Tek tip bir elbise değil işkencedir!

Tek tip bir elbiseden ibaret değil. Bir amaç içeriyor. Onu giydirdikten sonra teslim aldım diyerek seni başka bir duruma sokuyor. Bu elbiseyle sınırlı kalmayan ve  devamı da gelecek bir politika.

12 Eylül 1980 darbesiyle Türk cezaevlerinde yeni bir dönem başlamış cezaevleri birer işkencehaneye dönüşmüştü. İşkenceye ek olarak tek tip elbise dayatılmış mahkumlar büyük direniş göstermişlerdi. Direnişçilerden Ferhat Gümüşboğa, “Tek tip bir elbiseden ibaret değil. Bir amaç içeriyor. Onu giydirdikten sonra teslim aldım diyerek seni başka bir duruma sokuyor. Bu elbiseyle sınırlı kalmayan ve devamı da gelecek bir politika” vurgusunda bulunuyor.

Ferhat Gümüşboğa, 12 Eylül 1980 darbesinin mağdurlarından sadece biri. Yıllarca Elazığ Sıkı Yönetim Askeri Cezaevi’nde kalan ve 1980’li yıllar boyunca her yeni genelgeyle dayatılan tek tip kıyafet işkencesine direnen dönemin tutsaklarından Gümüşboğa, söz konusu uygulamanın sadece tutukluları hedeflemediğini asıl olarak toplumsal bir tek tipleştirme saldırısı olduğunun altını çizdi.

Ferhat Gümüşboğa ile yıllardır süregelen ‘tek tip’ dayatması ve direnişi üzerine konuştuk.

Ne zaman tutuklandınız ve hangi cezaevinde kalmıştınız?

1981 yılının Temmuz ayı sonuydu. Bir arkadaşımla birlikte köylerde çalışmalar yürütüyorduk. Köylerde yaşanan baskılara ve cuntaya rağmen mücadelemizi devam ettiriyorduk. PKK propagandası ve üyesi olmak gerekçesiyle gözaltına alındık. Önce Bingöl’de daha sonra Elazığ’da ağır işkence altında yapılan sorguların sonunda aylar sonra Elazığ Sıkıyönetim Cezaevi’ne getirildik.

12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye ve Kürdistan’da bulunan Türk cezaevlerinde yeni bir dönem başlamıştı. Aylar, hatta yılları bulan işkenceler sistem için yeterli olmamış, daha sonra tek tip kıyafet saldırısı başlıyor. Özellikle önce Selimiye, daha sonra Metris ve Sağmalcılar derken bütün cezaevlerine doğru açılan bu saldırının genelgesi ise 1983 yılında çıkarılıyor. Söz konusu saldırı Elazığ Cezaevi’ne nasıl yansıdı?

Sıkıyönetim öncesinde Elazığ ve çevre illerde yoğun bir mücadele vardı. Aynı zamanda faşistlerinde yoğun olduğu bir bölgeydi. Darbeyle birlikte hem PKK hem de diğer sol örgütlerden çok sayıda insan tutuklandı. Bunlar dışında faşistlerden de tutuklananlar vardı. Askeri cunta, o dönem eski bir Ermeni evi olan bir yeri apar topar cezaevi haline getirmişti. Karşısında Fransız koleji ise askeriyeye ayrılmıştı. Tutuklular hem bu mekanlarda hem de Elazığ adliye sarayının bodrum katında tutuluyorlardı. Sürekli 300 ile 400 arası değişen sayıda tutuklu bulunuyordu. Sağcılar da vardı. Onlar başka koğuşlarda tutuluyorlardı. Biz o cezaevine götürülen üçüncü gruptuk. Bir gün kapı açıldı ve bize bir genelge okundu. “Siz askersiniz, bundan sonra asker nasıl davranıyorsa siz de öyle davranacaksınız” denilen 15-20 maddelik bir genelgeydi. Okuduktan sonra da uymayanlara dönük tehditler sıralanıyordu. Söz konusu genelge okunup gidildikten sonra biraya gelip ‘ne yapacağız’ diye kendi aramızda konuştuk.

Hiçbirimizin cezaevi deneyimi yoktu. Ama bu kuralları kabul etmeyeceğimizi biliyorduk. Zaten biz gelmeden öncede idarenin uygulamalarına karşı red söz konusuydu. Uygulamaları reddettik, ‘biz asker değiliz ve siyasi tutukluyuz’ dedik. Bunu reddettiğimizde işte zorluklar böyle başladı.

Yakınlarımız aracılığıyla diğer cezaevleri ile iletişime geçip ortak tutum geliştirmeye çalışıyorduk. Biz direniş hattını oluştururken, 1983 Eylül ayında yeni bir genelge geldi. Bu kez tek tip dayatması gündeme geldi. Bize ‘bundan sonra dışarıdan elbise almayacağız. Vereceğimiz kıyafetleri giyeceksiniz’ denildi. İç çamaşırı dışında bir şey alınmayacak deniliyordu. Hatta eşofman alıp almayacakları konusunda tereddüt ediyorlardı. Bir süre sonra gelip serbest diyorlardı ama hepiniz aynı renk eşofman isteyeceksiniz diyorlardı. Derken, bütün cezaevinde gündem tek tip oldu. 1984’te bazı cezaevlerinde koğuşların kapılarına tek tip kıyafetleri bırakıyorlardı. Bazılarında ise elbiseleri zorla çıkarıp topluyor ve geri getirmiyorlardı. Tabi durum mahkemeye yansıyordu. ‘Giymediğiniz durumda mahkeme sizi kabul etmez’ deniliyordu. Sivil elbiselerle mahkemeye gitmek yasaktı. Gün geldi mahkemeye gitmemiz gerekti. İki grup gitti. Biz de gelip zorla giydirme olmadı. Ama zorla elbiselerimiz parçalanarak çıkartıldı. 1984 kış aylarıydı ve sivil elbiselerimiz zorla çıkartıldı. İç çamaşırlarıyla kaldık. Toplayıp gittiler. Elazığ’da saldırı böyle başladı.

1984 yılında Metris ve Sağmalcılar Cezaevlerinde başlatılan açlık grevlerine mi denk geliyor bu süreç?

Onlar ölüm orucu yapıyorlardı. Bize haberleri geliyordu. Ama bizimkisi kısa süreli açlık grevleriydi. Bizden önce Sağmalcılar Cezaevi’nde saldırının yoğunlaştığını duymuştuk. Bazen gazeteler bölük pörçük de olsa bize veriliyordu. Onlardan öğreniyorduk. Adana, Ankara, Diyarbakır’a giderek yayılıyor ve genel politika haline geliyordu.

1984 Nisan ölümü orucunda 4 devrimci yaşamını yitirdi. Bu uygulama daha sonra fiili olarak kırıldı diyebilir miyiz?

Sağmalcılar’daki direniş ve eylemle birlikte saldırı konusunda bir duraksama oldu. Ölüm Orucu’nun talepleri arasında sadece tek tip yoktu. Aynı zamanda o dönemki işkencelerin durması vb bir dizi talep vardı. Her baskı unsuruna karşı talepler vardı. Söz konusu direnişlerin yanında bir de kırılma noktaları vardı. Bazı cezaevlerinde giyilmişti. Bu bireylerden çok bazı cezaevlerinde toplu halde yaşanmıştı. Ama yaşanan direnişlerin ardından bir gerileme oldu. Örneğin Mamak başta reddetti giymeyi. Ardından faşistlerle aynı koğuşta tutulmaya başlandılar. Bu nedenle tutuklular, ‘bizi faşistlerden ayırın biz kıyafeti giyeriz’ diyerek anlaşma yaptılar. Diyarbakır’da ise tek tipten önce bir direniş başlamıştı. Daha sonradan da devam etti.

O dönem kimi kendini yaktı, kimi intihar etti, kimi de işkencede öldürüldü. Örneğin; Necmettin Büyükkaya işkencede öldürüldü. Orada uygulamaların boyutları daha da ağırlaştırılıyordu. Çünkü devlet açısından Diyarbakır, Elazığ Cezaevi’ne göre daha farklı bir öneme sahipti. Genel politika bu nedenle özellikle İstanbul’da ve Diyarbakır gibi bazı cezaevleri üzerinde daha yoğunlaştırılıyordu. Ama Elazığ’da da dayatılmasına karşın tutuklular tarafından hiçbir zaman tek tip pazarlık konusu yapılmadığı gibi toptan reddedildi. Direniş dönemlerinde bazı cezaevlerinde ise pazarlık aracına dönüşmüştü. Bu direnişi belli noktalarda kıran bir araca dönüştü. Ölüm oruçlarıyla da diyebilirim ki direniş doruk noktasına geldi diyebilirim.

Tek tip dayatması bu yıllardan sonra da sürekli gündemdeydi. Dışarıda hem hukuksal hem de aileler bu anlamda bir mücadelenin içerisindeydi. 1 Eylül 1987 yılında tutuklu yakını ve insan hakları savunucusu Didar Şensoy, meclis önünde yapılan eylemde yaşadığı darp ve işkence sonucu yaşamını yitirdi.

Dışarıda aileler nasıl örgütleniyordu?

İstanbul’un bir avantajı vardı. Sadece sol ve Kürdistanlı örgütlerden tutuklular yoktu. İnsan hakları savunucuları, muhalif diğer kesimler, sendikacılar tutuklu profili değişkenlik gösteriyordu. Aynı zamanda uluslararası destek alan kurum temsilcileri de tutukluydu diyebiliriz. Bundan dolayı sürekli bir ziyaretçi akını vardı. Bunlar aracılığıyla ayakta kalan, insan hakları savunucuları, aydınlar bir araya gelmeye başladı. Bunların da gündeminde cezaevleri olmaya başladı. Elazığ‘da belki bu olanaklar sınırlıydı ama yine ailelerimizi örgütlemeye çalışıyorduk. Görüş sırasında ‘bugün şu kuruma gidin’ diyorduk. Toplanıp o kurumun önüne gidip talepleri ve sorunları sıralıyorlardı. Başsavcılık, bölgedeki idari kurumlara dilekçeler yazıyorlardı. Yarım saat, bir saat oturma eylemleri olmaya başlamıştı. Bu süreçte aktifleşen aileler oldu. Artık bizim bir şey söylememize gerek kalmaksızın onlar kendileri eylemler yapmaya başladı. İstanbul ve diğer kentlerde ise dışarıda ve içeride koordineli bir çalışma vardı diyebilirim. Didar Şensoy’da böylesi bir isimdi. Bu nedenle katledildi. Bu o dönem büyük yankı yaptı. Yaşanan tepkiyle geri adım atıldı. 1988’de Diyarbakır’da başlayan açlık grevleri vardı. Bu sadece tek tipe karşı değil anadilin konuşulması talebini de içeriyordu. O dönem Özal devreye girdi. Kürtçe yasağı kalktı.

Bu süreç fiilen 1987’den sonra sivil elbiseler verilmeye başlandı. 89’da da mücadele kazanıldı ve bir genelgeyle kaldırıldı.

Bugün yeniden tek tip kıyafet uygulaması gündemde. Türkiye cezaevindeki tarih boyunca sürekli gündemde olan bu saldırı yeniden uygulanmak isteniyor bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye cezaevi tarihine baktığımızda belli prensip ve kurallar çerçevesinden çok insanları onursuzlaştırma mantığı sürekli güdüldü. Onurundan yoksun etme temel politika. Bu anlamda en dibe en onursuz noktaya çekmek için her türlü uygulama uygulanmak istendi ve halen bu gündemde. İnsanlıktan alıkoymak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Şunu diyebilir miyiz, son iki yılda yaşanan tüm baskılara rağmen boyun eğmeyenlere bu kez tek tiple saldırıyorlar?

Tek tip bir elbiseden ibaret değil. Bir amaç içeriyor. Onu giydirdikten sonra teslim aldım diyerek seni başka bir duruma sokuyor. Bu elbiseyle sınırlı kalmayan ve devamı da gelecek bir politika. Şu an görünüşte sahte bir politika izliyorlar. Örneğin bize ne diyorlardı, ‘aileleriniz yoksul, sürekli elbise yatıramıyor. İşte devlet size verecek’ deniliyordu. Çok masum bir biçimde anlatılıyordu. Şimdi konuşulduğunda ise mahkemeye giderken giyeceksiniz gibi değişik versiyonlardan bahsediyorlar. Burada amaç insanlıktan çıkarma, toplumsal yabancılaştırma, kendine yabancılaştırma hedefleniyor. Tüm toplum gözünde aynı zamanda seni suçlu olarak ilan edecekler ve bu aynı zamanda senin kabulünü sağlama halidir. ‘Sen suçlusun ben seni ıslah ediyorum’ diyorlar. Elazığ’da direnç noktamızda buydu. Bu teslim alınmaya karşı direniyorduk. Onlar saldırdıkça biz yeni araçlar geliştiriyorduk. Çarşafları bölüp kendimize çamaşır yaratmaya çalıştığımızı biliyorum. Gün gelip onları da aldıklarında bu kez farklı yöntemler deniyorduk. Mahkemeye iki kez götürüldük ve kılık kıyafetiniz uygun değildir denilerek çıkartılıyorduk. Sonra çoğumuz gıyabında yargılandı.

Durum bugün dünden avantajlı...

Şu aşamada, bugün avantajlıyız. O dönem cezaevleri kendi olanaklarıyla hareket ediyordu. Bugün ise şartlar koşullar değişti. Bu sadece cezaevinin sorunu değil aynı zamanda dışarının bizlerin de sorunu. Tek tipleştirme toplumun tamamına dayatılıyor. Erdoğan’ın konuşmaları ve tavrından bu çok net anlaşılıyor. Her şey tekleşirken tutuklularda tek tipleştirilmek isteniyor. Bu aynı zamanda dışarıda başka politikalarında hayata geçirilmesi için bir zemin yapılmak isteniyor. Bugün önemli bir diğer durum ise azımsanmayacak FETO denilen yapılanmadan tutuklular var. İnanın onlar asla bunu reddetmeyecek. Onlar kuralları Erdoğan’dan daha fazla sahiplenecekler. Tıpkı 12 Eylül dönemindeki sağcılar gibi onlar da giyecek. Kurallara kaidelere bağlılıklarını gösterecekler.

Erdoğan kendine ABD ve Afganistan’ı örnek aldığını ifade ediyor. Örnek aldığı CIA’nın yasa dışı cezaevleri. Çoğu nerede olduğu dahi bilinmeyen katliam mekanlarıdır. Bu saldırı aynı zamanda bir intikam amacını çok net gösteriyor. Politika bugün amacıyla birlikte daha derin. Bu nedenle dışarıdan ciddi bir süreç başlatmak gerekiyor. Bu saldırının kırılması için sadece tutukluların direnişi değil dışarıyla birlikte bir direniş örgütlenmesi gerekiyor. Kayıplar olması muhtemel. Farklı direniş biçimleri ortaya çıkabilir. Yargılama süreçleri birer tehdit aracı haline getirilebilir. Buralardan kırmak için yöntemler geliştirilebilir ama hangi yöntem geliştirilirse geliştirilsin direnmekten başka çıkışı yok. Tek tip politikasına karşı herkes içerideymiş gibi hareket etmeli. Daha önce yenildi bu kez de yenilecek!

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA/SELMA AKKAYA