Güngören Davası’nda ‘gerçek’ nasıl katledildi?

Güngören Davası’nda ‘gerçek’ nasıl katledildi?

Kamuoyunda ‘Güngören Patlaması’ olarak bilinen dava, önceki gün karara bağlandı. Davada tutuklu yargılanan iki sanığa Türkiye hukuk tarihinin en ağır cezası verildi. İki sanık, 18’er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1283’er yıl hapis cezası aldı. Savunma avukatları ise sanıkların son savunmaları bile almadan bu ağır cezayı veren mahkeme heyetinin bu kararını bir ‘hukuk katliamı’ olarak değerlendirdi. 

Peki gerçekten bu davada adalet mi tecelli etti yoksa Türkiye’de neredeyse her olayda potansiyel suçlu olan Kürtler bir kez daha mı cezalandırıldı?

Sanıkların son savunmalarını bile almadan ceza yağdıran mahkeme heyeti neden bu kadar acele etti? Heyetin önünde hangi somut deliller vardı da bu kadar ağır cezaları verebildi? Bu acelenin sebebi, gerçeğin ortaya çıkmasından duyulan endişe mi yoksa kamuoyunu tatmin etmek için tutuklanan bazı Kürtleri cezalandırmak mıydı?

İsterseniz gelin olayın en başına dönelim ve 5 yılı aşkın süren davanın seyrine bakalım.

27 Temmuz 2008’de İstanbul Güngören’de sivillere yönelik korkunç bir bombalı saldırı gerçekleştirildi.

Olay vahimdi! Tamamen sivil insanlara yönelikti. Hiç kimsenin kabul edemeyeceği ve hiçbir savaş hukukuna sığmayan bir tarz seçilmişti; trafiğe kapalı kalabalık bir caddede ard arda patlayan 2 bombalamada 17 kişi hayatını kaybetmiş, 154 vatandaş da yaralandı.

Olaydan hemen birkaç gün sonra yanına dönemin Emniyet Genel Müdürü O. Kağan Köksal, İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ı da alan dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, düzenlediği basın toplantısında 'Olayı çözdük, olayı gerçekleştiren PKK'lıları yakaladık' diyerek 8 Kürt gencini medyanın önüne attı. (O günlerdeki manşetleri hatırlayın).

Atalay “Kesin tespitler ve güçlü delillerle tereddüde yer bırakılmayacak şekilde olay aydınlatılmış ve faillerin büyük bölümü yakalanmıştır. Yardım eden, yataklık yapan, fiilen eyleme katılanlar yakalanmıştır” diyordu.

Fakat o ‘güçlü delil’ler 5 yıl süren davada hiçbir zaman ortaya konulamadı!

Hiçbir araştırma yapmadan, polis kaynaklarınca kendilerine verildiğini öne sürdükleri ‘bombacıların ifadeleri’ni günlerce manşetlerinde işleyen medya, aynı yargısız infaza ortak olmaktan büyük bir sevinç duyuyordu attığı manşetlerle. (Bkz. Hüseyin Türeli: Bombayı patlatıp, seyrettim). Oysa gözaltına alınan 8 kişinin, sözkonusu ‘ifadeler’den haberleri bile yoktu.
Kandil’e gidip bomba eğitimi gördükten sonra İstanbul’a gelip olayı gerçekleştirdiği manşetlerle açıklanan Hüseyin Türeli’nin aslında bir konfeksiyon atölyesinde, sigortalı olarak çalıştığı ve sözkonusu dönemde sigorta primlerini yatıran patronu tarafında bizzat açıklandı.

Aynı şekilde olay anında Güngören’de olduğu polis tarafında iddia edilen Nusret Tebiş’in ise olaydan bir gün önce ve olay günü olmak üzere iki gün boyunca Haramidere semtinde Ahmet Işık isimli yurttaşın evinin dekorasyonunu yaptığını defalarca açıklamasına ve duruşmada Ahmet Işık’ın dinlenmesini talep etmesine rağmen bu talebi mahkemece kabul edilmedi. Avukatları tarafından tanık Ahmet Işık mahkeme kapısına getirilmesine rağmen mahkeme heyeti soruşturmanın genişletilmesine gerek duymayarak tanığı dinlemedi.

Ayrıca Nusret Tebiş, duruşmalarda bir çok kez olayı kınadığını, bu olayın insanlık dışı bir katliam olduğunu ve hayatında hiçbir zaman Güngören ilçesine gitmediğini beyan ederek olayın meydana geldiği anda Haramidere’de bulunduğunu kanıtlayan resmi telefon kayıtlarını da mahkemeye sunmasına karşın bu kanıt heyetçe dikkate alınmadı. 

Bombacı diye sunulan 8 kişi, çoğu birbirleri tanımayan, birkaçı işsiz, diğerleri de gelir düzeyi düşük, inşaatlarda, konfeksiyon atölyelerinde çalışan, olayla ve hiçbir örgütle bağlantısı şimdiye kadar tespit edilemeyen kişiler olduğu kamuoyundan ustaca gizlendi.

Bakan'ın açıklamasından sonra adliyeye çıkarılan 8 ‘bombacı’ her nedense bombalamadan değil de "örgüt üyeliği", "yardım ve yataklık" suçlarından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Oysa bakan Atalay ‘gerçek bombacılar bunlar’ demişti. Zanlılar, hem mahkemede hem de avukatları vasıtasıyla neden gözaltına alındıkları bilmediklerini, olayla herhangi bir ilgililerinin olmadığını, hiçbir örgüte de üye olmadıklarını açıkladılar.

Tabii o gün hiçbir medya mensubunun aklına, olayı iki günde tüm yönleriyle aydınlattığını iddia eden bakan Atalay’a şöyle bir soru sormak da gelmiyordu nedense: ‘Sayın bakan, bu kadar büyük bir olayı bu kadar kısa sürede çözebilecek istihbari alt yapı ve koordinasyon imkanları var idi ise, ‘önleyici hekimlik mantığı’ neden yoktu?

Bakan Atalay aynı basın toplantısında, “Bu işi eli kanlı bölücü terör örgütü yapmıştır. Bütün deliller değerlendirilmiştir. Hem olay yeri delilleri, hem emniyet teşkilatımızın elinde bulunan önceki bilgiler, veriler, bütün birikim ve tecrübe kullanılmıştır” diyerek emniyetin büyük bir başarıya imza attığını gururla anlatmıştı. Hatta hızını alamayan Atalay, daha inandırıcı olur hesabıyla başka bir olayı da, bombalı eylemi gerçekleştirdiklerini iddia ettiği sözkonusu bu 8 kişinin yaptığını büyük bir memnuniyetle kamuoyuna açıkladı: ‘Büyükçekmece Beylikdüzü’ndeki bir çay bahçesinde 10 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı eylemi gerçekleştiren kişiler de bu şahıslardır’.
Ama bakan Atalay’ın bu iddiasının gerçek olmadığı, birkaç ay sonra yürütülen bir yolsuzluk davasında mahkeme kararıyla ortaya çıkacaktı. İstanbul Beylikdüzü eski Belediye Başkanı Vehbi Orakçı'ya yönelik yapılan operasyon o gerçeği ortaya çıkardı. 15 Temmuz 2008'de (Güngören olayı ise 27 Temmuz’da oldu) Beylikdüzü'nde bir kafeye atılan bombanın PKK tarafından değil, rant kavgası sırasında kafe sahibini korkutmak için oluşturan ve aralarında emekli polislerinde olduğu çete üyelerince atıldığı ortaya çıktı.

Peki nasıl oldu da hiçbir somut delil ortada yokken, kısa süre içinde kamuoyu karşısına çıkarak ‘Bombacıları yakaladık’ diyerek büyük bir vebali üstlendi bakan Atalay?
Daha ilk anda ‘karanlık’ olduğu belli olan bir olayı PKK’ye ve birkaç Kürt gencine yıkarak olayı örtmeye çalışmak, acaba AKP hükümeti, Beşir Atalay şahsından hangi gerçeği görmemizi engellemeye çalıyordu?

Güngören olayı meydana geldiği günlerde, Türkiye’de çok önemli iki gelişme yaşanıyordu. Birincisi, Ergenekon davası kapsamında o güne kadar hayal dahi edilemeyen başta Veli Küçük olmak üzere bazı ‘derin’ şahıslar tutuklanıyordu. İkincisi de, AKP’ye kapatma davası açılmıştı. Bir çok kesim bu olay için, ‘derin devlet-AKP hesaplaşması’ yorumlarını yaparken, Beşir Atalay’ın ‘Olayı PKK yaptı ve yapanları yakaladık’ açıklamasından hemen sonra bu kez de çok farklı bir yerden, Almanya İstihbarat Teşkilatı (BND)’dan bir açıklama geldi. ‘Güngören patlaması PKK işi değil’ diyerek Bild Gazetesi'ne konuşan BND Şefi Ernst Uhrlau, saldırının arkasında 'El Kaide veya Türkiye'deki 'derin devlet'in' olabileceğini ileri sürmüştü. Tabii en önemlisi de olay meydana gelir gelmez, PKK yönetimi olayı kınayarak olayın kendileriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını net ifadelerle açıkladılar. Zaten şimdiye kadar hiç kimse ve hiçbir örgüt de olayı üstlenmiş değil.

Ve bu dosya önceki gün 14.celsenin sonunda karara bağlandı. Tutuklanan ama daha sonraları tahliye olan 6 sanığa 2 ile 20 yıl arasında çeşitli hapis cezaları verilirken tutuklu sanıklardan Hüseyin Türeli ve Nusret Tebiş’e  ise 18’er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1283’er yıl gibi tarihin en ağır cezası verildi.

Mahkeme heyeti, 5 yıl boyunca süren davada sanıkların ve savunma avukatların hiçbir talebini kabul etmedi.  İddianameyi boşa çıkaran delil ve tanıkları dikkate almadı. Katliamın aydınlatılması için bağımsız bir yargılama yapmayarak gerçeğin ortaya çıkarılmasını da engelledi.

Hüseyin Türeli’nin avukatı Ercan Kanar karardan sonra şunları söyledi: Bu karar bir skandaldır, kara bir kere olarak tarihteki yerini alacaktır. Hukuk ayaklar altına alındı. Sanıkların savunması bile alınmadan fütursuzca cezalar verip davayı sonlandırdılar. Dava boyunca savunma tarafı olarak hiçbir talebimiz kabul edilmedi. Bu karar bir proje kararıdır. Mahkeme heyeti, ‘Terörle Mücadele Şubesi’ne boyun eğmiştir. Polislerin yazdığı bir senaryoyu harfiyen yeri getirerek hukuku katletti.

Diğer sanık Nusret Tebiş’in avukatı Hüseyin Boğatekin ise mahkeme heyetinin siyasi iktidarın talimatını yerine getirdiğini belirterek başında geçenleri şöyle anlattı: ‘Olaydan sonra Beşiktaş adliyesindeki bir duruşmada hakim bana ‘ avukat bey, neden geldiniz, biz zaten kararımızı vermişiz’ dedi. Şoke oldum. Onlar için adalet önemli değildi. Bir olay olmuştu ve kamuoyunu tatmin etmek için birkaç Kürt gencini yakalayıp cezalandıracaklardı. Olay buydu. Yine bir duruşmada hakim, olayda hayatını kaybeden bir maktulün ailesine ‘merak etmeyin, sizi tatmin edecek bir karar vereceğiz’ dediğini duyduk. Müvekkilimin olayla hiçbir alakası yok. Bu çok net ve somut ki bunu kanıtlayan tanık ve delilimiz var ama mahkeme heyeti ne delilimizi dikkate aldı ne de tanığımızı dinledi’

Bu arada dikkat çeken bir nokta ise böylesi ağır bir dosyaya hiçbir sivil toplum kuruluşun ya da siyasi partinin hiçbir şekilde ilgi göstermemesiydi! Tamamen sivillere yönelik yapılan bir ‘karanlık katliam’a sessiz kaldıkları gibi bu karanlık olayı bir kaç Kürt gencine yıkıp ‘hukuk katliamı’ yapan devlete karşı da sessiz kalmayı tercih ettiler.