GÖRÜNTÜLÜ

Ferda Çetin: Süreç sadece izlenerek sonuç alınamaz

Demokratik toplumun inşası için, süreci sahiplenmenin ötesinde, görev ve sorumluluk alınması gerektiğini söyleyen Ferda Çetin, “Başkan Apo’nun çağrısı sadece destek verilerek sonuç alınamaz. Bu süreçte aktif rol ve misyon üstlenilmeli” dedi.

FERDA ÇETİN

Önder Apo’nun 27 Şubat tarihinde yaptığı Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın bir boyutu devletle süren müzakere ve diyalog süreci olarak ilerliyor. Bir diğer boyutu ise demokratik toplum çağrısı. Bu çağrı, Türkiye ve Kürdistan halkının hem meselenin çözümünde hem de yeni Türkiye’nin inşasında demokrasi ve hukukun tesis edilmesini, hem de siyasal zeminin güçlenmesini umut ediyor. 

Yürütülen tartışmalar ile verilen mesajlarda ise inşanın gerçekleşmesi için tüm toplumsal kesimlerin bu çağrıyı sahiplenmesinin ötesinde, görev sorumluluk alması, bu sürece bir özne olarak dahil olması bekleniyor. Önder Apo, PKK kongresine gönderdiği politik raporunda ise, bu süreci inşa edecek mekanizmanın demokratik komünler ve meclisler olduğuna işaret ediyor. 


Gazeteci Ferda Çetin ile sürece ilişkin yaptığımız röportajın ikinci bölümünde, demokratik toplumun inşasını, demokratik komünleri ve sürece ilişkin topluma düşen görev ve sorumlulukları konuştuk. 

Röportajın ikinci bölümü şöyle: 

Süreç ve diyalog tartışmalarına ilişkin her iki tarafta bir güvensizlik olduğu belirtiliyor. Bu güvensizliğin sebebi nedir ve aşılması için ne yapılması gerekir? 

Bu duruma ‘Ontolojik güvensizlik’ (bireyin dünyadaki varlığını, kimliğini ve temel güvenliğini sürdürme konusundaki belirsizlik veya kaygı durumu) deniliyor. Kürtlerde bu yoktur. Fakat Türkiye devleti yıllar içinde Türkiye toplumunu yavaş yavaş alıştırdığı bir ruh hali veya bir yaklaşım haline geldi. Yani Türkiye'nin ya da Türk halkının, Türkiye toplumunun varlığını Kürtlerin yokluğu, Kürtlerin zayıf kalması veya Kürtlerin güçsüz kalmasına bağlayan mantık çok hakim ve etkili. Dolayısıyla da Kürtlerin hak hukuk sahibi olması, statü sahibi olması, kendi kendisini yönetmesi Türkiye açısından, Türkiye'deki iktidarlar açısından ve Türkiye'deki yerleşik devlet kurumları açısından bir tehlike ve tehdit olarak görülüyor.

Kürtler için de özellikle Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan soykırım denemeleri, katliamlar, infazlar, cinayetler günümüze kadar gelen Kürt sorununu şiddet yöntemiyle çözme arayışı, Kürt sorununu baskıyla, imha ile inkar ile bastırma politikası Kürt halkında da bir karşı güvensizlik yarattı. Yani bu kadar kötülüklere bulaşmış, bu kadar kötülüğü rutin bir politika, normal bir politika haline getiren bir devletle veya onun temsilini yapan bir hükümetle konuşmak bir güvensizlik yaratmış. Sorun bu tespiti yaptıktan sonra yaşanan güvensizliğin nasıl ortadan kalkacağı ve kaldırılacağıdır. Adına müzakere, diyalog ne dersek diyelim bu süreç sağlıklı ilerletilirse bu güvensizlik ortadan kalkabilir. Yani insanların beyni var, zekası var, zihni var.

Doğruyu anlattığınızda, doğruyu tartıştığınızda ona inanacaktır, o dönüşümü yapacaktır. Ama bugünkü gibi ilerlerse toplumun düşüncesine, toplumun zekasına, toplumun kendi kendini yönetme ve birlikte yaşama fikrine hakarettir, saygısızlıktır. Toplumlar bu kadar çaresizlik veya bu kadar çıkmaz içine sokulmamalıdır. Fakat bu konuda Kürt toplumu ile Türk toplumu da aynı pozisyonda değil. Yani Kürt toplumu barışı, kardeşliği, demokrasiyi hakikaten istiyor. Bu sadece Türkiye ile de ilgili değil, Suriye'de de istiyor, Irak'ta da istiyor, İran'da da istiyor. Zaten kendi sistemini de böyle kuruyor. O ülkelerdeki halklarla, topluluklarla birlikte yaşamak ve birlikte bir gelecek örmek üzerine kurguluyor. Bunu açık tartışıyor, bunun teorisini yapıyor, pratiğini geliştiriyor. 

Peki Türkiye toplumu açısından durum nedir? 

Türkiye toplumu açısından her zaman ‘İç düşman, dış düşman, dışarıdan tehlike, devletin bekası, devleti tehdit eden dış varlıklar, dış güçler’ söylemleri veya düşüncesi ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar gidiyor. Kahvehanelerden, camilere, medreselere, stadyumlara kadar o kültürle yetişiyor. Burada da toplumu eleştirmek veya toplumu mahkum etmek yerine siyasi erki veya üniversiteleri, aydınları eleştirmek, toplumun o düzeye gelmesine müsaade eden, savaş isteyen, savaştan beslenen bu rantçı kesimlere karşı etkisiz kaldığı için o kesimleri eleştirmemek de lazım. ‘Niçin toplum bu hale geldi?’ demek çok anlamlı değil. 

Tam olarak bunu sormak istedim. Irkçılık, tekçilik veya korku üzerine şekillendirilmek istenen bu toplumsal yapının değişimi için Türkiyeli aydınlara, sivil topluma, devletin kendisine, siyasi partilere nasıl bir sorumluluk düşüyor? 

Türkiye’de demokrasi için yasaların, anayasanın değişmesi lazım. Yani sadece Kürtler için değil, mevcut hukuk veya anayasa demokrasiye alan açmıyor. Yasalar bunun bir boyutu. Fakat yasalar kendiliğinden değişmez. Sadece meclis aritmetiğiyle de değişmez. Birçok siyasetçi mevcut anayasanın da uygulanmadığını söylüyor zaten. 'Yeni anayasa yapmaya gerek yok, eskisini uygulamıyorsunuz' deniliyor. 'Eskisini uygulayın, yenisini ondan sonra tartışalım' diyorlar. Şimdi bu bir bölümü ama bunu sürekli yönetimden, iktidardan beklemek de başka bir sıkıntı. Yani bu kadar siyasi parti, bu kadar sivil toplum örgütü, bu kadar kurum, bu kadar üniversite, bu kadar aydın varken bunu sürekli devletten istemek, hükümetten istemek toplumun ne kadar etkisiz olduğunu, ne kadar çaresiz olduğunu ortaya koyuyor. Yani toplumun buna itiraz etmesi lazım. Toplum dediğimiz şey de tek bir çekirdekten oluşan, bir tek merkezden yönetilen bir mekanizma değil. Birçok birleşeni olan, birçok faktörü olan, birçok etmeni olan bir organizmadır.

Ayrıca herkes bu süreç için 'çok iyidir' diyor. Türkiye'nin gelişmesi açısından da Kürtlerle ilişkiler açısından da iyi olduğu belirtiliyor. PKK’nin kongre kararının çok cesurca olduğu ve Türkiye’nin geleceği ile demokrasisi için çok faydalı olduğu söyleniyor. Fakat maalesef herkes izleyici pozisyonundadır şu anda. Üniversiteler izliyor, gazeteciler izliyor. Herkes meselenin popüler kısmının peşinde. Kim görüşmeye gitti? Görüşmede Başkan Öcalan ne dedi? Tayyip Erdoğan ne dedi? Yani böyle bir toplum gerçekten acınası bir toplum halidir. Belki bu süreçte düzeltilmesi gereken hususlardan biri de budur. Bu kadar pasif, bu kadar edilgen, bu kadar beklentili ve destekler pozisyon kabul edilemez. ‘İyidir, hayırlıdır ama biz de izleyeceğiz, gelişirse destekleyeceğiz’ gibi bir durum söz konusu.

Burayı biraz açmanızı istiyorum. Demokratik toplumun inşasına işaret ediyorsunuz sanırım.  Demokrasinin inşasından ne anlıyoruz? Toplumsal kesimlere bu anlamda hangi görev ve sorumluluklar düşüyor?

En önemli husus bu. Bu Başkan Öcalan'ın da açıklamasında da var, PKK'nin kongre kararlarında da var, sonuç raporlarında da var. Birçok husus var ama esas olarak iki başlık var. Bir, devletin yapması gereken görevler, adımlar ki bunlar aynı zamanda müzakere veya diyalog süreciyle ilgilidir. Bunlar yavaş gidebilir, bir kısmı biraz zaman alabilir. Devlete ilişkin olan boyutu yani barış boyutu veya demokrasinin devlete düşen bölümünün yerine getirilmesi. Fakat diğeri ve esas olanı, daha güçlü olanı demokratik toplum çağrısı. Yani demokratik toplum çağrısı hem Kürtlere hem Kürt kurumlarına hem de Kürt siyasetine yapılan bir çağrıdır. Hem de Türkiye toplumuna yapılan bir çağrıdır. Yani demokratik toplum çağrısı şu anlama geliyor; bu sürecin ilerleyebilmesi, bu sürecin derinleşebilmesi, yeni bir Türkiye'nin oluşabilmesi, kardeşliğin tesis edilebilmesi için demokrasinin gerçek bir demokrasi haline dönüşmesi gerekir. Sadece seçimlerden seçime, 4-5 yılda bir oy kullanmaktan ibaret demokrasiden söz etmiyoruz.

Bütün kurumların, bütün birleşenlerin, bütün toplumsal kesimlerin kendi talepleriyle, kendi istemleriyle, kendi gündemleriyle hem bu sürece müdahil olmaları hem itirazlarını ve eleştirilerini de dile getirmeleri gerekiyor. Bunu açacak olursak, Türkiye'de dindarlar var, aleviler var, kadınlar var, çok önemli. Yani bu tartışmalar olurken kadınlar şöyle demeli, biz bu konuların, bu başlıkların tartışılmasını istiyoruz. Kadına yönelik şiddet almış başını gidiyor, cezasızlık buna paralel olarak gidiyor. Yani kadın cinayetlerine veya kadınlarına yönelik şiddet vb. Yine Alevilerin bu süreçte ne istediklerini, nasıl bir anayasayı istediklerini dile getirmeleri gerekiyor. Evet, süreç başladı, süreç iyi gidiyor ama Aleviler olarak biz şöyle bir müfredat istiyoruz demelidir. Diğer kurumları da söyleyebiliriz. Mimar Mühendisler Odası var, Tabipler Odası var, Barolar var. Yani kurumların daha aktif, daha dinamik hale gelmesi gerekiyor ve müdahil olmaları gerekiyor. Bu Kürtlerin de istediği veya Kürt tarafının da istediği bir müdahale olacaktır.

Demokrasinin inşasında, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın politik perspektifinde yer alan ‘Demokratik Komünler’ nasıl bir mekanizma olacak ya da olmalı? Şüphesiz bu tartışmalar halk toplantılarıyla, halkın özne olarak katıldığı platformlarda şekillenir ancak sizin görüşünüz nedir? 

Bu konu da çok esaslı. Demokratik toplum çağrısıydı. Hem Başkan Apo’nun çağrısında hem PKK'nin çağrısında var. Demokratik toplum çağrısı, yeniden inşa. Yani yeniden inşa, mevcut durumun yetersiz olduğuna işaret ediyor. Yani mevcut toplumsal kesimlerin, mevcut siyaset tarzının yetersiz olduğunu belirtmek için yeniden inşa ediyor. Belki de yeniyi bile kaldırmak lazım. Yani inşa gerekiyor. Şimdi bu noktada sadece belli dönemlerde oy kullanmak, sadece bir partiyi destekleyen siyaset tarzından bir çıkış olmalı. Yani bütün toplumsal kesimlerin kendisini örgütleyebildiği, komünler, meclislerle örgütleyebildiği, yine merkezi yönetimin ve karar alma süreçlerinin merkezden yerele dağıldığı, yerelin karar sahibi olduğu bir durumu ifade edebiliriz. Karar alma süreçleri merkezden yerele doğru ne kadar kayarsa o kadar demokrasiden söz edebiliriz. Birçok merkez, birçok alan, köy, mahalle semt kendisine ilişkin karar alabiliyorsa hem kendi gündelik yaşamına hem siyasi tercihlerine hem kendini yönetme tarzına ilişkin karar alabiliyorsa, bu onun özgürlüğünü ifade eder.

Bu kısmı biraz açar mısınız?

Ülkenin veya toplumun tümüne ilişkin gündemler dışında bir komün ya da meclis kendi gündemlerini ne kadar oluşturabilir ve bunu yenileyebiliyorsa o kadar özgürdür. Yani bu bir köyü kapsayabilir, bir toplumsal kesimi ya da gençleri kapsayabilir, kültür faaliyeti yürüten grubu kapsayabilir, bir mezrayı kapsayabilir bu örnekleri genişletebiliriz. O grup, o toplumsal kesim kendisine ilişkin kendi gündemini kendisi tespit edecek. Bunu değiştirecek, yenileyecek, bunun gerçekleşmesi için bir hak mücadelesi yürütecek, bunun önündeki hukuki yasal engellerin ortadan kaldırılması için mücadele edecek. Başkan Öcalan bunu yaratmak istiyor, bunun mücadelesini veriyor. Aslında 20 yıldır anlattığı da budur. Yani toplumda konuşamayan, sesini çıkaramayan, edilgen, pasif insanlar yerine konuşan, hakkını-hukukunu arayan, bunu dile getiren ve bunun peşine düşen bir toplum istiyor. Yani herkesin, her grubun, her yerin, her bölgenin kendi talepleri, kendi gündemleri farklıdır. Bu gündelik sosyo-ekonomik sorunlar da olabilir, siyasi tercihler de olabilir veya kendisini yönetmeyle de ilgili olabilir. 

Burada parçalı bir görüntü yok mu? Bu parçalı durum beraberinde yeni sorunları getirebilir mi?

Bu sadece bizim coğrafyamızda ya da Kürtlerin tartıştığı bir mesele değil. Çokluk, farklılıklar, ötekilerin çok olması bunların üst birlikler, daha güçlü birlikler oluşturması önünde engel değil. Onu güçlü kılan bir şeydir. Yani farklı inançların olması, farklı etnisitelerin olması, farklı komünlerin olması üst amaçlar için engel değil. Mesela ekoloji gibi bir sorun bütün yerel birimlerin dışında daha üst bir mekanizmayı ifade edebilir. Daha üst bir amaçtır, bir ortak hedeftir. Çevrenin güzelliği, hayvanların korunması, çocukların hakları, kadınların hakları gibi örnekler çoğaltılabilir. Yani bu o grupların ya da o parça dediğimiz kesimlerin kendi söylediklerini de ifade etmeleri veya kendi haklarını savunmaları, onu gerçekleştirmeleri önünde engel değil. Mesela Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı var. Türkiye'de bunu imzalamış, yürütüyor. Aslında bu konuları kapsıyor. Yani yerelin inisiyatif sahibi olması, hak hukukunu kendisinin belirlemesi, aynı zamanda ekonomik özgürlüklerini kendisinin geliştirmesi veya kendi kendine yeterli bir ekonomik özgürlüğe kavuşması, kendi valisini, emniyet müdürünü kendisinin seçmesi veya o yola da başvurabilme hakkı gibi birçok hak.

Yani yerel veya küçük birimlerin kendi kendini yönetmesi, inisiyatif sahibi olması, söz-karar sahibi olması, tartışma gücüne sahip olmasını ifade ediyor. Zaten güzelliği de oradadır. Yani bir köy topluluğu kendisi tartışıyor. Köye ilk önce su ihtiyacı mı var, yol mu yapılacak, futbol sahası mı yapılacak? Kendisi onu tartışıyor, karar veriyor ve bu kez merkezi hükümete veya belediyeye baskı yapıyor. Diyor ki; “ben bunu istiyorum, bunu gerçekleştireceğiz.” Bundan daha güzel bir şey olamaz. Bunun tersi de Türkiye'de Ankara'daki bakanlıkların vereceği bütçelerden o merkeze düşen pay oranında bir para verilecektir. Artık o paranın da kullanılacağı yere de o köyün kendisi ona karar vermiyor. Bakanlık ne için uygun görmüşse o para oraya kullanılacaktır. Yani suya ihtiyacı varsa da su için kullanılmayacaktır.

Alışılagelmiş örgütlenme biçimlerinde bu komün veya meclislerin bağlı olduğu yapılar kurumlar oluyor, bu bir parti olabilir ya da başka bir mekanizma olabilir. Sizin tarif ettiğiniz bu örgütlenmede buraya dair bir yapısal boşluk olabilir mi? Yani merkezi bir örgütlenme veya yapıdan bahsediyorum. 

Bu yerelin güçlenmesi bütünüyle merkezilikten kopmak, merkezi hiçbir karar, bir bağ tanımamak anlamına da gelmiyor. O da çok doğru değil. Yani anarşizm veya anarşizmin bir kesimi böyle düşünüyor. Bütünüyle yönetimsizlik, bütünüyle merkeziyetsizlik gibi ancak o da olamaz. Yani şimdi ortak yapılacak işler, ortak yürütülecek tartışmalar, biz toplum diyoruz, büyük toplumu da düşünen bir eksende olması lazım. Fakat o merkezi veya o hiyerarşik bağ alabildiğine gevşek ve alabildiğine de esnek bir bağdır. Yani şimdiki gibi katı emir-talimat ile yürüyen, kararların tek yerden alındığı, yerelin de onu yerine getirmekle sorumlu olduğu bir eksenden çıkarılması gerekiyor. Yoksa yerel-merkez ilişkisi gene olacaktır, olmalıdır d. Bir organizasyon, koordinasyon her zaman her yerde buna ihtiyaç duyuluyor.

Fakat bunlar henüz fikirsel düzeyde tartışmalar. Bunların pratiğe geçirilmesinin önemine ilişkin ne söylemek istersiniz?

Biz şimdi entelektüel bir tartışma yürütüyoruz. ‘Şöyle olsa iyi olur, böyle yapılsa iyi olur. İyi sistem budur’ diyoruz. Ama eğer bu sistem örülmezse, bu geliştirilmezse, buna uygun adımlar atılmazsa, teorik olarak kütüphanelerde de bir sürü kitap var. Üniversiteler bunları bizden çok daha iyi tartışıyor. Sosyal bilimler kürsüleri var, sosyoloji kürsüleri tartışıyorlar. Yani maharet ve bunun güzelliği bunu pratikleştirmesidir. Örgütlenmektir. Komün oluşturmaktır, meclis oluşturmaktır, bir araya gelmektir. Gerçekten Türkiye'deki süreç geliştirilmek isteniyorsa, hem Türkiye'deki sol-sosyalist çevreler hem demokrasi güçleri hem de Kürtler için, bekleyerek sonuç alınamaz. Mesajlardan, görüşmelerden gelecek sonuçları dikkatle veya merakla beklemek önemlidir, iyidir ve doğrudur. Fakat kendi yapması gereken örgütlenme, kendi taleplerini dile getirme, bu sürece müdahil olma, kurumlarını, organlarını oluşturmazsa bu tartışma teorik bir tartışma olarak kalır. Zaten herkes tartışıyor. Buradan çıkarılması lazım.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın politik perspektifine dönük Türkiye’deki kimi sol-sosyalist çevrelerden eleştiriler, refleksler geldi. Siz nasıl görüyorsunuz bu tartışmaları?

Eleştiriler olabilir. Zaten eleştirilerin en büyüğünü Başkan Öcalan kendisi yapmış ve yapıyor. ‘Biz Marksizm’i çok doğru ele alamadık’ diyor. Sosyalizme, reel sosyalizme bakış açısını değerlendiriyor ve öz eleştirisini veriyor. Eleştirmiyor, öz eleştirisini veriyor. ‘Şu yanılgılarımız oldu. Şöyle baktık’ diyor. Veya Marx’ı, Lenin'i anlatırken önemli referans kaynakları olarak göstermekle beraber ‘Şu şu alanlarda boşluklar kaldı. Şunu öngöremediler. O dönem bu çok belirgin değildi’ gibi hem dışarıdaki sol sosyalist teoriye eleştiriler yapıyor hem kendisinin ve PKK'nin yanlış ve eksik gördüğü ya da gerçekleştiremediği hususları çok fazla dile getiriyor. Eleştiriden zarar gelmez. Eleştiriden rahatsız da olunmaz. Ama eleştiri ile karalama, kötüleme, anlamsızlaştırma farklı şeylerdir. Türkiye'de veya bazı Kürt çevrelerinde de kendilerine ‘milliyetçi’ diyen veya kendilerine daha radikal gösteren çevrelerde bu boyutta bir durum var. Ona eleştiri diyemeyiz.

Türkiye’deki sol çevreler için de söyleyebiliriz. Hepsini aynı torbaya koyup 'sol’ diye tanımlamak veya aynı düzeyde ele almak doğru değil. Ama bir kısmının yaptığı eleştiri sadece PKK'nin yaptığını ya da Başkan Öcalan'ın yaptığını mahkum etmeye, anlamsızlaştırmaya dönük bir politikadır. Anlamaktan daha çok onu anlamsızlaştırma, değersizleştirme gibi bir politika sürdürüyorlar. Kürtlerin bir grubu bunu yapıyor. Uluslararası komplonun ortaya çıktığı 2002-2004 yılları arasında da örgüt içindeki tasfiyeci eğilim ortaya çıktığında da bu belirgin bir şekilde görüldü. Bu kesimler ‘PKK gidiyor, dağılıyor, bitiyor, örgüt bitiyor. Dolayısıyla da biz de bir zamanlar devrimcilik yapıyorduk. Bak tarih bizi haklı kıldı. Biz çok erken bunun farkına vardık. PKK veya PKK yönetimi de bunun geç farkına vardı’ gibi söylemlerle saldıran, hakaret eden bir tutum içine giriyorlar. Bunları da eleştiri olarak dikkate almamak lazım. Fakat bunların toplum nezdinde, toplum içinde zaten bir ağırlıkları, bir karşılıkları olmadığı için çok da ciddi almaya gerek yoktur.

Son olarak bu yeni dönemin aynı zamanda risk barındırdığını düşünüyor musunuz? Yani PKK ile somutlaşan Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu yeni kararlaşması, bir marjinalleşme getirebilir mi? Ya da bugüne kadar konuştuğumuz toplumsallaşan, halklaşan yönünü zayıflatma ihtimali var mı?

Böyle bir risk hiç söz konusu değildir. Olamaz. Kürt toplumunu veya Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Kürt legal siyasetine veya diğer parçaları da buna katarak söylüyorum. Doğu Kürdistan, Güney Kürdistan, Rojava dahil olmak üzere, Başkan Öcalan ve PKK hareketi halka düşünme, kavrama, tartışma ve kendi haklarını, hukukunun bilincine varma yeteneği kazandırdı. Yani başından beri olan bir şey değil bu. Yani direnen, mücadele eden ama aynı zamanda da kendi hakkını, hukukunun bilincinde olan bir toplum yaratıldı. Böyle bir toplum var artık. Yani bunu ne Türkiye 100 yıl öncesine çevirebilir ne Baas rejimi geriye çevirebilir ne de İran'daki sistem bunu geriye çevirebilir. Toplumda bir bilinç oluşmuş. Onun için de sıkça 'PKK sadece silah kullanan bir örgüt değildir’ deniyor. Topluma zihniyet kazandıran, özgürlük bilinci, demokrasi bilinci veren, bunu gerçekleştiren bir harekettir. Gerçekleşmiştir. Özgür toplum fikriyatı gerçekleşmiştir. Fakat bunun kurumsallaşması, bunun süreklileşmesi, bunun örgütlenmesi boyutu o düzeyde gerçekleşmemiştir. Bu mücadele sürecektir bundan sonra. Büyüyerek sürecektir. Yani bu zayıflayamaz, geriye düşemez.

Ama bizim için önemli olan zamandan yararlanmak, bunu bir an önce gerçekleştirmek. Daha rahat, daha özgür, daha eşit, daha adil koşullar varken sürekli gerilim, çatışma bilinmez bir rotada ilerlemek yerine özgürce yaşamak mümkün ve bunu hızla gerçekleştirmek gerekiyor. Yoksa marjinalleştirme, erime vs. gibi şeyler söz konusu olamaz. Bu da örgütlülükle ifade edilebilir. Toplum örgütlü olduğu oranda bunlar olmayacak.  Örgütlülük de var. Başkan Öcalan da PKK de bu örgütlülüğün daha da büyütülmesi, daha da genişletilmesi, daha da kurumlaştırmasını istiyor. Devlete de bunun önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını tavsiye ediyor. ‘Böyle olursa biz anlaşabiliriz, kardeş olabiliriz’ deniyor. Türkiye'ye de bu söyleniyor, İran'da söyleniyor, Suriye'ye de bu söyleniyor. Biz eşit partnerler, eşit paydaşlar olursak birlikte iyi bir sistem kurabiliriz mesajı veriliyor. Toplum da bu bilinçtedir.