Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu Mustafa Kemal Atatürke ait Yurtta Sulh Cihanda Sulh sözünün, cumhuriyetin temel dış politika enstrümantali olduðu söylenir. Devlet yönetim ve faaliyetlerinde sıkça kullanılan ve kullaða hoş gelen bu yönlendirici enstrümantalin, sadece kaðıt üstünde kaldıðını, geçmiş ve şimdiki tercübelerden biliyoruz.
Yönetenler sulh ilkesini üstün hukuk kuralı diye sunsalar bile; bırakın dünyayı, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halklar, hiçbir zaman o topraklarda barış yüzü görmedi. Cumhuriyet adına izlenen yol hep aksi istikamette seyretti. 87 yıllık tarihe sahip yönetim biçimi, ne iç ne dış barışını saðlayabildi. Zaten buna niyeti de olmadı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlıðını iç ve dışta düşman üreterek; onurunu, haklarını, özgürlüðünü çiðnediði halkların kanlı cesetleri üzerinden sürdürdü. Türkiye, bu politikadan halen vazgeçmiş deðil. Dolayısıyla Türkiyede tek millet-tek vatan-tek din-tek bayrak gibi empoze edilen-faşizan politika, başta Kürtler olmak üzere, "ötekilere" karşı uygulanıyor.
Bu tekçi politikanın sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 30 yıldır Kürtlere karşı savaş sürdürüyor.
Son 30 yılı işaret etmem Koçkiri, Sıx Sait, Zilan ve Dersimi yok saydıðım anlamına gelmemeli. Yazımızın konusu son 30 yıl.
Resmi rakamlara göre son 30 yılda 40-50 bin civarında insan öldü.
Gayri resmi rakamlarda ise bu sayı en az 80-100 bin dolayında açıklanıyor.
Ýstatistiki bilgilere göre, Kuzey Kürdistanda 4 bin yerleşim yeri yakıldı, ortalama 5 milyon kişi yerinden-yurdundan göç etti.
Bu süre içinde devlete göre, 17 bin 500 faili meçhul cinayet işlenmiş.
Türkiye, bu savaşa resmi olarak 500 trliyon dolar, gayri resmi rakamlara göre ise 1 trliyon dolar kaynak harcadı.
Meselenin toplumsal travmasını, sebep olduðu yıkımları da saymıyorum.
Savaş, Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarım dediði topraklar üzerinde halen devam ediyor.
Ama Türkiye savaşı kazanamıyor.
Yenilmiyor da.
Yenilmiyor çünkü bu haksız savaşta batılı devletlerin çoðunluðu her zaman Türkiye Devletinin yanında yer aldı. Bu tek neden olmayabilir ancak sonucu tayin eden sebepler sıralamasında birincisi olduðunu biliyoruz.
Resmi Batının Türklere karşı sorumluluðu, Kürtlere karşı sorumsuzluðu elbette son 30 yılla sınırlı deðil. 1916 'SykesPichot düzeni' bunun en açık örneðini oluşturuyor.
Batı, bu kanlı savaşta Türkiyenin ihtiyaç duyduðu siyasi, ekonomik, diplomatik desteðin yanında; silah ve yüksek teknolojisini de cömertçe sundu.
Bu cömertliðin karşılıðınıda silah, enerji, telekomünikasyon, inşaat gibi sektörlerde yaptıkları anlaşmalarla fazlasıyla geri aldı, alıyor.
Son 30 yılda batı ile yapılan anlaşmaların çoðunluðunu güvenlik, terörizm başlıklarının oluşturmasının yeterince açıklayıcı olduðunu düşünüyorum.
Türkiyenin Kürt meselesi konusundaki zaafını iyi bilen batı, bunu kendisi açısından avantaja dönüştürmesini de her zaman bildi.
Türkiye-batı ilişkilerine baktıðımızda yapılan bütün görüşmelerin istisnasız ilk başlıðı 'Kürt sorunu' olmuştur.
Türkiye Kürtlerin varlıðını, hak talebini sorun olarak gördüðünden batı ülkelerinde yaşayan Kürtlerin varlıðını da sadece sorun olarak deðil; tehdit olarak da görüyor.
Dolayısıyla her diplomatik görüşme ve temasta masada Kürt sorunu açık-gizli hep olmuştur.
Türkiye, batıdan şunu istemiştir; 'Kürtlerin ülkelerinizdeki kurumlarını kapatın, siyasetçilerini tutuklayın, bize verin, bunun karşılıðında size şu ihaleyi veririz, şu kadar silah alırız, şu kadar anlaşma imzalarız.'
Sonsuz çıkar ilkesinden yola çıkılarak her zaman bu teklif, memnuniyetle kabul edildi. Batının Türkiyeye insan hakları ve demokrasiye saygılı olun demesi ise sadece kaðıt üzerinde veyahut 'romantik' bir ifade olarak kaldı.
Durum böyle olunca Kürt sorunu çözümsüz kalmış, bir dünya sorunu halini almıştır.
Yapılan kirli pazarlıklar sonucu Kürt siyasetçileri batı ülkelerinde cevazevlerindeler.
ABD ve AB, PKKyi terör listelerine almış; Kürt kurumları polis tarafından basılmış, ekonomik olarak kıskaca alınmıştır.
Kürt halkının dünya ile bað kuracaðı tek penceresi olan Roj TV, Nuçe TV kanalları Türkiyenin siyasi ve ekonomik tavizleri karşılıðında batı ülkeleri tarafından baskı altında tutularak, susturulmak istenmekte. Med, Medya Tv örneklerinde olduðu gibi zaman zaman da 'başarılı' olunmuştur. Bütün bunlar 'batı demokrasisi' Avrupa deðerleri adına utanç verici bir sonuçtur. Türk hükümet yetkililerinin her Avrupa ziyareti öncesi Kürt kurumlarına yönelik bir saldırının olacaðı artık bir klasik halini almıştır.
Dolayısıyla karşılıklı yapılan ziyaretler her zaman Kürt toplumunu kaygılandırıyor, arkasından bir tufanın geleceði yaşanmışlıklardan biliniyor.
Zira 15-19 Ekim arasında Türkiyeyi ziyaret edecek olan Belçika Veliaht Prensi Philippe başkanlıðındaki Belçika heyeti Kürtler tarafından kuşku ve kaygıyla izleniyor; sebebi yukarıda anlatmaya çalıştıklarım.
Prens Philippe başkanlıðındaki heyette Belçika Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri, Dış Ticaret ve Avrupa Ýşleri Bakanı Didier Reynders, Flaman Bölgesi Başbakanı ve Ekonomi, Dış Politika, Tarım ve Köy Ýşleri Bakanı Kris Peeters, Dış Ticaret Bakanı Benoit Cerexhe ve 350 iş insanının yer alması bu kaygıyı daha da güçlendiriyor. Gezi, Ýstanbul ve Ankara'yı kapsıyor.
Açıklanan programa göre heyet, Ýstanbulda Ekonomi Bakanı Zafer Çaðlayan, 18 Ekim'de ise Ankara'da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoðan ile görüşecek.
Peki Kürt halkı kaygılarında haksız mı?
Elbette deðil.
Beçika polisinin 1996 yılında MED TV, 4 Mart 2010 yılında ROJ TV stüdyoları ve KNK gibi kurumlarına baskın düzenlemesi Kürtlerin hafızalarındaki iyi anılardan deðil.
Her iki baskın da, Türkiye ile yapılan gizli anlaşmalar sonucu düzenlenmiş ve birçok belgeye el konulmuştur.
Hatta ROJ TV baskınında el konulan belgelerin özel kurye aracılıðıyla Türkiyeye teslim edildiði de belgeleriyle ortaya çıktı.
Yakın tarih böyle öðretici deneyime sahip olunca ister istemez 15-19 Ekim tarihleri arasında Prens Philippe başkanlıðında yapılacak ziyaret sadece dikkat çekmiyor, kaygılandırıyor.