Tutsak gazeteciler: Tarih Kürt basınını haklı çıkardı
Tutsak gazeteciler: Tarih Kürt basınını haklı çıkardı
Tutsak gazeteciler: Tarih Kürt basınını haklı çıkardı
Kürt basın kurumlarında çalışan gazetecilerin yargılandığı davada ortak savunmayı sunan tutsak gazeteci Ertuş Bozkurt, yıllardır Kürt sorununun çözümü için siyasi çözüm önermelerine, şiddetin sorunu derinleştirdiğini ifade edip barışçıl bir yolla çözüm için diyalog ve müzakere çağrısı yapmalarına rağmen hem devletin hem de merkez medyanın tepkisini çektiklerini ifade etti. "Geldiğimiz aşamada tarih, kökenini oryantalizmden alan bu arkaik zihniyetin, söylem ve tezlerini değil de, 'baldırı çıplak' Kürt basın emekçilerinin söylem ve tezlerini haklı çıkardı" diyen Bozkurt, haklarında istinat edilen suçlamalara karşı mahkemede gazetecilik dersi verdi.
Kürt basın kurumlarına 2011 yılında yapılan baskınların ardından haklarında dava açılan 26'sı tutuklu 46 gazetecinin yargılandığı davanın 4'üncü duruşması devam ediyor. Silivri Cezaevi Yerleşkesi'nde bulunan İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın 4'üncü duruşmasında tutuklu gazeteci Ertuş Bozkurt, gazetecilerin ortak savunmasını Kürtçe olarak mahkemeye sunmaya devam etti. Bozkurt savunmasında iddianamede yaptıkları gazetecilik faaliyetleri hakkında yapılan "normal gazetecilik değil" değerlendirmesine değinerek, iddianameyi hazırlayan savcının bu tanımla kendilerinden ana akım medya gibi iktidardan bilgi alıp yaymalarını ve bilgiyi toplumdan saklamalarını istediğini söyledi. Yaptıkları yayıncılığın iktidara ve egemen küresel tekel medyasına karşı halk gazeteciliği olduğunu, bunun en iyi kanıtının da savcı tarafından iddianameye delil olarak konulan haberler olduğunu belirten Bozkurt, bu konuda dünyaca kabul görmüş iletişim bilimcilerden alıntılar yaptı.
'İKTİDARIN MEDYAYA ÖFKESİ KÜRT BASIN TARİHİNDE GÖRÜLÜR'
Savunmasında iktidarların medyayı resmi ideoloji, söylem ve düşünceyi her gün yeniden üretmenin en etkili aracı olarak gördüklerini ifade eden Bozkurt, iktidarın aynı zamanda medyaya hem büyük bir sevgi hem de aynı zamanda büyük bir öfke ve düşmanlık beslemesinin nedeninin de bu olduğunu kaydetti. Kürt basının geçmişine ve iddianamenin hazırlanış mantığına bakıldığında da bunun açıkça ortaya çıktığını ifade eden Bozkurt, "Tıpkı düşüncede olduğu gibi onu yayma, egemen kılma aracı olarak kabul edilen basın faaliyetlerinde de iktidar kendine hizmet eden her türlü yaklaşımı, yandaşlarına 'Şefkat, ekonomik çıkar, zevk-u sefa' bahşederken, karşıtlarına ise en hafifinden, 'terörizm, devlet ve hükümet karşıtlığı' şuçlamalarıyla en ağır ceza, baskı ve zulmü reva görmüştür. Ülkemizde dünün 'kahraman' gazetecilerinin bugün tukaka edilmesi, suçlanması ya da bir kısmının tutuklanması, dünün 'terörist, yobaz, laiklik karşıtı' olarak yaftalanan gazetecilerinin bu gün palazlanması değişen iktidar karakterleriyle ve bu karakterin yanındaki gazeteci müttefiklerinin değişimiyle ilgilidir. Tek farkla o da Kürt basınının değişen iktidar karakterleri fark etmeksizin istikrarlı bir şekilde ötekileştirilmesi ve baskıya maruz kalmasıdır. Bunun da gerekçesi gerçeklere iktidarlar üstü bir anlayışla sahip çıkması ve her şartta ona bağlı kalmasıdır" dedi.
'GAZETECİLERE DARBE DÖNEMİNDE DE ŞİMDİ DE TERÖRİST DENİLİYOR'
12 Eylül veya diğer darbelerde, darbecilerin yargıladıkları gazetecilere "terörist" dediklerini hatırlatan Bozkurt, bugün devam eden yargılamalarda da kendileri için aynı sözlerin kullanıldığına dikkat çekti. Darbe dönemine yaranmak için daha milliyetçi bir dilin basına hakim olduğuna da değinen Bozkurt, şunları ifade etti: "Tamamıyla darbe zihniyetini yansıtan tek dil, tek millet, tek bayrak, tek lider, tek doğru anlayışı tüm basının hakim rengi oldu. 1915'ten ve 6-7 Eylül'den tecrübeli olan bu basın geleneği, darbelerle birlikte Türk ve Sünni Müslüman dışındaki tüm kimlikleri inkar ederken, ifade etmek zorunda kalınan kimlikler de aşağılanma gerekçesi yapıldı. Bu dil eğitimde, askeriyede, bürokraside egemen bir dil oldu. Ermenilik, Çingenelik, hakaret ve küfür, Lazlık saflık, hafif meşreplik, Kürtlük geri kalmışlık, Alevilik geniş mezheplilik olarak yansıtıldı ve buna dair söylemler söylenceler üretildi. Tüm bunlar arasında Türklük ideal kimlik olarak sunuldu ve 'Ne Mutlu Türküm' denilerek bu kimlik topluma dayatıldı."
'GELİNEN AŞAMA 'BALDIRI ÇIPLAK' KÜRT BASINININ SÖYLEMİNİ HAKLI ÇIKARDI'
Savunmasında 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan koşulların Kürt basınına tarihsel bir sorumluluk üstlenerek hakikatin sözcülüğünü üstlenmesi görevini verdiğini kaydeden Bozkurt, egemen basının söylemine karşı Kürt basınının, Kürtlerin varlığını kabul eden, onun dil, kültür ve kimliğine sahip çıkan bir yaklaşımla ortaya çıkmasının tesadüfi olmadığını söyledi. Kürt basınının sadece Kürtlerin hak ve özgürlüklerine sahip çıkmadığını, aynı zamanda, Ermeni sorunu, Kıbrıs meselesi, azınlıkların sorunları, kadın sorunu, çevre sorunu, emekçilerin sorunları gibi pek çok konuda resmi ideolojiyi sahiplenen ana akım medyayla farklı bir kulvarda konumlandığını ifade eden Bozkurt, "Bu alternatif yaklaşımıyla da hem dönemin iktidarlarından hem de ana akım medyadan 'ayrık otu' muamelesi gördü. Gerçeklere sahip çıkma becerisi şimşekleri üzerine çekti. Kürt basınının, dile getirdiği hakikatler bazı kesimler için yenilir-yutulur gibi değildi. Ana akım medya Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığı yorumlarıyla manşetlerini süslerken, Kürt basını sorunun ağırlığına işaret ediyor, siyasi çözüm öneriyor, şiddetin sorunu derinleştirdiğini ifade ediyor, barışçıl bir yolla çözüm için diyalog ve müzakere çağrısı yapıyordu. Kürt basınının bu tavrı sadece devletin değil, devletten önce merkezi medyanın tepkisini çekti. Düşünceyi ifadenin yerini küfür ve hakaret alırken, entelektüalizm militarizme teslim olmuştu. Ayrıca bu kesimlere hakim olan psikoloji egemen ulus psikolojisiydi. Üsten bakan, söylediğini sorgulatmayan, kendisini mutlak doğrunun temsilcisi olarak gören, Kürtlere yaklaştığı gibi Kürt basınına da 'cahil', 'geri kalmış', 'anlamaz' gözüyle bakıyordu. Geldiğimiz aşamada tarih, kökenini oryantalizmden alan bu arkaik zihniyetin, söylem ve tezlerini değil de, 'baldırı çıplak' Kürt basın emekçilerinin söylem ve tezlerini haklı çıkardı" diye konuştu.
'SAYFALARIMIZDA EMEĞİ SÖMÜRÜLEN KADINLARIN SESİNİ DUYARSINIZ'
Bozkurt, savunmasında ayrıca kadınların egemen medyadaki istihdamını hatırlatarak, Kürt özgür basını içerisinde kadınların yoğunluğuna dikkat çekti. Türkiye'de ilk kadın genel yayın yönetmenliği sıfatının kendi geleneklerinde Gurbetelli Ersöz ile gerçekleştirildiğini kaydeden Bozkurt, basın geleneklerinin iktidar tarafından kendi özüne ters bir şekilde konumlandırılmaya çalışılan kadınların da itirazlarını savunabildikleri bir alan haline geldiğini söyledi. Bozkurt, "Gurbetelli Ersöz bizim gibi bu sandalyelerde gerçeğin arayışçısı olarak yargılanmıştır. Bizim sayfalarımızda kozmetik sektörün hedef kitlesi kadınlar göremezsiniz. Sayfalarımızda dünyanın yarısı olan ancak evde sokakta, şiddete uğrayan emeği sömürülen, erkek egemen sistemin yaşamın dışına itme çabalarına karşı direnen ve var olma mücadelesi veren kadınların sesini duyarsınız. Belki de savcıları rahatsız ettik. Daha yaşanabilir bir dünya için cinslerin özgür olması gerektiğine inanıyoruz. Kalemimizi de bu uğurda sakınmadan kullanıyoruz, kullanacağız da" diye belirtti.
'TEKEDEN SÜT SAĞMA' İDDİANAMESİ
Hukuki savunma yapmayacaklarını bir kez daha tekrarlayan Bozkurt, ancak tekniki bir değerlendirmenin mevcut durumlarını karşılamayacağından iddianamedeki iddia ve dayandıkları deliller üzerinden bir değerlendirme yapacaklarını söyledi. Bozkurt, 800 sayfalık iddianamenin 150 sayfasının PKK ve KCK tarihinden, 250 sayfasının farklı basın yayın organlarında yayınlanan haberlerden Kürt sorunuyla ilgili olanların toplamını içerdiğini, 110 sayfasının el konulan kitap, gazete, dergi, bilgisayar, flash bellek, basın tanıtım kartları gibi meslekleri ile ilgili değerlendirmeler olduğunu ifade etti. Yine telefon görüşmeleri, SMS dökümleri, haber içeriklerinin de iddianameye eklendiğini belirten Bozkurt, bu verilerin içeriklerine ilişkin şunları sıraladı:
* İddianamede Kürt basın kurumları DİHA, Özgür Gündem gazetesi, Azadiya Welat gazetesi, Demokratik Modernite dergisi, Fırat Dağıtım Şirketi ve diğerleri doğrudan hedef alınarak "terörist" kurumlar olarak ileri sürülmüştür. Kürt basın kurumlarının tüzel varlığı suç olarak değerlendirilmiş ve bize yönelik mesnetsiz iddialara delil olarak gösterilmiştir. İddia makamı bu kurumların Türk hukukuna göre kurulduklarını, vergi mükellefi olduklarını ve hala bu pozisyonlarını sürdürdüklerini unutmuştur. Bu kurumların aynı zamanda birer ticari işletme olduklarını, adresleri ve tüzel varlıklarının belli ve aleni olduğunu ve bu kurumların varlığının bizzat Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratikleşme nişanesi olarak defaatle gösterildiğinden habersizdir. Azadiya Welat gazetesi yurt dışında Türkiye'nin "demokratikliğine" örnek olarak bizzat başbakanlar ve dışişleri bakanları tarafından gösterilmek amacıyla Welat gazetesini çantalarından eksik etmedikleri bilinen bir gerçektir. Ancak Kürt kurumları bu iddianamede suç delilleri olarak yer almış.
* İddianamenin bir başka özelliği ise adeta Kürt olduğumuzu ispat çabasının verilmiş olmasıdır. Kürt olmanın ceza vermek için yeterliliği fikrine dayanan bu milliyetçi, ön yargılı ve ayrımcı zihniyet varoluşsallığımıza yönelik saldırının adeta belgesi niteliğindedir. Oysa Kürt olduğumuzu zaten saklamadığımızı, açık bir kimlikle çalıştığımızı, ayrıca Kürt kimliğimizin tanınmasını, Türkiye'nin demokratikleşmesinin düzeyi olarak gördüğümüzü dahası bunun mücadelesini verdiğimizi ifade ediyoruz.
* Kürt kelimesinin geçtiği tüm diyalog ve mesajlarımızın iddianameye suç delili olarak konulması, ya iddia makamı ve kolluğun kanıt bulamaması ile bizim tutuklanmamızı zorunlu kılan iktidar kararları arasında sıkışmanın nefes borusu ve acizliğinin doğal bir sonucu olarak göreceğiz ya da Kürt varlığına yönelik ırkçılık havasının ve ruhunun hukuk alanına sirayeti olarak değerlendirmek durumundayız.
* Yüzyıllardır bu topraklarda kullanılan, 21 yıl önce Başbakan Erdoğan tarafından kullanılan Kürdistan kelimesi başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ziyareti sonrası ismi iade edilen Norşin, herkesçe özellikle de devletçe gerçekleştirilen katliamlar nedeniyle sıkça telaffuz edilen Dersim, Amed gibi Kürtçe yer isimlerini iddia makamı bize yasaklamış ve boldlayarak büyük harflerle altını çizerek suç delili saymıştır. Güya bu isimlerin kullanılması örgütün talep ve jargonuymuş.
* Yine iddia makamının trajikomik bir hal alan jargon derdi, bu sefer başka kelimelerle suç delili olarak karşımıza çıkıyor. Dört arkadaşımızın farklı zamanlarda günlük telefon diyaloglarında kullandıkları "Abi", "Heval", "Yoldaş", "Arkadaş" kelimeleri boldlanarak örgüt jargonu iddiasıyla hukuk katliamına zemin yapılmıştır. Özcesi bu örgütte ve iddianamesinde silah, şiddet, delici, kesici, öldürücü veya yaralayıcı herhangi bir unsur yok. Kelimeler, haberler, düşünceler vs. ile iddia makamı da neçar bir şekilde, amiyane tabirle "sinekten yağ çıkarmaya çalışmış" ama görüldüğü üzere yağdan ziyade trajikomik ama aynı zamanda pespaye bir skeç çıkmış, zira 'tiyatro müsveddesi' sıfatını bile hak etmeyecek kadar izan ve mantıktan yoksundur.
* İddianamenin gazetecilik ve daha genel anlamıyla basına yönelik değerlendirmelerinden en nazik tabirle "bilgisizlik" fışkırıyor. Röportajlarda sorulan soruları bile koyu ve altı çizili göstererek, haber kaynağına yöneltilen sorularla suç işlediğimizi öne sürmüş. Adeta sorusuz röportaj, haber yapmayı öneren iddia makamına söyleyebileceğimiz şey; gazetecilik ve gazetecinin sorusuz iş yapabileceğini öngören ya da hayal eden hiçbir iletişim kanunu veya tezi yoktur.
* İddia makamının suç unsuru ve suçlu yaratma konusundaki çaba ve mahareti de takdire şayandır doğrusu. İddianamede hem bizim hem de haber kaynağını kimliğimizden dolayı suç konusu yapmıştır. Bunun nasıl olduğunu anlamak için epey çabanın gerektiğinin farkındayız. İddia makamı iddianamenin bazı yerlerinde bize mülakat veren siyasetçi, aktivist ve kimi şahsiyetleri kriminalize etme yoluna gitmiş, yani bir suçlu yaratmıştır. Ardından da ilgili kişiyle mülakat yaptığımız için bizi suçlamıştır. Anlaşılması için bir örnekle açıklayalım. İddianamede BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'la mülakat yaptığı için bir arkadaşımız "terör propagandası" yapmakla suçlanmıştır. Görüldüğü üzere burada "Terör kaynağı" olan Sayın Demirtaş'tır. Biz de onun düşüncelerini haber yoluyla yaydığımız için propagandasını yaparak "teröre" ortak olmuşuz. Ardından da "terör örgütü üyesi olduğumuzdan" dolayı Sayın Demirtaş'ı kullanarak örgüt propagandası yapmışız. Anlaşılmasının zor olduğunun farkındayız ama bu mantıksızlığı anlatmanın imkansızlığını takdir edeceğinizi umuyoruz.
* İddianameye bakıldığında bizim kadar açık çalışan başka bir örgütün tarihte bulunmadığı hemen anlaşılıyor. Bir "terör" örgütü ancak bu kadar aleni çalışabilir. Zira iddianamede sıralanan delillerin büyük çoğunluğu arama motorları "Google" ve "Yahoo"dan olmak üzere yüzde 100'ü açık kaynaklardan alınmıştır. Öte yandan yaptığımız her türlü seyahatin delil olarak iddianameye konması açıkça işgüzarlıktır. Zira gazetecilik gerektiğinde seyahat etmeyi içeren bir meslektir.
* Ancak iddia makamı ve kolluğun maharetleri bununla sınırlı değil. Bizim lehimize olan deliller, aslında delil bile sayılmayan durumlar bile aleyhimize delil olarak kullanılmıştır. Örneğin istisnasız her arkadaşımızın dosyasına geçmişte yaşadığı gözaltı, tutuklama vs. konulmuştur. Bu yönlü bir durumu olmayanlara da hayali bir sicil durumu yaratılmıştır. Ancak aralarında çok dikkat çekici olanlar da var. Bir arkadaşımızın tutuklandığı ya da gözaltına alındığı ve sonrada beraat ettiği bununla da yetinmeyip açtığı davadan tazminat kazandığı davalar bile dosyaya konularak suç delili kapsamında değerlendirecek kadar savcı kendinden geçmiştir. Yani beraat ettiği için masumiyetine ve bundan kaynaklı önceden hak gaspına uğradığı için mağdur olan, bu süreçten dolayı kusurlunun devlet olduğu kabul edilmesine rağmen iddia makamı tekrardan geçmişte yaşanan bir mağduriyeti yeni bir mağduriyet üreterek kullanmaya devam ediyor.
* İddia makamının basın kurumlarının çalışma tarzına ilişkin de ya hiç bilgisi yok ya da elinde delilin olmamasının verdiği çaresizlikten kaynaklı bilerek bu hukuksuzluğa başvurmuş ve suyu bulandırmıştır. Şöyle ki: haber müdürü -editör, editör-muhabir, büro şefi-muhabir, arasındaki tüm diyaloglar emir, talimat olarak değerlendirilerek "örgütsel hiyerarşi" ilişkisi olarak sunulmuş. İşin, iddia makamı açısındaki zorluğu ise diyaloğun başında talimat verdiği için "üst" olan, diyaloğun sonunda emir alan "ast" konumuna düşüveriyor. Birkaç dakikalık diyalog boyunca konumlar, pozisyonlar alt-üst oluveriyor. İddia makamına söylemek isteriz ki bir basın kuruluşunda haber müdürü, editör, büro şefi, muhabir vs. gibi görevler vardır. Bu temelde mesleki bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşi gereği haber müdürü, büroların şefleri muhabirlere talimat verir, muhabir alandayken telefonla arar ve haber kaynakları ya da alanlarına yönlendirir. Muhabir de haber müdürünü bilgilendirir, Haber yazdırır. Burada birinin görevini yapmaması işine son verilmesi anlamına gelir. Bunu daha detaylandırabiliriz ancak bu önyargıyla iddia makamı bize güvenmeyeceğinden herhangi bir habercilik kitabı okunabilir. Ya da bir iletişim fakültesinden iletişim bilimleri uzmanı mahkemeye çağrılabilir. Ayrıca bu uzmandan bir haber kuruluşunun neden yaptığı ilk işin adres, telefon, e-posta vs. iletişim ve ulaşım bilgilerini elinden geldiğince çok sayıda insana ulaşma gayretine girdiğini öğrenebilirler. Biz yine de burada kısaca değinelim. Çünkü her basın kuruluşu dışarıdan kendisine gelen bilgileri haberleştirir ya da gelen haber istihbaratını değerlendirir. Ve gelen tüm telefonlara cevap verir, haber bilgisini not alır, haber değeri görürse gider, görmezse gitmez. Basın açıklamaları, panel, miting, yürüyüş, oturma eyleme vs. her türlü istihbaratı toplar. Gönderene, "neden yapıyorsunuz bu etkinliği" diyemez. Ya da bu etkinliği yapacağı için hiç bir yere ispiyonlayamaz. Böyle bir görevi olmadığı gibi ahlaki ve etik de bulmaz. Ayrıca kar hırsıyla çalışan ve meslek etiğini yitiren gazeteciler dışında, gazetecilerin haber kaynaklarını açıklamaması evrensel basın etiğinin bir parçasıdır.
* Yine iddianame ve ek klasörlerinde, özel hayata ilişkin ve özel hayatın gizliliğini ihlal eden diyaloglara yer verilmiştir. Bu yönüyle iddianameyi gayri ciddi, gayri ahlaki ve hukuk dışı buluyoruz. Bu bağlamda sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz.
'ASIL TERÖRE MARUZ KALAN BİZİZ'
Bozkurt, iddia makamının delillerle işlendiği ileri sürdüğü "terörizm" ile 22 yıllık Özgür Basın geleneğine uygulanan şiddeti, "terörizm" tanımı ekseninde karşılaştırdı. Bozkurt Özgür Basın'ın maruz kaldığı şiddet, baskı ve yasaklamaları şöyle sıraladı:
* Özgür Basın geleneğinin ilk gazetesi olan 1988 yılında yayın hayatına başlayan Toplumsal Diriliş gazetesinden itibaren günümüze kadar 65 gazetemiz kapatıldı.
* Yazar, editör, muhabir ve dağıtımcı olmak üzere 76 arkadaşımız katledildi.
* Özgür Ülke gazetesinin merkez İstanbul büroları ile Ankara bürosu Milli Güvenlik Kurulu'nda alınan kararla dönemin Başbakanı Tansu Çiller'in "bertaraf edin" yazılı emri üzerine 3 Aralık 1994 yılında bomba ile havaya uçuruldu. Arkadaşımız Ersin Yıldız katledilirken, 21 arkadaşımız yaralandı.
* 24 yıllık süre zarfında 3 bin 635 dava açıldı. 34 imtiyaz sahibi, yazı işleri müdürü ve yüzlerce çalışanı tutuklandı.
* Astronomik rakamlarla mali cezalar kesildi.
* Gazetelerin 480 sayısı hakkında toplatılma kararı verildi.
* Gazetelerin yayınları toplam 2 bin 764 gün yani 8 yıl kadar durduruldu.
* Yayınların yazar, editör, idareci, muhabir ve dağıtımcıları tehdit, gözaltı, işkence ve kötü muameleye maruz kaldı.
* Verilen 746 farklı sansür kararıyla binlerce haber, makale, fotoğraf ve diğer haber içeriklerinin yayınlanması engellendi.
Buna karşın kendilerine yöneltilen suçlamalarda herhangi bir şiddet, öldürme, baskı, tehdit unsurunun yer almadığının altını çizen Bozkurt, dosyalarında yer alanların şunlar olduğunu kaydetti:
* Sivil toplum ve çeşitli kurumların verilerine göre, 3 bin köyün boşaltılmasına ilişkin haberler.
* 4 milyon civarında insanın göç ettirilmesi ve bunların trajik hikayeleri.
* 70 arkadaşımızın da içinde bulunduğu 17 bin 500 insanın katledilmesi ve bunlar ile ailelerinin hikayeleri.
* Kontrgerilla, Özel Harp, JİTEM, Hizbulkontra ve benzer paramiliter örgütlerin gasp, insan kaçırma, tecavüz, insan kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı, yaralama, öldürme ve hukuktan muaf diğer icraatları.
* Toplumdan dışlanan, ötekileştirilen, ezilen, dezavantajlı, yani sessiz bırakılan, yazılmayanlara ilişkin binlerce haber ve makale. Yine pislik yedirilen, evine barkına el konulan köylülerin çektikleri vardı bize yönelik açılan davaların dosyalarında. Özcesi o dosyalarda bugün olduğu gibi şiddeti anlatan haberler doluydu.
'BU SOYKIRIMIN SANIĞIYIZ'
Kürt gazetecilerin, devletin Kürt sorunundaki genel yaklaşımından bağımsız ele alınamayacağını dile getiren Bozkurt, "Acıyla deneyimlenmiş gelenekçi inkar ve imha konsepti 2009'un 14 Nisan'ında Diyarbakır KCK tutuklamalarıyla tekrar tedavüle konularak Kürtlere karşı bir sürek avı, siyasi soykırım başlatılmıştır. Kürtlerin siyasi temsilcileri birer birer tutuklandı; elleri kelepçeli, tek sıraya dizilmiş belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve siyasi parti temsilcilerinin fotoğrafının Kürtlerde yarattığı infiali ve demokratik Türkiye kamuoyundaki tepkiyi hatırlayalım. Bizim de içinde bulunduğumuz rehine statüsü bu infiale ve tepkiye rağmen uygulamaya konulmuş oldu. 12 Haziran seçimlerinden hemen sonra da iktidar olan AKP'nin ilk icraatının PKK Lideri Sayın Abdullah Öcalan'a tecrit içinde tecrit uygulaması, Kürt sorununda çözümsüzlük politikasının açık bir göstergesiydi. Seçimler nedeniyle tam olarak yürürlüğe sokulmamış 'güvenlikçi politika', başarısızlığına rağmen devreye girdi. Oslo'da yürütülen barış görüşmeleri rafa kaldırılarak çözüm yine namlulara bırakıldı" dedi.
Bozkurt'un savunmasına ara veren mahkeme heyeti, öğlen arası verdi. Duruşmanın öğleden sonraki oturumu Bozkurt'un mahkemeye sunduğu savunma ile devam edecek.