'Yargı kullanılarak HDP'nin halka ulaşması engellenmek isteniyor'
Hukukçu Doğan, seçim döneminde HDP'nin halka ulaşmasını engellemek için yargının kullanıldığını belirtti.
Hukukçu Doğan, seçim döneminde HDP'nin halka ulaşmasını engellemek için yargının kullanıldığını belirtti.
Hukukçu Doğan, seçim döneminde HDP'nin halka ulaşmasını engellemek için yargının kullanıldığını belirtti. Öz yönetimin uluslararası hukukta kabul gördüğünü de vurgulayan, Erdoğan'ın en çok uluslararası mahkemelerde yargılanmaktan korktuğunu söyledi ve hukuksuzlukları uluslararası alana taşımayı önerdi.
1 Kasım Genel Seçimleri yaklaşırken AKP ve Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tek başına iktidarlığı sağlamak adına kendi hukuklarını; insan haklarına ve uluslararası sözleşmelere aykırı hukuku topluma dayatıyorlar. Özellikle, iktidarı sarsıcı gücü dolayısıyla HDP'nin seçim çalışmaları da engelleniyor.
İnsan hakları üzerine uzmanlaşmış, Hukukçu Erdal Doğan ile son dönemde devletin yaşattığı hukuksuzlukları konuştuk...
'HEM İÇ HUKUKA HEM DE ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERE AYKIRI'
Son dönemde yaşanan hukuksuzluklara, ilk olarak öz yönetim meselesine yaklaşımla değinelim: Ağrı Sulh Ceza Hakimliği, HDP'nin seçim beyannamesini, içinde öz yönetim yer aldığından toplattı. Hangisi hukuki olmayan?
Seçim bildirgelerini toplama kararını alan Ağrı Mahkemesi, bildirgede bahsi geçen 'Merkezin yerel üzerindeki vesayetini ortadan kaldıracak yasal adımlar atılacak. Vali dahil yerel yöneticilerin seçimle iş başına gelmesi için yasal düzenleme yapılacak' beyanına dayandırmış karar gerekçesini. Aslında bu öz yönetim mevzusu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesine uygundur, ancak Türkiye buna şerh koymuş. Ama aynı zamanda da bu hem AKP'nin hem CHP'nin seçim beyannamelerinde de mevcut. Anayasanın 90/5. maddesi temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslarası sözleşmeler usule uygun olarak imzalanıp onaylanmışsa, bunlar ulusal yasalardan üstünlük taşır yani anayasa hükmündedir, diyor. Bu konuda Birleşmiş Milletler Siyasal Haklar Sözleşmesi ve temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslarası metinler de, seçmenin iradesini yansıtacak bir seçim olması ve bu anlamda da şeffaf ve güvenli bir seçim ortamı sağlanmasını güvence altına alır.
Yine bu konuda düzenlenen Avrupa Birliği hukuku Türkiye'nin iç hukuku sayılır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki şerhleri kaldıracaklarından MHP dışındaki hemen hemen tüm partilerin kendi seçim bildirgelerinde, beyannamelerinde bahsetmeleri, taahhüt etmeleri de aslında bunu içselleştirdiklerini göstermektedir. Burada HDP'nin seçim bildirgesinde bahsi geçen 'öz yönetim' konusu bundan bağımsız sayılamaz. Mahkemenin bu konuyu kullanarak yasaklama kararı alması hem düşünce özgürlüğünün, hem seçim öncesi propaganda haklarının hem de anayasanın 90/5. maddesi ile iç hukukumuz olan tüm temek hak ve özgürlüklerle ilgili sözleşmelerin açıkça ihlalidir ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelere de aykırıdır. Yasaklama tamamen siyasi bir karardır. HDP'nin seçim çalışmalarını engellemeye yönelik engelleme ve cezalandırma uygulamasıdır. Mahkemenin ayrıca hukuka aykırı olarak o bir cümleyi bahane ederek aynı zamanda tüm seçim bildirgesini de yasak kapsamına sokmakta ve diğer tüm beyanname maddelerinin halka ulaşmasına engel olmaktadır.
Tekrar belirtirsek, bu yasaklama ile hem Siyasal Partiler Kanununa göre seçme ve seçilme özgürlüğüne, hem de temel hak ve özgürlüklere ait düzenlemeleri açıkça ihlal ederek bir girişimde bulunulmaktadır ve bu da aleni suçtur. Mahkeme burada görevini aşarak kişilerin propaganda yapma hakkını elinden alarak görev suçu işlemektedir. Bu elbette HDP'yi tanımıyorum, diyen Cumhurbaşkanı ve ona göre dizayn edilmiş olan yargının ortak geliştirdiği bir tutumdur. Tamamen bir partinin parlementoya girmemesi için üretilmiş engellemelerden yalnızca biridir.
Bu durumda, HDP'nin hukuksal olarak yapabileceği nedir?
HDP bu karara itiraz edebilir, Anayasa Mahkemesine veya İnsan Hakları Mahkemesine başvurabilir ama tüm bunlardan sonuç almak belli bir zamanı gerektirir ki, şurada seçimlere 10 günlük bir süre kalmış, bu sürede karar çıkması imkansız. Aynı zamanda yasaya , anayasaya aykırı olan idari kararları hukuka aykırıdır, diye tanımamak ve uygulamamak mümkündür ancak bu Saray pratiği ile fiili olarak polisi, askeri, jandarmayı müdahale ettirmeye zorlayacaktır ve keyfi tutuklamalara gidebilirler. Zaten amaçları mümkün olduğu kadar çok HDP'liyi tutuklayabilmek. Halihazırda pek çok HDP'li yönetici ve seçilmişlerin tutuklu olduğu bu süreçte, daha fazla keyfi tutuklama yapabilmeleri için de yeni bir bahane olur onlar için.
SANDIKLARIN TAŞINMASI
YSK'nin 'sandıklar taşınmaz' kararına rağmen örneğin Cizre'de 93 sandığın taşınacağına dair bir bilgi var. Bu, ne anlama gelir?
YSK'nin bu net kararına rağmen halen buna muhalefet edip sandık taşımaya kalkışacakların, yine açık seçik suç işleyecekleri anlamına gelir. Mesela bölgede seçime gidecek olan tüm partilerin ortak bir suç duyurusunda bulunması gerekir öncelikle. Görevi kötüye kullanacak olan devlet memurları hakkında bir tedbir kararı çıkartabilirler. Ama malesef çok siyasallaşmış olan ve Saray'ın menfaatlerini hukukun üstüne koymaya çalışan yargıç ve savcılardan mütevellit bir mekanizma söz konusu. Bu mekanizmadan karar çıkartmak artık çok zorlaştı. Bu konuyla ilgili en hızlı ve tarafsız sonuç alınabilecek seçenek bana AGİT 'in devreye girmesiyle mümkün olur gibi geliyor. AGİT bu konuyla ilgili gözlemcileriyle beraber, gerekli önlemleri özellikle sandıkların taşınmasıyla ilgili olarak alabilir, ayrıca propaganda yasakları ve il idare kanununa ve hiçbir düzenlemeye uymayan sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili olarak da burda yalnızca seçme ve seçilme hakkının değil, yaşam hakkının, en temel insan haklarının ihlal edilmesi dolayısıyla Birleşmiş Milletler'in devreye sokulması söz konusu olabilir. Tüm bunlar birkaç gün içinde olabilecek şeyler mi, elbette değil ama yine de gerekli başvuruların yapılması bile çok önemlidir şu aşamada.
'ERDOĞAN EN ÇOK ULUSLARARASI ALANDA YARGILANMAKTAN KORKUYOR'
Amed Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin bir televizyon programında 'PKK bir terör örgütü değildir' dediği için AKP ve medyası tarafından lince uğraması, gözaltına alınıp yargılanması sürecini nasıl yorumluyorsunuz?
Tahir Elçi Diyarbakır gibi az önce bahsettiğimiz hak ihlallerinin en fazla yaşandığı bölgenin baro başkanı. Söylediği söz; 'PKK terör örgütü değildir.' Bu konuda barış süreci içinde dediğiniz gibi 'yandaş' diye tabir edilen gazeteci ve siyasetçilerin benzer birçok demeç ve söylemleri olmuştu. Hatta Elçi'nin bu beyanı Terörle Mücadele Yasasının 7. maddesi kapsamında 'terör örgütü propagandası yapma' yönünde bir suça girmez, çünkü burada bir düşünce zikrediliyor. Her ne kadar bu düşünceye katılmayanlar, aksi yönde düşünenler olsa bile en nihayetinde bu bir düşüncedir. Bu konuda emsal teşkil eden olay 1977 'de yaşanan İngiltere 'ye karşı alınan Sunday Times kararıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu karardan sonra pek çok içtihatı bunun üzerine kurdu. Şok edici, rahatsız edici düşünceler özellikle kamu görevlilerine yönelik bile söylense bu ne hakaret ne de suç sayılıyor. Düşünceyi ifade özgürlüğü olarak değerlendirilir ki zaten Tahir Elçi 'nin sözlerinin ne şok edici bir hali vardır, ne de ilk kez zikredilmiş bir düşüncedir. Aksine defalarca duyduğumuz ve bölgede çalışan birinin fikri olması açısından da ayrı bir özelliği olan bir durum tespitidir. Kendisi bir açıklama yapmıştır; 'Ben PKK'yi defalarca eleştirdim, şimdiye dek PKK'den herhangi bir cezalandırma, tehdit ya da benzeri bir korkutmaya dönük hamle görmedim. Ancak suç işlemediğim halde, bu sözümle hukuka aykırı bir muamele görmekteyim' demiştir.
Bu siyaseten bir linç kampanyasıdır. Ceza Usul Yasası yakalama kararının ne hallerde olduğunu anlatır. Kişiye davetiye gönderirsiniz, kişi eğer bu davete icabet etmezse zorla getirme kararı çıkratırsınız. Burada Tahir Elçi belirli bir adreste yaşamakta ve nerede çalıştığı ortada iken kendisine öncelikle soruşturma açılmış olduğu tebliğ edilir ve ifadeye çağırılır normal koşullarda. Ancak bu olayın uygulanışında usule tamamen aykırı bir yöntem izlendiğini görüyoruz. Saray'ın görüşü doğrultusunda savcılığın hareket ettiğini görüyoruz. Bütün bu olaylardan bir hafta önce Rize'de miting yapmasına göz yumulan ve 'oluk oluk kan akıtacağız' diyen çete reisi Sedat Peker adlı kişi hakkında Türkiye'de herhangi bir savcı değil, yalnızca Diyarbakır Barosu, ırkçı eylemlere imkan verecek, halkı kin ve düşmanlığa sevk eden ifadeleri dolayısıyla suç duyurusunda bulunmuştur. Diyarbakır Barosu'nun öncülüğünde Tahir Elçi de dahil, yüzlerce avukatın imzasıyla bölgede yaşanan hak ihlalleri, sivil halka yönelik güvenlik güçlerinin uyguladığı katliamlarla ilgili birtakım raporlar düzenlemiş ve bu raporların Avrupa Konseyi'ne ve Birleşmiş Milletler'in insan hakları komitesine yollandığını biliyorum. Bildiğiniz gibi AKP geçici hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın en fazla korktuğu mesele uluslarası ceza mahkemelerinde yargılanma konusudur. Bütün bunların, hem Sedat Peker olayı hem de Cizre raporu siyasi olarak Tahir Elçi 'yi Saray için bir hedef haline getirmiş olduğu açıktır. Yanı sıra pek çok Kürt siyasetçiye, gazetecilere hatta düşüncesini ifade eden çocuklara bile benzer yasadışı uygulamaların yaşandığı siyasi bir linç dönemi içindeyiz.
'ULUSLARARASI ALANA TAŞINMALI'
Bunca hukuksuzluk karşısında, bir çıkış yolu olarak ne önerirsiniz?
Örneğin geçtiğimiz haftalarda yaşadığımız Cizre 'de ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve peşinden gelen sivil halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaktan tutun, güvenlik güçleri tarafından; saldırıya uğraması, yaralıların, hastaların hastaneye gidemeyip, cenazelerin bile defnedilememesi gibi bir felaket esnasında, Kızılay'a acil haber verilip yardım çağrısında bulunulabilirdi. Oradan cevap alınamıyorsa Kızılhaç devreye sokulabilirdi. Bildiğiniz gibi Kızılhaç gibi kurumların uluslarası dokunulmazlığı vardır, bu ve benzer durumlarda alana girmesi, yardıma ihtiyacı olana erişmesi gerekir. Aksi halde bu durumun ne denli olağan dışı ve akıl almaz boyutlarda olduğu hem Birleşmiş Milletler, hem uluslarası insan hakları kuruluşlarını alarma geçirecek bir uyarı niteliğinde olabilirdi. Yine bölgede hazırlanan veya hazırlanacak raporların Avrupa Komisyonu'na, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi veya Komiserliğine yollanması yanında Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığına iletilmesi belki hemen değil ama yakın bir gelecekte mutlaka sonuç alınacak girişimler olacaktır. Her şeyden önce bu raporların o kurumlara gitmesi, kayıt altına geçmesi bile çok önemli. Belli bir süre içinde mutlaka suçluların uluslarası ceza mahkemelerinde yargılanmasının yolunu açacaktır.