3 Ağustos'un götürdükleri
3 Ağustos 2014 katliamının üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. 10 ay önce televizyondan izlerken gözyaşlarımı tutamadan, insanlığımdan utanarak izlediğim trajediye şimdi daha yakından, Şengal'in kendisinden bakıyorum...
3 Ağustos 2014 katliamının üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. 10 ay önce televizyondan izlerken gözyaşlarımı tutamadan, insanlığımdan utanarak izlediğim trajediye şimdi daha yakından, Şengal'in kendisinden bakıyorum...
3 Ağustos 2014 katliamının üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. 10 ay önce televizyondan izlerken gözyaşlarımı tutamadan, insanlığımdan utanarak izlediğim trajediye şimdi daha yakından, Şengal'in kendisinden bakıyorum. Ve bakarken 3 Ağustos'un, Şengal'in eteklerine kurdukları çadırlarda yeniden yaşama tutunmaya çalışan bu antik topluluktan neleri götürdüğünü anlamaya çalışıyorum. Kimi zaman sözcüklerin idrakına sığınarak kimi zaman ise anlamın sınırlarını zorlayarak… Gerçekten de yaşama yeniden tutunmaya mı çalışıyorlar? Yoksa anlamların kendinden boşaldığı bir sorgusuzlukta öylesine mi artık her şey... Yaşadıkları vahşeti düşündükçe cevapsız sorularım çoğalıyor. Peki ya, bütün bu yaşanılanların uzağındaki sizler… 3 Ağustos'tan sonra acaba Êzîdîler kendilerine yeni yaşam dayanakları oluşturabildiler mi, sorusu, kaç defa gelip de dayandı vicdanınızın kapısına? Ben onlar için ne yapabilirim, sorusunu bir kez olsun sorabildiniz mi kendinize?
Elbette, Êzîdîlerin yaşadığı bu trajedi bir ilk değildi. İslam tarihi boyunca sayısız kez bu vahşeti yaşadılar. Ne yazık ki, tek tanrılı dinlerin hemen hepsinde tanrı-inanan ilişkisi çok keskin bir özne-nesne ayrımına oturtulmuştur. Bunun da dinler tarihi boyunca insanlığa çok ağır faturaları olagelmiştir; efendiler ve köleler; çoğunlukların görmezden geldiği azınlıklar; dıştalanan ötekiler; dinen yok edilmesi gerekenler; kültürel ve fiziki soykırımlar ve 3 Ağustos...
Lakin 3 Ağustos'un vahşetine uyanan Êzîdîlerin tüm bu dini topluluklardan apayrı bir inanç dünyası var; bu inanç dünyasında efendiler ile kölelerin, çoğunlukların görmezden geldiği azınlıkların, dıştalanan ötekilerin, dinen yok edilmesi gerekenlerin, kültürel ve fiziki soykırımların ne dini, ne manevi, ne mantıksal, ne kültürel ne de maddi bir karşılığı var. Çünkü bu inanç dünyasında Xwedan ve Êzîdî yalnızca birbirlerinin yansıması olduğu için değerlidir. Biri özne öteki nesne olmadığı için anlamlıdırlar. Yani Xweda ile Êzîdî arasındaki ilişki Tanrı-Kul ikilemine oturtulmadığı için kutsaldır. Çünkü bu inanç dünyasında Melaka Tawus yalnızca Êzîdîlerin değil tüm evrenin aydınlatan ve kutsayan güneşidir. Güneşi gören ve enerjisiyle can bulan herkesindir. Her canlınındır… Bu yüzden de Êzîdîler iyilik dualarını kendilerinden önce kendi toplulukları dışındakiler için ederler. Dini ve kültürel yapısını Şengal Dağı'nın bağrında yüzyıllarca korumaya çalışmış olan bu Kürt inanç topluluğu, Êzîdîlik kimliğini böylesi barışçıl bir öze oturtmuştur. Ve varlığını bu özle kimliklendirmiştir.
Fakat ne yazık ki, Medine Vesikasının muhtevasındaki demokratik özle hiçbir ilgisi olmayan Sünni-Şii iktidar elitleri, İslam kisvesi altında yüzyıllar boyunca sistematik bir şekilde Êzîdîlik, kimliğini yok etmeye çalıştılar. Son büyük korkunç saldırılarını ise DAİŞ eliyle gerçekleştirdiler. Yozlaşmış ve çürümüş insanlık vicdanının belki de en korkunç formlaşması olan DAİŞ gerçekliğiyle, Êzîdîlerin bu barışçıl inanç dünyasında adeta bir ölüm kasırgası estirdiler. Ve estirmeye de devam etmekteler… DAİŞ’in elindeki yüzlerce kadın ve çocuk hala güne şu korkunç sorularla uyanıyor; acaba bugün kaç defa öleceğim? Kaç defa daha tecavüze uğrayacağım? Acaba ne tür bir vahşete tanık olacağım? Yine Fidanlık Kampı, Newroz Kampı, Duhok ve Şengal’deki Êzîdîlerin dramı hala içler acısı… İnsanlık vicdanı ise hala sürmekte olan bu DAİŞ vahşeti ve Êzîdî dramı karşısında adeta yaşandı bitti dercesine tepkisiz, tutumsuz ve çabasız… Böylesi bir vicdan ya tamamen körelmiştir ya da büyük bir travma yaşamaktadır. Belki de birileri bu yazıyı okurken ‘hayır, sadece DAİŞ gibi bir vahşetle yaşamaya alıştık artık’ diyordur. Ne fark eder ki! Bu vahşetle yaşamaya alışmanın körelmiş bir vicdan dışında başka bir izahı olabilir mi? Oysa Fidanlık ve Newroz kamplarındaki ve yine Duhok ve Şengal dağındaki binlerce Êzîdînin dostluğumuza, desteğimize, sevgimize ve güvenimize ihtiyaçları var. Kendilerine yeniden yaşam dayanakları oluşturmaları ve toplumsal yaşamlarını yeniden örgütleyebilmeleri için bizim gibi gönüllülere ihtiyaçları var.
HPG, YJA-STAR, YPG ve YPJ savaşçılarının desteğiyle DAİŞ’in vahşetinden kurtarılmış ve Şengal Dağı'nın eteklerine yerleştirilmiş Êzîdîler, hala bir korku ve güvensizlik hali içerisinde. Sünni-Şii iktidar elitleri tarafından yüzyıllar boyunca sistematik olarak maruz bırakıldıkları kültürel ve fiziki soykırımdan kaynaklı tüm Müslümanlara hatta kendilerini kurtaran Müslüman Kürtlere dahi derin bir güvensizlikleri var. Kuşkusuz sistematik olarak fiziki ve kültürel soykırıma maruz kalmış bu gibi topluluklarda ‘güvensizlik ve inançsızlık’ süreklileşen psikolojik bir hal alır. Nitekim her bir Êzîdî belki de bir ömür sürecek travmalar yaşadı. Bu yüzden de gerek Fidanlık ve Newroz kamplarındaki gerekse Duhok ve Şengal dağındaki Êzîdîlerin yaşadığı travma ancak bizlerin maddi ve manevi desteği ile iyileştirilebilir. Bundan hareketle toplumsal ahlakı, demokrasiyi ve barışı önemseyenlere, gelin Êzîdî halkının yanında olduğumuzu, yaşadıkları korku ve acıları hissettiğimizi gösterelim, diyorum. Çünkü vicdanın olmadığı yerde toplumsal ahlaktan, demokrasiden ve barıştan bahsedilemez.