Prof. Çağlar, Saray ve AKP iktidarının, Kürt özgürlük hareketinin askeri ve politik tasfiyesine yönelik bir yörüngeye girdiğini belirterek, bu yönelimin, AKP çatısı altında geniş bir savaş ittifakını ortaya çıkardığını söyledi.
Çağlar, bu savaş ittifak içerisinde yer alanların tamamının bir kaybedenler kulübü oluşturduğuna da dikkat çekti.
Akademisyen Gazi Çağlar ile milletvekili dokunulmazlıklarını, Ensar Vakfı’ndaki skandalın toplumsal karşılığını, akademisyenlerin durumunu ve ülkedeki devam savaşı konuştuk.
Ensar Vakfı yurtlarında çocuklara cinsel taciz ve istismarın ortaya çıkması toplumda belli bir tepki yaratsa da, genel bir sessizlik hali var. Toplumun savaşa, cinsel istismara ve ölümlere bu denli sessizliğinin nedeni ne olabilir? Neden bir Gezi ya da başka bir süreç yaşanmıyor?
Gezi, mezhepçi AKP faşizmine karşı tarihsel-toplumsal bir isyandı. Ne yazık ki örgütleyici-koordine edici-hedefleri somutlaştırıcı bir öncüden yoksun olduğu için kısmi başarılarla geri çekildi. AKP iktidarı için bugüne kadar korku olmaya devam etmektedir, ama mezhepçi AKP faşizminin inşa sürecini de devlet ve toplumda hızlandırmıştır. Sürekli yeni bir Gezi korkusu yaşayan, yargılanmaktan korkan AKP liderlik kadrosu her alanda gericileşmeyi, baskıları, kurumlaşmayı hızlandırmıştır. Dikkat edilirse Gezi, “çözüm süreci”nde silahların sustuğu koşullarda toplumun her alanındaki sıkışmışlığı isyana dönüştürmüştür. Yani Kürt halkına karşı savaşa eşlik eden bağnaz milliyetçilik ve şovenizmin toplumu bugünkü kadar boğmadığı koşullarda ortaya çıkmıştır.
Bugün ise İslamcı-cihadçı-milliyetçi-şovenist söylem ve eşlik eden ağır baskılar, savaşa, tacizlere ve ölümlere karşı sokağa çıkmayı zorlaştırmıştır. Suruç, Ankara ve İstanbul’da gerçekleşen katliamların da ürkütücü bir işlev gördüğünü unutmamak gerekir. Tüm yıkıcılığıyla Kürt bölgelerinde süren savaş, ülkenin batısında milliyetçi-şoven temelde fiili bir ittifaka yol açmıştır: Saray ve AKP iktidarının savaş politikaları, MHP yanı sıra CHP’nin sağ kanatlarından ulusalcılara kadar uzanan bir onay tabanı yaratmıştır.
Erdoğan savaş politikasıyla ve Suriye Kürlerine karşı tutumuyla tüm milliyetçi-şoven güçleri fiilen sarayın çatısı altında toplamıştır. Bu güçlerin önemli bir bölümü yarın “yetmez ama evetçi”^liberalizm gibi “aldatıldık” türküsünü söyleyecektir. Çünkü AKP fiili başkanlık sistemini dayatacağı anayasa ile resmileştirecek ve hemen ardından halifeliğe yönelecektir. Yani bu güçlerin olmazsa olmaz dediği ve fiilen yok edilen laiklik de eğer AKP iktidarı durdurulamazsa resmen tarih olacaktır.
Ensar çatısında gerçekleşen tecavüzlere tepkiler, doğa katliamına karşı direnişler, laik eğitim çığlıkları vb. ikinci bir Gezi’nin mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak asıl sorun şudur: Yok sayılanların omuz omuza mücadelesine öncülük edecek, güven veren, asgari hedeflerde birleşmiş bir antifaşist cepheleşme yok. Oluşturulan korku imparatorluğunun yenilebileceğini gösteren böyle bir mücadele ortaklaşması olmadığı sürece büyük bir demokrasi hamlesi beklemek doğru olmaz.
Avrupa'dan gözlemlediğinizde nasıl bir ülke olarak görünüyor Türkiye? Neler yazılıp neler konuşuluyor?
Avrupa’dan bakıldığında Türkiye hem Avrupa egemen güçleri hem de muhalif güçlerin gözünde giderek otoriterleşen, Erdoğan’ın diktatörlüğünün terörize ettiği bir ülke olarak gözükmektedir. Avrupa egemenleri, ekonomik-politik-jeopolitik çıkarları ve mültecileri Türkiye’de tutmak için diplomatik dili bozmasalar da bu gidişi görmektedirler.
Ancak emperyalizm, Suudi Arabistan dahil tüm gericilikle nasıl çalışıyorsa Türkiye’de yarattıkları İslamcı faşizmle de çalışmaktadır ve çalışmaya devam edecektir. Ancak Avrupa’da egemenlerin bu politikasına karşı muhalefet ve kamuoyu baskısı da giderek artmaktadır. Örneğin Merkel alabildiğine baskı altındadır ve artık kendisi Erdoğan’ın oyuncağı olarak mizah konusudur. AB ve Avrupa ülkelerindeki egemenlerin AKP Türkiye’si politikası giderek daha geniş bir muhalefetle karşılaşacaktır. Kürt bölgelerindeki savaş, bu süreci hızlandıracaktır.
İktidarın bu denli savaş ve başkanlık sisteminde ısrarının sebebi ne olabilir?
Başkanlık sistemi, Türkiye sermaye güçlerinin ve uluslararası sermayenin projesi. Neoliberal kapitalizm, özellikle yeni sömürgelerde yasama ve yargının yürütmenin denetimine girdiği, uluslararası şirketlerin önündeki bürokratik ve demokratik denetim engellerinin kalktığı bir rejimi istiyor ve dayatıyor. Chicago boy’ların hayranı Turgut Özal’dan bu yana istenen bir olgudur başkanlık sistemi. Tabi başkanlık sistemi AKP ajandasında bu temel faktörün yanı sıra bir başka itici güce sahip: Osmanlıcı-İslamcı yönetim ideolojisi, başkan (emir) ve halifelik istiyor.
Sultanlık hayalleri “milli ve yerli başkanlık” olarak sunuluyor. 12 Eylül’den bu yana örgütsüzleştirilip muhafazakarlaştırılan, İslamcılaştırılan sistemde kulluk psikolojisi de alabildiğine yaygınlaştırıldı ve başkanlık bir talep haline getirildi. Güçlü lider, neoliberal kapitalizmin her alanda güvencesizleştirdiği geniş bilinçsiz kitleler için bir tür sığınak, bir tür baba rolü görüyor. Kürt bölgelerinde süren yıkıcı savaşın tek sebebi AKP ve Erdoğan iktidarının başkanlıkla taçlandırılması olmasa da önemli bir sebebidir.
HDP’nin “Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası, Erdoğan’ın hedeflerinde önemli gecikmeler yaratmıştır. Savaş, başkanlığa giden yolu açmaktadır, HDP’nin meclis dışına itilmeye çalışmasıyla başkanlığı kolaylaştırmaktadır. AKP iktidarı tüm ikna mekanizmalarından artık yoksundur, geriye zor güçlerinin disipline edici, aynı şovenist-milliyetçi cephede toplayıcı etkileri kalmaktadır.
İktidarı boyunca her alanda insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, savaş ve insanlık suçları biriktiren AKP liderliğinin otoriter bir başkanlık sistemine ve savaşa yönelmesinden başka yolu da yoktur: En ufak demokratikleşme güç kaybı ve yargılanmalarıyla sonuçlanabilir. Bu nedenle savaş, baskı ve faşizan otoriterleşme tek çıkar yol olmaktadır. Bu yol ise toplumu ekonomisinden ahlakına çöküntülerin toplanıp tam bir çöküşe sürüklemektedir.
Kürdistan kentlerinde devam eden savaş, yıkım ve talan sonrası birde halkın yaşam alanlarına el koyulmak isteniyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sur’da ve diğer bölgelerdeki “kamulaştırılmalar”, Kürt halkının tarihine, kentlerine, mimarisine, onuruna, özetle kimliğine yönelik topyekun bir saldırıdır. AKP’nin İslamcı-talancı sisteminin de mantıki bir sonucudur. Kürt halkı, tüm olanaklarıyla ve AİHM’ye kadar bu kapsamlı saldırıya ve zulme karşı direnmelidir. AKP’nin yıkım savaşları üzerine kurmak istediği talan tam bir skandaldır.
Artık ülkede sıkça faşizmden bahsediliyor. Ülkenin faşizme doğru gittiğinden bahsedebilir miyiz?
Türkiye, emperyalizme göbeğinden bağlı bir yeni sömürge olarak gizli veya açık faşizmden kurtulmamıştır. Darbe dönemlerinde açık hale gelen faşizm, bugün AKP rejiminde de yeşil renklere bürünerek sürmektedir. AKP, katliamlarla, fiili başkanlık rejimiyle, mobilize edip palazlandırdığı gerici-İslamcı “sivil toplum” ağıyla, yargıyı ve yasamayı teslim almasıyla, insan hak ve özgürlüklerine yönelik kapsamlı saldırılarıyla mezhepçi faşizmi kurumsallaştırmıştır, orduyu modernize edip devasa bir polis devleti kurmuştur. Kanımca kurumsallaşan mezhepçi faşist bir rejimdir. Bu tespitin muhalif güçlerin mücadele tarzlarıyla ilgili doğrudan sonuçları vardır. Ancak bu sonuçları çıkarmak mücadele içindeki muhalif güçlerin görevidir.
Meclis gündeminde şu sıralar dokunulmazlıkların kaldırılması var. 94'ten hiçte ders çıkarılmadığı görülüyor. Sizce AKP ne yapmak istiyor? CHP'nin destek açıklamasını nasıl değerlendirmek lazım?
Saray ve AKP iktidarı, Kürt özgürlük hareketinin askeri ve politik tasfiyesine yönelik bir yörüngeye girdi. Bu yönelim AKP çatısı altında toplanan İslamcılardan ve varsa muhafazakarlardan milliyetçi-şoven tüm güçlere kadar geniş bir savaş ittifakı ortaya çıkardı. Aslında bu savaş ittifakı içerisinde yer alanların tamamı bir kaybedenler kulübüdür: Askeri-polisiye “çözümün” devresinde olmuş ve tüm toplumun çürümesine yol açan bu “çözümsüzlüğün” geçmişte de aktörleri olmuşlardır. Bir kaybedenler kulübüdür, çünkü tarihsel olarak yine kaybedeceklerdir: Kürt meselesinde askeri-polisiye “çözüm”, egemenlerin iktidarını uzatabilir, ama daha derin toplumsal trajediler ürettiği için mümkün değildir.
Bu dün de doğruydu, bugün de doğrudur, yarın da doğru olacaktır. Yani bu kulüp eninde sonunda yine masaya oturulduğunu yaşayacaktır ve katliamcı bir koalisyon olarak tarihin kara sayfalarına yazılacaktır. AKP iktidarı, dokunulmazlıkların kaldırılmasını hem HDP’nin politik olarak tasfiyesi, olmuyorsa terbiye edilmesi için kullanmak hem de başkanlık yolunu açmak için mecliste dengeleri değiştirmek istemektedir.
CHP’de itiraz edenler olsa da Kemal Kılıçdaroğlu aracılığıyla açıklanan destek tutumu iki şeye işaret etmektedir: Birincisi CHP’de sürmekte olan devletçi-milliyetçi-şoven faktörün ağırlığına, ikincisi ise büyük bir aymazlığa, çünkü sırada CHP de vardır. AKP iktidarının yolunu açanlar, AKP’nin anladığı anlamda “milli ve yerli” bir muhalefet yaratmadan, yani muhalefeti de İslamcılaştırmadan durmayacağını bilmelidir.
CHP’nin tutumu, meclise saldırı anlamına gelen bu adıma onay vermesinin anlaşılabilir bir durumu yoktur. Başkanlığa giden yolu düzlüyor. AKP’lilerin de yargılanacağını sanmak ise ülkedeki gerçek güç dengelerinden bihaber olmak demektir. AKP, yargı bağımsızlığını büyük ölçüde kaldırmıştır. Yargılanacak olanla bellidir: Barış ümidi olarak seçilmiş HDP ve 5 milyon seçmeni ile CHP’nin kimi milletvekilleri. Elbette bu AKP iktidarı için de sürdürülmesi oldukça riskli bir yoldur. HDP’nin meclis dışına zorlanması, çatışmaları derinleştirir. 5 milyon seçmenin iradesine bu tarz bir darbe karşılıksız kalmaz diye düşünüyorum.
Barış Bildirisine imza attıktan sonra, yüzlerce akademisyene soruşturma açılmış ve 4’ü tutuklanmıştı. Tutuklu akademisyenler ilk mahkemede serbest bırakıldı. Nasıl okuyorsunuz bu süreci?
“Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı çağrıya imza attığı için “terör propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanan ve serbest bırakılan Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya, Meral Camcı zaten suçsuzdu. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinde ağır suç unsurları var. Ancak bunlar, akademisyenlerin çağrısı ve imzaları değil. Onlar bir toplumsal-politik şiddet gerçeğinin adını koydular ve siyasal çözüme ve barışa davet ettiler.
Bu ne uluslararası ve aslında ne de iç hukukta suç değildir. Fikir özgürlüğüdür, akademik özgürlüktür, vicdani yükümlülüktür, etik sorumluluktur ve eleştirel bilim anlayışıma göre topluma tutulması gereken zorunlu aynadır. O bildirideki ağır suç unsurları, barış akademisyenlerini o çağrıya iten gerçeklerdir: Her türlü şiddet, yıkım, tankla-topla, havadan ve karadan sürdürülen saldırılar, sivillerin katli, şehirlerin kamulaştırılması, özetle tüm yıkıcılığıyla sarayın emriyle başlayan savaş. Asıl insanlık suçu budur. Asıl yargılanması gereken de bu savaşın suçlularıdır.
Prof. Dr. Neşe Özgen hocamızın Erdoğan’a karşı açtığı hakaret davası bu çerçevede olumlu bir adım ve örnektir. Bu dava er geç düşecek, en geç ise AİHM’den geri dönecektir. Tahliye kararının çıkmasında çeşitli faktörler rol oynadı: En başta barış akademisyenlerinin müthiş dayanışması ve bu dayanışmaya omuz veren Türkiye’deki tüm barış güçleri, sonra tüm dünyadaki devasa akademisyen dayanışması ve kamuoyu baskısı tahliyeyi zorunlu hale getirdi. Ancak başka faktörler de var kanımca: Mesela AKP-AB arasındaki görüşmeler, AKP iktidarının giderek yalnızlaşması vb. En az etkili olan faktör ise Davutoğlu-Erdoğan arasındaki tutuklu veya tutuksuz yargılanmaya dair görüş farklılığı. Bunu abartanlar Davutoğlu’na demokratik inisiyatif atfetmeye çalışanlar ki, bu kanımca gerekçesi zayıf hayalden ibarettir. Bu dava bitmemiştir, üniversitelerdeki baskılar bitmemiştir, dolayısıyla dayanışmaya devam etmelidir.
En önemlisi ise savaş sürmektedir ve barış talebi yükseltilmelidir. Siyasal çözüm ve barış alternatifsizdir. AKP iktidarı sürdüğü sürece tüm demokratik akademisyenler de tehlike altında olmaya devam edecektir. Tıpkı gazeteciler, öğretmenler, doktorlar… özetle barış, özgürlük ve eşitlik isteyen herkes gibi. Ancak toplumsal özgürlüğün, eşitliğin ve barışın kazanılmasıyla üniversiteler de özgürlüğe kavuşmuş olacaklar. Bu süreçte en fazla utanması gerekenler ise Erdoğan’ın zirveden saldırılarını emir olarak alıp barış akademisyenlerine saldırmayı erdem sanan kullardır. Bu kulların üniversitelerde olanları ise fikir ve akademisyen özgürlüğüne karşı suç işlemişlerdir.