Suriyeli Mültecilerin Kampı: Dumizî-Ýzlenim

Suriyeli Mültecilerin Kampı: Dumizî-Ýzlenim

Güney Kürdistan’da Suriyeli mültecilerin bulduðu Dumizî Kampı’nı ziyaret etmek için 9 Ekim günü sabahın erken saatlerinde Duhok’tan yola çıkıyoruz. Malum, Ortadoðu’da gündemin en sıcak konusu Suriye’de süren savaş ve yaşanan göç durumu. Dumizî kampı da savaşın etkisiyle göç yollarına düşenlerin bulunduðu bir kamp. Biz de bu savaş maðdurlarının yaşadıklarını yerinden izlemek için Dumizî kampına gitmeye karar veriyoruz. Sabahın erken saatlerinde çöl fırtınalarının getirdiði ve gökyüzünü bir şemsiye gibi kaplayan kum bulutunun altında yola koyuluyoruz.

Dumizî’yi ziyaret için yerel hükümetten izin alan Hemwelatî Azad Koordinasyonu’yla birlikteyiz. Basın mensuplarının bu kampa girişlerine izin verilmiyor. Bu nedenle yol boyunca kaygılıyım, içeri girmeme izin verilmeyeceðinden çekiniyorum.

20 dakika içerisinde mülteci kampına varıyoruz. Karşımızda yerden mantar gibi biten, yanyana, ama neredeyse birbirine yapışık bir şekilde sıralanmış binlerce çadır duruyor. Bir taraftan esen rüzgârın getirdiði kumlar gözümüze, aðzımıza doluyor, çölden esen rüzgarın yakıcı sıcaklıðı yüzümüzü yalayıp geçiyor ve adeta dudaklarımızın, yüzümüzün, hatta tüm bedenimizin kabuk baðlayıp kurumasına neden oluyor. Sık sık su içme ihtiyacı duyuyoruz.

KAMPIN KAPILARI BASINA KAPALI

Kampın güvenliðini tutan Peşmergelerin yanına geldiðimizde, kampa girebileceðimizi ama çekim yapılamayacaðını söylediler. Israrlarımız sonuç vermedi, çekim yapmamak koşuluyla kampa alındık.

Kampa geldiðimiz ilk andan itibaren birşeyler anlatmak isteyip de anlatamamanın baskısı ve korkusu yüzünden okunan buna raðmen mesafeli adımlarla peşimizden ayrılmayan 30’lu yaşlarda bir mülteciyi fark ettik. Yüzü gözü, kaşı kirpiði, saç tellerine kadar tozdan bir örtü takınmış gibi duran Haci Gedo’yu cesaretlendirecek ilk adımı atıyorum. Usulca yanına sokulup “kampta durumlar nedir” diyorum. Gerisi çorap söküðü gibi geliyor, bu soruyu çoktan bekliyormuş gibi başlıyor konuşmaya.

Altında sanki bin yıllardır ezildiði, gittiði her yere kendisiyle taşıdıðı, bitmek bilmeyen bir savaşın onda yarattıðı ürkekliðe inat anlatıyor. Sanki dili bir kez çözülse, o anda tüm dertlerine bir çare bulacakmış inancıyla anlatıyor.

10 BÝN MÜLTECÝYE ÝKÝ DOKTOR, ÖLÜMLER BAŞLADI

Hacı Gedo anlattı biz dinledik . Biz dinledikçe hacı Gedo daha bir anlatmaya başladı. Peki ne anlattı hacı Gedo. Haci Gedo, şunları anlattı; “Burada çok ciddi şekilde su sorunu var. Su tankerle getiriliyor. Bu güneşin altında su buraya gelene kadar zaten ısınıyor. Burada da koyacak, koruyacak bir yer yok. Biz de sacdan tankerlere koyuyoruz. Güneşin önünde su kaynıyor. Ýçilmez bir hale geliyor. Diyoruz buz getirin, onu da getiriyorlar bir el büyüklüðünde buz kalıbını bize bin 5 yüz Dinara satıyorlar. Bir sefer suya atıyoruz, o da anında bitiyor. Temizlik yapmak zaten başlı başına bir sorun. Su yok... bu yüzden de hastalıklar başladı. Ýshal, kusma, aşırı baş aðrısı gibi belirtileri olan hastalıklar. Doktor da yok. Burada toplam 10 bini aşkın mülteci var, sadece iki hastane var. o hastanelerin her birinde de ikişer doktor var. Doktorlar da uzman doktor deðil. Kim hangi hastalıktan baş vurursa baş vursun herkese aynı ilaçları veriyorlar. Bazı ilaçları “yanımızda yok, dışarıdan alın” diyerek vermiyorlar. Ýlaç için de para lazım. Suriye’den gelirken birkaç kuruşumuz vardı, o da burada bitti. Nasıl alacaðız? Geçen gün bir kadın öldü. Doktorlar anlamıyorlar, kadın doðum yaparken öldü. Zaten hemen hemen her evde bir çocuk kesin ishal gibi nedenlerden ötürü hastadır.”

BASIN YASAÐINI DELDÝK

Haci Gedo’yla konuşarak mültecilerden sorumlu müdürün bürosunun önüne geliyoruz. Hemwelati Azad çalışanları Kamp Müdürü’nü ziyaret ediyorlar. Onlar içeri girerken birkaç kare de olsa fotoðraf çekimi için izin vermelerini rica ediyoruz. Kapı önünde beklerken Haci Gedo ile konuşmaya kaldıðımız yerden devam ediyoruz.

Suriye’de Kürt bölgesinde belli bir güvenliðin olduðunu, ona raðmen neden göç ettiðini soruyorum. Gedo, “biz Şam’da oturuyorduk. Orada savaş çıktı. Etrafımızda her gün patlamalar oluyordu. Her gün çatışma, her gün silah sesleri. Çocuklar korkuyordu, biz de korkuyorduk. Oradan çıkmak zorunda kaldık. Geldik Cizre’ye. Derik’e. Orada çatışma yoktu ama bu seferde iş yok, güç yok. Biz amelelik yaparak geçimini saðlayan insanlarız. Bir gün çalışmasak eve ekmek getiremeyiz. Paramız yok. Yerel Hükümet buraya gelmek için yol açınca biz de kalktık geldik buraya.”

Bu arada Hemwelati Azad çalışanları kamp müdürüyle birlikte bürodan çıkıyorlar. Umutla aðızlarından “çekim yapabilirsiniz” sözlerinin dökülmesini bekliyoruz. Aynen öyle oluyor. Heyecanlanıyorum. Kamp müdürüne de birkaç soru yöneltmek istiyorum, ama reddediyor bunun yerine kampta kiminle istersem konuşabileceðimi söylüyor. Birkaç detayı kareleyerek oradan ayrılıyorum.

MÜLTECÝLER ACÝL YARDIM BEKLÝYOR

Gözüme bir kadın ilişiyor. Bizi dikkatle izlediðini fark ediyorum. Yanına yaklaşıyoruz. Kendimizi tanıtıyor ve birşeyler sormak istediðimizi söylüyoruz. Kadın da tıpkı Haci Gedo gibi, konuşmak, derdini anlatmak için adeta tetikte bekliyormuş gibi hemen başlıyor konuşmaya.

Ýsminin Mülkiye Süleyman Osman olduðunu ve Qamışlo’dan geldiðini söyleyen kadın, “Beş çocuðum var. Biri okula gidiyor. Biri peşmerge oldu. Diðerleri hepsi evde. Durumumuz hiç iyi deðil. Biraz rüzgar esince çadırlarımız uçuyor. Sıcaktır, tozdur. Yardıma ihtiyacımız var” diyor.

“En acil ihtiyacınız ne?” diye soruyorum; “bize herşey lazım. Şimdi okullar başladı, kış geldi. Bize mazot lazım, soba lazım. Kış geldi, çocuklarımıza da parke lazım. Yemek pahalı. Ekmek pahalı . Herşey burada ateş pahası” şeklinde yanıtlıyor.

Dumizî kampı için yardımların toplandıðını, hatta Ranya’da toplanan yardımların bu kampa da daðıtıldıðını duymuştum. Yerel hükümetin de mültecilere yardım için 10 milyon dolar fon ayırdıðını duymuştuk. En azından yerel basın böyle yazmıştı. Bu bilgilerden hareketle yardım gelmiyor mu diye soruyorum.

YASAK KELÝME SEBZE!

Mülkiye Süleyman, “Yardımlar bazen bize ulaşıyor, bazen ulaşmıyor” diyor. Onlara ne tür yardımlar yapıldıðını soruyorum. Süleyman “çadır verdiler, bir de kişi başına aylık temel gıda maddeleri veriyorlar. Bunlar yetmiyor ama yine de idare etmeye çalışıyoruz.”

“Sebze...?” diyorum, dudaklarımı bükerek. Tuhaf bir kavram duymuş gibi Mülkiye Süleyman “sebze....” diye beni tekrarlarayarak gülüyor. “Sebze, burada yasak kelimedir. Millet sebzenin ne olduðunu neredeyse unuttu.” En son ne zaman domates yediklerini soruyorum. “Suriye’den çıkışımızın üzerinden dört ay geçti. Bir sefer, o da Ramazan’da domates getirip daðıtmışlardı. Dükkanlarda var, ama çok pahalı. Öyle herkes alamıyor.”

‘ÖRGÜTLENMEMÝZE ÝZÝN VERMÝYORLAR’

Oradan ayrılıp, önümüze çıkan ilk dükkana giriyoruz. Ýçeride bir kasa domates, o da yarısı bozulmuş, birkaç paket bisküvi, birkaç sigara, biraz su, biraz Cola var, o kadar… Mikrofonumuzu isminin Abdurrahman Şahin Demo olduðunu söyleyen dükkân sahibine uzatıyoruz. Buraya neden geldiklerini, neye ihtiyaçları olduðunu soruyoruz. Demo sorumuza öfkeleniyor, “Buraya gelen herkes aynı soruyu soruyor. Biz buraya dilenmek için gelmedik! Buraya bazılarımız fakirlikten, bazılarımız da direnmek için, siyasi, örgütsel bir çalışma yapmak için geldi. Geldik ama şimdiye kadar kimse elimizden tutmadı. Halen aynı rezaletin içindeyiz. Kendi topraklarımıza dönmemiz için de bize yardım eden yok. Bu durumdan nasıl kurtulacaðımızı kimse bize sormuyor. Bu durumları biraz düzeltmek için kendi kendimize örgütlenmemize de izin verilmiyor. Bir dış temsilcimiz olsun, yardım kuruluşlarıyla, başka güçlerle ilişki kursun, biraz kendimizi toparlayalım, ona da izin vermiyorlar. Kendi komitelerimizi oluşturalım onlar gelen erzakları daðıtsın diyoruz, onu da kabul etmiyorlar. Bu rezaletin içinde çaresizce bekliyoruz. Ama bu böyle daha fazla sürmez.”

ASAYÝŞ KAMPTAN ÇIKARDI

Demo konuşmasını bitirmeden Asayiş güçleri etrafımızı tutuyor. “Yeter, gidelim” diyorlar. Demo’nun konuşmasını bitirmesi için rica ediyoruz, ama “yeter, yalan söylüyorlar” diyor. Biraz ısrar edince elimizdeki kaseti de almakla tehdit ediliyoruz. Kayıtların tümünün elden gitmesi kaygısıyla söylenene uyuyorum. Abdurrahman Şahin Demo’nun ise gözleri doluyor. Torunu yaşındaki bir genç tarafından azarlanıyor. Ama susuyor, yapacak hiçbirşeyinin olmayışının çaresizliðiyle.

Asayiş güçleri Hemwelati Azad heyetiyle birlikte hepimizin kamptan çıkmasını söylüyorlar. Biz kamptan ayrılmak, mülteciler de orada kalmak zorunda. Kampın dışına kadar bize eşlik ediyorlar. Kibarca bizi kamptan ‘sınır dışı’ ediyorlar.

BÝZ AYRILDIK AMA ONLAR HALA ORADA

Hemwelati Azad Koordinasyonu gezideki gözlemlerini anlatmak için kampın hemen dışında bir açıklama yaptı. Koordinasyondan Ala Kemal ve Melle Zana Xeyam, 5 yaşın altındaki çocuklarda çok yaygın bir şekilde ishal benzeri hastalıkların geliştiðini söylediler. Bu durumun aşılması için de yerel hükümete hızla kampın su ve saðlık sorununu çözmesi çaðrısında bulundular.

Kampta yapabileceðimiz başka birşey kalmadı. Artık Duhok’a dönmek zorundayız. Ama susuzluktan dilim damaðıma yapışmış. Canım buz gibi bir su çekiyor. Ulaştıðımız ilk dükkandan aldıðım suyu bir içişte bitiriyorum. Bir anda, ‘biraz önce gördüðüm insanların hepsi böyle bir su içmeyi ne kadar istiyorlardır’ diye geçiriyorum içimden. Biz geldik, gördük gidiyoruz. Ama onlar orada kaldı. Benim birkaç saat dayanmakta zorluk çektiðim, esen kumdan kameramın dahi bozulduðu o yerde onlar yaşama tutunmak zorundalar.

Dumizî kampında sadece 3 kişiyle konuşabildik. Ama Hacı Gedo, Demo ve Mülkiye’nin aðzından dökülenler bütün kampın yaşadıklarının özetiydi. Belki onlar artık savaşın yaşandıðı yerlerde deðillerdi ama savaşın tüm izlerini alarak gelmişlerdi ve burada önlerine şimdi yaşam savaşı çıkmıştı. Hastalıkla, açlıkla, susuzlukla savaşıyorlardı. Dumizî kampından çıktıðımızda bu savaş devam ediyordu.