında gasp ettiği o hakları, sadece Kürt halkı değil bütün Türkiye halkları açısından gasp edilen yetkilerini topluma devret. Toplum kendi sorunlarını kendisi tartışıp çözsün. Bu bölücülük anlamına gelmediği gibi önderlikte bunu savunmasında sık sık belirtir, devleti yıkma veya devletsizleştirme anlamına hiç gelmez. Önderliğin tanımladığı devlet artı demokrasi formülasyonun gereğidir bu. Demokrasiye ne demiştik halkın kendi kendisini yönetmesi. Toplum kendi kendini yönetecek, kendi sorunlarına çözüm bulacak. Yani diyelim eğitim var. Bizim Anadilde eğitim taleplerimiz hemen hemen bütün siyasi Kürt fraksiyonlarının temel talebi değil mi? En sağdan, en sola kadar ortak taleptir. Kürtlerin vazgeçilmez talebidir. Peki, biz devlete diyoruz ki senden bu sorunu çözmeni istemiyoruz, sen sadece o yetkini bize devret, biz yerelde Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler, Türkmenler, kim varsa bu Türkiye’de Özek Bölgelerde yaşayanlar ki özerk bölgeleri de yalnız Kürdistan için de söylemiyoruz, hayatımızı örgütleyeceğiz. Bütün Türkiye sahası için öneriyoruz. Bunlar bütün kendi dil sorununu kendileri tartışsınlar ve dil konusunda onların yerel dilleri orada anayasada kabul edilsin, eğitim, müfredat konusunda o yerelin özelliklerine göre hazırlasın. Özellikle burada Midyat’ta Süryaniler var, şimdi onların dillerini anlatan müfredat hazırlansın, tarihlerini, dillerini belki diğer insanlarımıza öğreten bir müfredat oluşturabiliriz. Oluşturabilmeyiz… Şimdi devleti bu handikaptan, Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşı’ndaki bu girdaba, Türkiye’nin tümüyle girmemesi için bir teklif götürüyoruz. Biz teklif ediyoruz ki gelin, işte bunu da somutlaştırdık. Bu konuda devlet bu teklifi gerçekten ciddiye alırsa ve bunu hayata geçirme yönünde adım atarsa Türkiye’den demokratik cazibesi bütün Ortadoğu ve dünyada yükselir. Ve burada yaratılacak bu model, tüm Ortadoğu’ya örnek olur ve Ortadoğu sorunlarına model olmak için bir laboratuvar görevi görür. Aksi takdirde giderek bu bir felakete sebep olur.

DEKLARASYONUMUZ CİDDİYE ALINMAZSA FELAKET OLUR

Felakete sebep oluşursa ne olur?

Bu kez herkes çok zarar görür. Kazananı olmaz, sadece kazananı silah tekelleri olur. Ama nihayetinde Kürtler kessin kazanır. Ben devlet kazanmaz anlamında söylüyorum. Ama halk kazanır çünkü özgürlük için savaşıp kaybeden bir halk dünyada görülmemiştir. Belki biz muharebeleri kaybedebiliriz, geçmişte de birçok isyan bastırıldı ama Kürt halkının mücadelesi bitirildi mi? Hayır. Onun için bu deklarasyonu doğru anlamak gerekir, devlet aklı, özellikle hükümet bunu ciddiyetle anlamalıdır. Bir süre sonra eğer girdabın içine girmeyi önleyemezsek belki bu teklifler zaman aşımına uğrar. Öyledir, çünkü bir kopma başlarsa henüz onun daha sınırına doğru gidiyoruz, henüz kopuş olmamış, henüz geriye dönecek durumdayız. Ama yarın korkunç, kontrol edilemeyecek boyutlara gidersek, arzu etmeyiz ve dilemeyiz, ama o zaman da bu teklif işlerliğini bile kaybedebilir. Hani bazı arkadaşlar derler ya; diyalogla sorunu çözebilecek son nesiliz… Yani artık ciddi bir kopuş mu? Yoksa gerçekten halklarımızın ortak geleceğini, demokrasi ile birlikte geleceği örmeyi başaracak mıyız? O yol ayırımına gelmiş durumundayız. O nedenle yine de bu teklifimizin ciddiye alınması umudumuzu korumak durumundayız. Medya aracılığıyla çok kötü bir propaganda içerisinde oldukları görülüyor. Bizim amacımız onların dediği gibi ne bölücülüktür, ne de hendeklere sıkıştırılacak küçük bir adımdır. Bu Öz Yönetim konularını somutlaştıran, açan, deklare eden ve bu konuda da Kürtlerin arasında bir konsensüsü ortaya çıkaran belge konumundadır. 

DTK ÖNDERLİK PROJESDİR

DTK’nin, sizin bu konudaki misyonunuz nedir? DTK, Öz Yönetim mücadele ve inşasının neresinde olacak, oluyor?

Dediğim gibi Demokratik Toplum Kongresi olarak daha öncede demokratik özerklik konusunda çeşitli deklarasyonlarımız olmuştu. Bu konuda da komisyonlarımız var, eğitimden tutun, ekonomik komisyonlarımıza kadar, sağlıktan tutun hayatın diğer alanlarına karşı orada komisyon bünyesinde yer alan arkadaşlarımız o hangi alansa ise, o alanda politikalar oluşturmaya çalışıyorlar. Mesela diyelim ki biz eğitim konusunda ‘hangi yetkiler devredilsin ve biz bunu nasıl formüle edelim’ konusunu tartışırken o eğitim ve dil konusunda uzman olan arkadaşlarımızın, komisyonun görüşlerini alarak belli taslaklar oluşturdular. Bu sağlık alanında da böyledir, ekonomik anlamında da böyledir. Yani Demokratik Toplum Kongresi zaten Önderlik tarafından bir ‘Önderlik Projesi’ olarak hayata geçirirken, bize biçtiği misyon da böyle bir misyondu. Biz bu konuda Önderliğe laik olma noktasında ne kadarını başardık, ne kadarını başaramadık dersen o konuda kesinlikle halkımıza karşı bir özeleştiri konumunda olduğumuzu söyleyebilirim. Ama bunu aşma noktasındaki çalışmalarımızda devam etmektedir.

AMED-ANKARA İLİŞKİLERİ NASIL OLACAK

Öz Yönetim önerdiğiniz şekilde hayata geçerse, örneğin; Ankara ile Amed’in ilişkileri nasıl olacak?

Yalnız Ankara’yı ele almamak gerekiyor. Ankara tek başına bir Özerk Bölge de olabilir ama yine de Türkiye’nin başkentidir o ayrı bir mesele. Ama değişen şudur; o devletin katı üniter yapısı daha demokrasiye duyarlı hale getirilecek. Toplumun siyasetin öznesi olacak ve öyle kabul edilecek. Söz ettiğimiz yetki devri yerele verilecek ve bölgelerin seçilmiş temsilcileri ile demokratik bir işleyiş olacak. Bazıları Taha Akyol gibileri ‘bunlar Stalinist falan’ diyorlar. Bunlar ya doğru dürüst anlamamışlar, ya da bilerek çarpıtıyorlar. Bu çok demokratik bir sistemdir. Örneğin oluşan Özerk Yerel Meclisler, bir örnek vermek istiyorum; İstanbul mesela, tek başına bir bölge olabilir. Bu eğitimden tutun, sağlık, ekonomi, ekoloji, bütün alanlarda saydığımız o yetkiler İstanbul Meclisine devrediliyor. İstanbul’da nasıl meclisler oluşuyor? Bütün halkların özgür iradesi ile seçiliyor. Onun içinden tabi ki bir yürütme, yönetim mekanizması çıkıyor. Aynı devlet yapılarında olduğu gibi meclis, hükümet sistemi. Onların da adına bakan denilen veya başka bir isim verebilirsin her mecliste temsilcileri vardır. Şimdi onlar yalnız başına İstanbul’u yönetmiyorlar. İstanbul’un ilçeleri de var. İlçe meclisleri de aynı kendi ilçelerinde özerk yapıları var. Birde İstanbul’un daha mahalleleri var. O mahallelerde de aynı meclisler olacak. İstanbul’da farklı halklar var mesela, Türkler yaşıyor, Kürtler yaşıyor, Ermeniler yaşıyor, Rumlar var, kim varsa. Onlar kendi kendilerini yönetme, sorunlarını tartışma, gidip bu meclislerde kendini temsil etme yeteneğine ve yetkisine sahip olacaktır.

Diyelim ki Ermenilerin eğitimi serbest olacak. Halk parası ile değil, nasıl bir Türkiye’de ‘ben Türküm’ diyen bir insan parasız eğitime sahipse Ermenisi de, Süryani ve Kürt de bu hakka sahip olacak. Ve dolayısıyla İstanbul’da yerelde güvenlik birimi olacak, merkezi birimlerde olabilir. İstanbul içerisindeki kara, hava, deniz ulaşımı o yereldeki meclislerin denetiminde olacak. Yani İstanbul halkı, kendi sorunlarını kendisi tartışım buna kendisi karar verecek. Hangi yetkiler buna devredilmişse bunun bütçesi de olacak. Mesela şöyle de düşünebiliriz; Hatay, Mersin, Osmaniye ve Adana bu illerden bir bölge oluşabilir. Bu illerde inanç üzerinde bile söyleyecek olursak bu İstanbul için de geçerlidir. Aleviler var, Hristiyanlar var, Müslümanlar var, Araplar, Kürtler var, Yahudi- Museviler dahi var. İşte bunlar kendi inançları gerekleri nedeniyle inanç merkezlerini açmakta kendileri karar verecek. Dikkat ederseniz her şey devletten beklenmemeli.

Toplumun kendi sorunlarını tartıştığı çözdüğü bir sistemdir bu ve oldukça demokratik bir sistemdir. Halklar arasında hiyerarşi olmuyor. Diyelim ki Türkler bu kadar nüfusları var, ama Ermeniler 5 bin kişi kalmış ve onun üstünde olacak, hayır öyle bir hiyerarşi yok. Eşit haklara sahip olacak. Türkler her yerde rahatlıkla eğitim yapabiliyorlarsa, radyo, televizyon kurabiliyorlarsa Türkiye’de vatandaş olan, etnik halksal olan ve inanç anlamında farklı olan bütün topluluklar kendilerini özgürce ifade edecekler. Yine ekonomi sorunlarını tartışacaklar. Mesela emek cephesi var. Bu meclis, İstanbul yürütmenin karşısına çıkarak ‘ben şunları talep ediyorum’ diyebilecek. Hem sivil toplum meclislerinin, bunlar inanç meclisleri de olabilir, kadın meclisleri olur, gençlik meclisleri olur, işte bu meclisler İstanbul Meclisine katarak katılımcı bir oluşum olur. Şimdi bu katılımcı meclisler yok Türkiye’de. Şimdi sivil toplum meclisleri var ama hangisinin doğru dürüst talepleri Hükümet tarafından dikkate alınıyor? Hayır, çok az. Ama o zaman alınması zorunlu olacaktır. Diyelim ki gençlik, kadın kendi sorunlarını tartışıp taleplerini açığa çıkarttığı zaman İstanbul’daki yönetim bunu kabul etmiş olacak.

TÜM HALKLAR ÖZGÜRCE ÖRGÜTLENEBİLECEK

Adana, Mersin, Hatay, Osmaniye demiştik; şimdi buradaki bölgelere baktığımızda Arap azınlıkları var. Kürtler de var o bölgede. Onlarda aynı Türkler gibi, Kürtler gibi diğer varsa halklar orada kendini özgürce örgütleyebilecekler, ana dilinde özgürce eğitim görebilecekler. Mesela ben Muğla’ya gidip yerleşmek istiyorum, şu tedirginliği yaşamamalıyım; ben oraya gidersem çocuğum Kürtçe eğitimi nasıl alacak? Orada da olmalı bu hakkım, tersine bir Türk’ün merkezi hükümetin emriyle denetim görevi gören Valilikte çalışan bir kişi, Hakkari’ye tayini çıktığı zaman ‘ben oraya gidersem orada Kürtçe yaygın benim çocuğum nasıl Türkçeyi öğrenecek’ gibi bir kaygıyı yaşamayacak. Hepimiz resmi dil olarak Türkçeyi de öğreneceğiz ama diyelim ki o bölgelerde halktan kimler varsa, diyelim Karadeniz’de Lazlar var, ama egede yoktur örnek diyelim… O zaman Lazca Trabzon ve çevre illerde resmi dil olur. İsteyen çocuğunu Lazca öğrenir o da ailenin talebine bağlı olacak. Bask’ta da öyledir. Bask’ta her veliye çocuğunu okula kaydederken 3 seçenek tanınır. Birinci seçenek, çocuğun bütün eğitim- öğrenimini Baksça görsün ama İspanyolcayı da öğrensin. Ya da ikinci bir seçenek Bask’ta yaşayan bir İspanyol, çocuğunun bütün derslerini İspanyolca görsün ama Baskça da öğrensin. Üçüncü seçenek ise, sosyal derslerini anadili olan Baskça görsün matematik vs. diğer derslerini İspayolca görsün. Bu şekilde hem çok dilli bir toplum, birbirini anlayan, birbirinin haklarına sahip çıkan bir toplum ortaya çıkıyor, hem de özgürlük temelinde bunlar gelişiyor. Mesela burada bir Kürtçe okulu Diyarbakır’da yapacağız. Ama Kürtçenin farklı değişik lehçeleri var. Bunlar için de geçerli olacak. Toplumun ihtiyaçlarına göre, toplum ne istiyorsa, zaten demokrasi de toplumun kendi kendini yönetmesi değil midir? Katılımcı demokrasi dediğimiz, ya da doğrudan demokrasi ya da radikal demokrasi dediğimiz koşullardır.

ÖZ YÖNETİM VE ÖZ SAVUNMA

Öz Yönetim veya Özerk Sistemde toplumsal güvenlik nasıl sağlanacak?

Burada bizim deklarasyonumuzda yerel asayiş, yerel güvenlik dediğimiz Özerk bölgelerde resmi yerel güvenlik birimleri kurulur, asayişi onlar sağlar. Ama bazı konular var ki mesela polis teşkilatların ötesi de olur. Örneğin dünyanın hiçbir yerinde istihbaratlar bölünmez, ya da diyelim narkotik bölümler bölünmez. Zaten trafik te şimdiden yerel yönetimlere devredilmesi tartışmaları var. O zaman trafik, asayiş özerk bölgelere devrediliyor. Zaten ordu tektir. Bütün sistemlerde ordu tektir. Onlarda müzakere konusudur. Diyelim şimdiye kadar diyelim ki Türkiye’de Kürtlere dönük ayırımcılık o kadar büyüktür ki, acaba şimdi sorsalar ben Kürdüm diyen ama Kürtlüğünü kaybetmemiş, devşirilmemiş kaç tane Kürt pilot var? Haydi açıklasınlar resmi devlet yetkilileri. İşte bu kadar büyük bir ayrımcılık var aslında. Bu ayrımcılık kalkmalı. Bütün Türkiye halklarının savunma anlamında demokratik bir orduda yer aldığını düşün… Bu hepimiz için, bizim ordumuz diyebileceğimiz anlamına gelir. Ordu merkezidir zaten 4 yetki devlette kalır; o bütün özerk sistemlerin olduğu yerlerde. Bunlar Dışişleri, yani devlet adına diplomasi, ikincisi Milli Savunma dediğimiz dış sınırları koruyan ordu, üçüncüsü genel maliye, hazine, para basma vs. ve birde genel yargı, üst yargı, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay vs. O zaman adları ne olur? O zaman da demokratik anayasada içeriği konuşulur. Ama daima bu yetkiler, merkezdedir. Yine merkezi birimlerde koordine biçiminde kendi asayiş, güvenlik görevlerini yerine getirecekler.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK NASIL İNŞA EDİLECEK

Eğitim, dil, kültürel haklar, nasıl örgütlenecek ve sistem nasıl inşa edilecek?

Özerk bölgelerde yaşayan bütün farklılıklar gerek halk bazında gerekse inançlar bazında, böyle farklılıklar kendilerini temsil eder ve örgütlenir. Toplumun değişik kesimleri, kadından çocuklarına kadar, herkes demokratik bir toplumun parçası olur. Zaten demokratik bir toplum demek örgütlü bir toplum demek. Örnek vermek gerekirse, engelliler toplumu, bugün bizim DTK’da bile Engelli Meclisi mevcut. Engelliler Meclisi ne yapar? Engellilerin sorunlarını somutlaştırır. Bunları belediyelere sunar ve bu konuda mücadele ederler. Toplumun her kesimi özyönetimin dinamik kesimleridir. Ekolojistler, bunların meclisleri olur. Meclislerde kararlar gelişir ve tartışılır. Demokrasi, demokratik özerklik sistemine oturduğu yerde ve doğrudan demokrasinin oturduğu yerde çok canlı bir politik hayat vardır. Tartışmalar ve kararlaşmalar ve onun en üst düzeyde de temsili söz konusu olacaktır.

Öz Yönetim, özerklik sisteminin temel toplumsal dinamikleri kimlerden oluşuyor?

Ekonomi bölümü örneğin, özerk bölgeler diyoruz ki; tarımı, sanayisi, ticareti ve hayatın diğer konularında da teşvik verme hibe verme hakkına sahip olmalı. Yerelin bir bütçesi var örneğin, o bütçeden esnafı desteklemek için neler yapılabilir. Dikkat ederseniz, devletlerde halk ve esnaflar adına onlar düşünür. Bizde tam tersine devlet düşünür. Özerklik veya özyönetim anlayışında o toplum kendi sorunlarını kendileri tartışır, kendi tespit eder. Siz yönetim olarak belki, belli parasal noktalarda zorlanmalar olur. O zaman da açık tartışmalar yürütülür toplumda. Örneğin, ekmek fiyatını belirlemek toplumsal tartışmalar ile yapılabilir. Bir anlamda sendikalarda olduğu gibi tam benzemese bile, işveren işçi ile oturur, işçi hakkını talep eder işveren ile müzakere yürütülür. Özerk yönetimlerde böyledir. Her farklılık tümüyle meclisleriyle örgütlüdür. Kadın meclisleri ayrı, gençlik meclisleri ayrı, mahallelerin kendilerine özgü meclisleri var. Çok canlı bir politik yaşam vardır. Burada da talepleri somutlaştırma vardır. Demokratik özerklik budur, taleplerin dikkate alınmasıdır. Türkiye’de göz ardı ediliyor bu durum. Sen emekçisin, diyorsunuz ki silahlanmaya ayrılan bütçeden şu kadar düşürün, benim yaşam düzeyimi yükseltin. Hayır diyorlar efendim olmaz diyorlar. Grev oluyor grevi yasaklar. Sürekli devlet bürokrasisi her şeye karar verir. Bizim önerdiğimiz modelde tam tersi toplum karar verir. Devletin sisteminde toplum hizmetkar konumundadır. Devletin halkın hizmetkarı olma durumu hikayedir. Devlet hiçbir zaman halkın hizmetkarı olmaz. Devlet halkın daima politikleşmesini, ahlaki alanın körelmesini bekler. Karşısında bir şey istemez. Bir yönetim iradesi istemez. Ama demokrasinin kendisi ve özyönetimin kendisi de halkın iradesinin bir özne olarak ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Önderlik bu sistemi ki ilerde bu sistemin kıymeti daha çok açığa çıkacak, tüm dünya toplumları için öneriyor. Sadece Türkiye toplumu için değil. Kürt sorunun çözümü ya da Türkiye’nin demokratikleşmesi için değil, bütün dünya toplumlarının bir örnektir.

BİZM DEMOKRATİK TALEBİMİZ İLE ONLARIN DİKTATÖRLÜK ANLAYIŞI BİRBİRİNE ZITTIR

Öz Yönetim tartışmasından sonra AKP, belediyelerin yetkisini kısıtlama tartışmalarına başladı. Bu konuda bir yasa hazırlandığı söyleniyor. Sizin yerellik taleplerinize karşı hükümetin merkezileşmedeki ısrarı Türkiye’ye neler getirecek?

AKP’nin bu tutumu devleti güçlendirme çabasıdır. Yerel yönetimler, belediyeler dediği halkın belediyeleri değil mi? Belediyeler halkın hizmet kurumudur ve halkın mekanlarıdır. Toplumun öz kurumlarına darbe indirmek istiyor. Belediyelerin zaten bir yetkileri yok, var olan yetkileri bile devlete taşımak istiyor. Devleti daha da güçlendiren faşist bir modeldir. Devleti daha güçlendiren deyim yerindeyse toplumu yerle bir eden bir anlayıştır. Bu nedenle bizim demokrasi talebimizde onların diktatörlük talepleri ile bir birine zıttır. Ya da onların diktatörlük anlayışı ile özyönetim modeli bir birine zıt iki yaklaşımdır. Onun içinde çatışıyor.

GELİN DEMOKRATİK MÜZAKERE SÜRECİNİ BAŞLATALIM

Sonuç olarak; birçok kesim mevcut yaşananları bir iç savaş olarak değerlendiriyor. Öz yönetim bu savaştan çıkışın bir yolu olabilir mi?

Bizim amacımız da bu. Bu savaş yolunun daha büyük tehlikelere, bu şiddet yolunun tüm toplumu saracak, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan bütün coğrafyayı saracak, bir yangına yol açma tehlikesini öngördüğümüz için, sezdiğimiz için, bunu bir teklif olarak sunuyoruz. Bu yol zarar getirir halklarımıza, halklarımızın lehine bir yol değil. Onun için bu yoldan çıkmalıyız diyoruz. Onun için teklifimiz, deklerasyonda da var. Bu bir öneridir, eleştiriye açıktır ve tartışabiliriz diyoruz. İlla biz böyle karar aldık uyacaksınız gerisi kıyamettir demiyoruz. Gelin, demokratik yollardan tekrar görüşmeler ile önderliğin de özgürlüğünü sağlayarak bir demokratik müzakere sürecini başlatalım. Bu halklarımızın da lehinedir. Kazan kazan politikası budur. Aksi takdirde geri yol akıl dışı yoldur. O yolda gitmemek ve o yolda ilerlememek gerekiyor.

BİZİ NASIL BİR BAHAR BEKLİYOR

Son soru; bütün bu gelişmeler ekseninde bizi nasıl bir bahar bekliyor?

Bizim muhatabımız Türkiye halklarıdır. Onun için Türkiye’nin demokrasi güçlerine çağrımız, bu deklarasyonla birlikte daha da somutlaşmıştır. Birçok spekülasyonu bununla önledik. Halklarla ve halkların kardeşliğinden yanayız. Türkiye ve Kürdistan’ın bütün halkları ortak aydınlık geleceğini yaratmak bizim hedefimizdir.

Öyle devletin bahsettiği anlamda bölücülük denen safsatanın bizimle ilgisi olmadığını, bölenin asıl devlet politikaları olduğunu, yıllarca Kürt sorununu şiddet temelinde çözenlerin, bu kadar can kayıplarından sorumlu olduğunu hatırlatmak istedi.

Kürtler bu teklifle bir barış eli uzattılar. Tutun bu eli dediler. Hem Türkiye toplumuna hem de devlet ve hükümete bu çağrıyı yapıyoruz. Bu elin en azından Türkiye toplumu tarafından tutulacağına inancım güçlüdür. Türkiye halklarına ve Türkiye toplumuna kendimizi doğru anlattığımızda, bunun mutlaka bir yankı bulacağına inanıyorum. Şuna dayanarak ve güvenerek söylüyorum; üç yıllık görüşme sürecinde birçok anketler yapıldı. Barış sürecinden yanamısınız değil misiniz gibi anketler yapıldı. Yüzde 80’e yakın anketlerde barış ve çözümden yana eğilimler çıktı. Bu bize büyük bir güç veriyor. Yüzde 10-15 arası bir kitle daima Kürtlere kardeş gözüyle bakmamış olabilir. Dolayısıyla toplum sesini çıkarabilirse, bu talep ya da tekliflerimizin kendisi için de yararlı olduğu bilincine varırsa, ben inanıyorum ki Türkiye toplumu bu konuda tarihi misyonunu oynayacaktır. Devlete de geri adım attıracak güç Türkiye ve Kürdistan halklarının birlikte dayanışması, ittifakı ve kardeşliğidir. Biz bunu başarabilirsek, devlet er ya da geç bu savaş konseptinden vazgeçmek zorundadır. Böylece bahara daha geniş ufuklarla girebiliriz. Onun için umutluyuz. Biz siyasetçi ve politikacılar daima umudumuzu korumak zorundayız. Devleti de geriletecek olan toplumun, Türkiye ve Kürdistan halklarının bir bütün olarak demokrasi güçlerinin el birliği ile barışın demokrasinin ve ortak halklarımızın ortak aydınlık geleceğini savuracak konumda birlikte olmasıdır. Bunu başardığımızda devletin savaş politikalarını gerileteceğiz.