Şerik: Erdoğan darbelerin ürünüdür
PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik: Erdoğan 12 Eylül'le iktidara hazırlandı, 28 Şubat'la iktidara geldi; sonra da hep darbelerle kendini var ediyor.
PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik: Erdoğan 12 Eylül'le iktidara hazırlandı, 28 Şubat'la iktidara geldi; sonra da hep darbelerle kendini var ediyor.
'Post modern darbe' denilen 28 Şubat'ın aslında bugünün hazırlayıcısı olduğunu; Erdoğan'ın 2002 seçimlerini 28 Şubat’ın oluşturduğu koşullar sayesinde kazandığını belirten PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, şunun altını çizdi: "AKP’yi bir parti olarak şekillendirenler, sadece 28 Şubat’la birlikte siyasal sahnede olanlar değildir. AKP yeni bir adı da olsa 12 Eylül’le başlatılan sürecin siyasal partisidir."
PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, 11 Eylül'ün 16. yıl dönümü; 12 Eylül'ün 37. yıl dönümü vesilesiyle ANF'nin sorularını yanıtladı.
11 Eylül saldırısının 16. yıldönümüne giriyoruz. Şimdi dönüp bakıldığında bu saldırıyı, öncesi koşulları ve sonrasında yapılanların günümüze yansımasını nasıl anlamalı, değerlendirmeli?
Küresel sermaye güçleri, 2000 yılına girmeden önce milenyum tartışmalarını başlatmıştı. Öyle ki 2000 yılı ile birlikte dünya yeniden kurulacak, yeniden düzenlenecek şeklinde bir hava yaratılmıştı. 2000 yılları ile birlikte demokrasi gelecek, diktatörlükler yıkılacak, her şey güllük gülistanlık olacak şeklinde propaganda yapılarak, dünyaya yeni bir misyon biçilmişti. Fakat bunun böyle olmadığı Pakistan’da Pervez Müşerref darbesiyle ortaya çıktı; çok açık gösterdi. Aslında milenyum tartışmaları toplumun gözlerine çekilmek istenen bir sis perdesiydi. 2000’li yılların nasıl olacağını toplumdan gizleme senaryolarıydı. Böyle olması da gerekiyordu.
Neden böyle olması gerekiyordu?
Çünkü reel sosyalizmin siyaset sahnesinden çekilmesi, dünyada yeni dengelerin oluşmasına neden oldu. Buradan doğan boşluk yeni dengelerin oluşmasını mecburi hale getirdi. ABD emperyalizmi bunu 'yeni dünya düzeni' olarak formüle etti. Bu yeni dünya düzeni içerisinde ise sermaye güçleri kendi konumlarına göre hiyerarşik bir yer alacaklardı, yeni planlama buna göre düzenlenmişti. Fakat reel sosyalizmin çözülmesi küresel sermaye güçlerinin kendilerine göre yapmış oldukları bu planın hemen ertesi gün uygulanabileceğine dair bir veri anlamını gelmiyordu. Taraflardan birinin sahneden çekilmiş olması, farklı güçlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı, boşluk oluşmuştu. Özellikle de Ortadoğu’da bölgesel güçler bu boşluktan faydalanıp ortaya çıkmaya çalışıyorlardı.
Bölgesel güçlerden kastınız nedir?
Bunlar sıralanırsa; İran, Irak, Türkiye önemli bir yer ifade etti. Sovyetler Birliği üstünde Rusya Cumhuriyeti diye bağımsız devletler oluştu. O da eski Sovyetler Birliği mirasını alarak güç olmak istedi. Bunlar küresel sermaye güçleri önündeki engeldi. Bu açıdan ABD oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzeni bu kadar kolay gerçekleşmeyecekti. Çatışmalı bir sürece girileceği görülüyordu. Afganistan ve Irak’ta başlayan çatışmalar vardı. Bunlar sonlandırılıp sorunlar çözülmeden yeni dünya düzenini oluşturmaları mümkün değildi. Buna karşı devrimci demokratik güçlerin başkaldırı olasılıkları çok güçlüydü. Kürtler bunun için en temel dinamik güç durumundaydı. O nedenle 90'lardan sonraki süreçle birlikte bunları dikkate alan küresel sermaye güçleri, Önder Apo’ya yönelik Uluslarası Komplo'nun gelişimi buna bağlıdır. Böylelikle bölge güçlerinin, demokratik devrimci güçlerin önünü almaya; Ortadoğu halklarını önderliksiz bırakmaya çalıştılar. Önder Apo’ya karşı geliştirilen komplonun belki de en önemli nedeni bununla bağlantılıdır. Fakat bu komployla istedikleri sonucu elde edemediler. PKK, önderliğinin yolunda yürüyüşüne devam etti. Elbette küresel sermaye güçlerinin tek tehlike olarak gördüğü PKK ya da Kürt halkı değildi. Başka güçlerin de önüne geçmeye çalışıyorlardı. Yaşanan boşluktan farklı güçlerin çıkış yapmasını engellemek için, var olan sorunlara kendi cephesinden çözümler bulması gerekiyordu.
Bunun için ne yaptılar?
Bunun için Afganistan ya da Irak’a müdahalenin koşullarının oluşturulması gerekiyordu, bunu sağlayacak bazı provokasyon örgütlerine ihtiyaç vardı. Bu provakasyon örgütleriyle istedikleri koşulları oluşturmaya çalıştılar. Tam da 11 Eylül’de El Kaide’nin New York’ta ikiz kulelere saldırması istenilen o koşulun ortaya çıkmasına neden oldu. Zaten ardından kısa aralıklarla Afganistan ve Irak’a müdahaleler gerçekleşti. Çünkü küresel sermaye güçlerini en çok uğraştıran sorunlar bu coğrafyalardaydı. Yeniden bir dizaynın önündeki en önemli engellerini bu alanlar oluşturuyordu. Çünkü buralara yapılan müdahaleler sorunları çözmemiş, derinleştirmişti. Yılları bulan savaşların altyapısını oluşturmuştu. Afganistan deneyiminden sonra, Irak’ın da Afganistan’a dönüşmemesi için kendilerince hazırlık yapıp 2003’te müdahalede bulundular. Bundan dolayı 11 Eylül’ü ABD’nin önce ‘Ortadoğu Projesi’ dediği daha sonra 'Büyük Ortadoğu Projesi’ olarak adlandırdığı projeden ayrı görmek mümkün değil. Zaten ardından yaşananlar da bunu doğruladı.
Neler yaşandı?
Bir süre sonra Ortadoğu’da farklı güçler ortaya çıkmaya; halkların demokrasi istemleri belirginleşmeye başladı. Tunus’ta Zeynel Bin Abid'in rejimine karşı halkın başkaldırısı bunun bir sonucuydu. Buna 'Arap Bahar’ının başlangıcı denildi. Ardından Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimine karşı halk ayaklanmaları başladı. Küresel sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya müdahalelerinin gecikmesi, devrimci, demokratik muhalif güçlerin o şekilde ortaya çıkmasının imkanını yarattı. Küresel sermaye güçleri ve ABD bunu gördü, bu yüzden Libya’ya yönelik operasyon başlattılar. Kaddafi rejimini yıkarak, büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Ardından bunu Suriye’ye taşıdılar. İran’a yönelik müdahalelerin de olacağı ortaya çıkıyor. Yemen'e müdahaleler oldu. O yüzden El Kaide’nin 11 Eylül saldırısını sadece ABD’ ye yönelik bir saldırı olarak göremeyiz.
Ama ABD'yi hedef aldı...
ABD'yi hedeflemesinin birçok nedeni olabilir. Ama 11 Eylül’ün ortaya çıkarttığı sonuçlar da küresel sermaye güçlerinin, Ortadoğu’ya yapmış olduğu bir müdahaledir. Birinci Körfez Savaşı’yla başlayan 3. Dünya Savaşı’nın giderek daha fazla geniş alana yayılmasına neden olan bir saldırılar bütünlüğüdür. 11 Eylül saldırısını bu bütünlük içerisinde ele almak tabi bizi daha doğru sonuçlara götürecektir. Örneğin İsrail’in bu saldırıdan haberi olduğuna yönelik tartışmalar var. Oradaki saldırıdan ölen insanların bileşimini göz önünde bulundurduğumuzda, 11 Eylül saldırısını sadece El Kaide’nin yapmış olduğu ve sadece ABD’ye yönelik bir saldırı olarak görmek doğru değil. Çünkü ortaya çıkardığı sonuçlar 3. Dünya Savaşı'nın çok daha fazla derinleşmesine ve çok daha fazla geniş alana yayılmasına neden oldu.
Kenan Evren komutanlığındaki Türk ordusunun yaptığı 12 Eylül askeri darbesinin 37. yıl dönümündeyiz. Darbe öncesi, darbe ve sonrası ile Kürdistan Özgürlük Hareketi arasındaki ilişki ve karşılaşmayı anlatabilir misiniz?
Önder Apo, 12 Eylül darbesini henüz gerçekleşmeden gördü. 19-26 Aralık 1978 yılındaki Maraş Katliamı ardından da yapmış olduğu değerlendirmelerde dile getirdi. Önder Apo, 12 Eylül gibi bir darbenin gerçekleşebileceğini dile getirirken, o günkü siyasal, sosyal, ekonomik, jeostratejik noktalardan yola çıkarak bazı tespitlerde bulunmuştu. O zaman reel sosyalizm varlığını sürdürüyordu. Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’nin doğrudan ilişki içerisinde olduğu devletler vardı. Afganistan’a Sovyet müdahalesi, 1979’da İran Devrimi gerçekleşmişti. Filistin Kurtuluş Mücadelesi devam ediyor; Ortadoğu’daki özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri için bir ilham kaynağı olma özelliğini taşıyordu. Kürdistan’da Özgürlük Hareketi büyük gelişmeler kaydetmiş; öz savunmayı, meşru savunmayı pratiğe dökecek bir seviyeye gelmişti. Kürdistan toplumu bilinç anlamında artık farklı bir düzeydeydi.
Neydi bu farklı düzey?
Artık Kürdistan, özgürlük, demokrasi, halkın bilincinde yer edinmeye başlamıştı. Geniş bir sempatizan kitlenin oluşmasına neden olmuştu. Bunun bir sonucu olarak Hilvan’da ağalığa karşı köylü hareketi gelişmiş, ağalık denetimine son verilmişti. Batman gibi bir yerde halkın desteklediği bir belediye başkanı adayı olmuştu. Siverek gibi bir yerde ağalığa karşı çok ciddi bir mücadele sürecine girilmişti. Güneybatı Kürdistan’ın birçok ilinde kitleselleşmiş, özel savaş politikaları boşa çıkarılmıştı. Serhad, Dersim, Elazığ hattında da büyük devrimci gelişmeler sağlanmıştı. Bu Türk egemen güçlerini ciddi bir şekilde korkutmuştu. Sadece Türk egemen güçleri değil, ABD’yi de korkutmuştu.
ABD'yi de korkuttuğunu nasıl anlıyoruz?
ABD’nin Adana Konsolosluğu’nda 1976’da yazmış olduğu bir rapor var. Bu rapor, 1979 İran Devrimi’nde ele geçirildi. Raporda 'Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesinde son derece tehlikeli Stalinist Apocular diye bir örgüt oluşuyor, bunun karşısında tedbirler alınmalı' deniliyor. Bu, 1976'da söylenmişti. Bunu böyle söyleyen ve yazan ABD'nin, 1979-80’lerde gelişen Apocu Hareket'e karşı harekete geçmemesi düşünülemez. Bu anlamda sadece Türkiye’yi değil, ABD’yi de Ortadoğu politikaları bağlamında ilgilendiren, büyük bir telaşa düşüren bir özellik taşıyordu.
Sadece Kürt Özgürlük Hareketi'nin gelişimi mi belirleyici oldu?
Hayır, Türkiye’de demokrasi güçleri de gelişmişti. Özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren devrimci kabarış yaşanmaya başlamış, siyasal örgütlerin etkisi çoğalmıştı. MHP ve Adalet Partisi gibi gerici faşist partiler, toplumun içinden almış oldukları desteği artık kaybetmişlerdi. Bu, hem Türk egemen güçlerini hem de ABD’yi korkutuyordu. Çünkü Türkiye, ABD için Rusya’nın Kafkasya sınırlarında bir kalkan gibiydi. Doğal olarak bu kalkanı kaybetmek istemiyordu. Türkiye ekonomik olarak iflas etmiş, Demirel’in tabiri ile 70 sente muhtaç hale gelmişti. Türkiye’yi bu halden daha fazla işbirlikçi hale getirmek için IMF reçetelerinin uygulanması lazımdı. Bunun uygulanması siyasal koşulların daha uygun hale getirilmesine bağlıydı. Bütün bunların yan yana gelmesi sonucu 12 Eylül darbesinin oluşmasının koşulları yaratılmış oldu.
Öcalan, bütün bunları değerlendirerek mi öngörmüştü?
Elbette, Önder Apo da TC’nin bu gerçekliğini görerek Türk devletinin hızlı bir şekilde darbe sürecine gittiğine dair tespitlerde bulunmuştu. Önder Apo sadece bu tespitlerde bulunmakla kalmadı, bu tespitlere göre örgütsel hazırlıkların içine girdi. Sadece Apocu Hareket'in kendi içerisinde değil, devrimci demokrat kesimlerin de böylesine bir hazırlıkların içerisine girmesi için ön açıcı bir rol oynadı.
Öcalan'ı bunu yapmaya götüren neydi?
Önder Apo, 12 Mart dönemini yaşamıştı. 1971 sürecinde devrimci sol/sosyalist hareketlerin içerisinde yer almıştı. Sempatizan olmasının ötesine geçmişti. Bunun bir sonucu olarak da 30 Mart 1972’de Mahir Çayan’ların Kızıldere'de katledilmesinden sonra geliştirilen protesto eylemlerinde gözaltına alınarak zindana alınmıştı. Önderlik o süreçte zindanda da kalmıştı. Tüm bunlar Önder Apo’nun 12 Mart döneminde yaşananları çok daha güçlü bir şekilde değerlendirmesine imkân tanımıştı. Önderlik çıkardığı sonuçlarla 12 Mart döneminde devrimcilerin, devrimci önderlerin yapamadığını yapabilmek için bu tespitlerin pratikleşmesi gerekiyordu.
Neydi bu tespitler?
Provokasyonlara gelmemeydi, nefes borularını açmaydı, hareketi sürekli kılabilecek tedbirlerin alınmasıydı. Önder Apo bu anlamda 12 Mart darbesinden sonra güçlü sonuçlar çıkarmıştı. Sistemin 12 Eylül’e doğru yeni bir darbe hazırlıklarına girdiği aşamada da bu tespitleri pratikleştirmek için harekete geçti. Arkadaşları görevlendirdi. Türkiye’deki sol devrimci hareketlerle ilişkilenip olası faşist bir darbeye karşı direniş cephesinin oluşturulmasını istedi.
Olumlu yanıt verdiler mi?
Türkiye’deki sol hareketler Önder Apo’nun bu çağrısına olumlu yanıt vermediler.
Buna karşın ne yaptı?
Önder Apo buna rağmen hazırlıklara devam etti. İşte Önder Apo’nun yurt dışına çekilmesi de böylesi bir ihtiyaçtan kaynaklıdır. Darbe karşısında devrimci direnişi geliştirmek ve örgütsel varlığı sürdürmek için tedbirlerin alınmasını sağlamayı hesapladı. Bunun sonucu olarak yurt dışına çekildi.
Yurt dışına çekilince bu hazırlıklara başlandı mı?
Yurt dışına çekildikten kısa bir süre sonra Filistin kamplarında askeri eğitim görmeleri için arkadaş gruplarının gelmesini istedi. O yapılan hazırlıkların bir sonucuydu. Bu hazırlık planların pratikleştirilmesi doğrultusunda atılan bir adımdı. Bir yandan bu tür hazırlıklar yaparken diğer taraftan da Türkiye ve Kürdistan’da sömürgeciliğin baskıları çok daha fazla arttı. Bu şiddetlenen baskılar ortamında Hareket'in önder kadroları dâhil, birçok ileri düzeydeki kadro zindana alındı. Mazlum Doğan, Kemal Pir, Hayri Durmuş gibi arkadaşlar bu süreçte zindanlara girdiler. Bir yandan Önderlik hazırlıklarını devam ettirirken böylesi bir gerçeklik de söz konusuydu. Sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetim bir nevi ülkede o güne kadar örgütlenmek isteyenler için var olan legal siyasal imkânların ortadan kalkmasına neden olmuştu ve ona karşı şiddete dayalı bir direnişin geliştirilmesi gerekiyordu. Fakat hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de öylesi bir direniş, 12 Eylül gibi bir darbenin gelebileceği gözetilerek istenilen bir boyutta çıkartılamadı. 12 Eylül darbesi böylesi koşullarda gerçekleşti.
Önder Apo’nun yurt dışına çıkarak yapmış olduğu hazırlıkların, o yönde almış olduğu kararların, ne kadar doğru ne kadar isabetli olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. 12 Eylül’e karşı en güçlü direniş Önder Apo’nun bu yurt dışına çekilerek yapmış olduğu hazırlıklar somutunda kendini gösterdi. Çünkü karşılığı olan bir direniştir. Hazırlık vardı ve bu hazırlıklarla faşizme karşı güçlü bir direnişin gelişmesini sağladı.
Neler yapıldı?
1982’de PKK’nin 2. Kongresi gerçekleşti. Kongrede ülkeye dönüş kararı alındı. Silahlı grupların ülkeye dönmesi kararlaştırıldı ve pratiğe geçildi. Yani Önder Apo’nun 79’da başlatmış olduğu yurt dışı süreci, 82’de ülkeye yeniden dönüşü, dirilişi gerçekleştirmek için bir imkânın ortaya çıkmasına neden oldu. Bunun koşullarını yarattı.
Bir yandan 12 Eylül faşizmine karşı direnişin hazırlıkları yapılırken diğer bir direniş de zindanlarda gerçekleşti. Yani bu anlamıyla direniş iki boyutuyla ortaya çıktı; hazırlıklar ve zindanlar. Zindanlardaki direniş dışarıda yapılan hazırlıklardan daha farklıdır.
Bu farklılığı; o günkü zindan koşullarını ve direnişi biraz açar mısınız?
Çünkü esaret altında bulunuyorlardı. Esaret altında olan devrimci tutsakların da sömürgecilerin vahşeti karşısında direnmekten başka yolları yoktu. Oradaki direniş ideolojik bir direnişti. Bunun elbette fiziksel boyutu vardı ama o fiziksel boyutu ayakta tutan, gelişmesini sağlayan, ideolojik özelliğinden başka bir şey değildir. Halka, amaçlara ve ideallere olan bağlılık, bu bağlılığın gereklerini yerine getirmek için de her koşulda mücadele gerçekliğine olan inanç, faşizmin en zor koşullarda, en ağır, en şiddetli işkencesinin karşısında direnişin asıl nedenini oluşturuyor. Eğer o inanç, o bağlılık olmasaydı 12 Eylül’ün o vahşi saldırılarının gerçekleştiği bir ortamda böylesine güçlü büyük sonuçları ortaya çıkartan direnişlerin yaşanmasına imkân verilmezdi. Onu sağlayan o inanç, o bağlılık ve o ideolojik netliktir. İşte 12 Eylül faşizmine karşı en ciddi direniş bu anlamda zindanlarda ve faşizme karşı direniş hazırlıklarında kendini ifadeye kavuşturdu. Zaten 1982’de PKK’nin 2. Kongresinde ülkeye geri dönüş kararlarının alınmasından biri de zindanlardaki direnişti. Zindanlarda ölüm oruçları ve işkenceler vardı. Bu ölüm orucu direnişlerinde devrimci hareket öncü kadrolarını ve liderlerini kaybetmişti. Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir arkadaşı kaybetmişti. Eşref Anyık, Necmi Önen gibi kadrolarını kaybetmişti. Daha başka kadrolarını da kaybetmişti. Bu arkadaşların direnişi PKK Kongresi'nde bir çağrı olarak kabul edildi. O nedenledir ki ülkeye dönüş yapılan hazırlıkların bir sonucu olmakla birlikte aynı zamanda bu çağrıya verilen bir yanıt oldu.
Ülkeye dönüş kararı nasıl uygulandı?
Bu kara, 1982’den itibaren pratikleştirildi, 1984’te 15 Ağustos şanlı gerilla eyleminin çıkışının, hamlesinin başlamasına neden oldu. 15 Ağustos Atılımı, bu anlamda 12 Eylül’e en anlamlı yanıtlardan biri oldu. Nasıl 14 Temmuz büyük ölüm orucu, 12 Eylül generallerini masaya oturtmuşsa onlara teslim olmamışsa onlara geri adım attırmışsa, 15 Ağustos çıkışı da toplumun beynindeki o sömürgeci karakolların parçalanmasına neden oldu. Sadece Kürdistan halkı açısından değil, aynı zamanda Türkiye’deki devrimci demokrasi güçleri açısında da bir çıkış imkânı yarattı. Sistem içi muhalif güçler, çeşitli siyasi partiler vardır, o partilerinde kendilerini örgütlemesine imkân sundu. Dikkat ediniz; Türkiye’deki siyaset yasağı, 1984 sonrası süreçte geliştirilen mücadelenin ürünüdür. Eğer Demirel ve Ecevit tekrar siyaset yapabilmişlere bu gerillanın geliştirdiği mücadeleye bağlıdır. Aynı şekilde Türkiye’deki devrimci demokrat güçler daha sonra çeşitli yayınlar, dergiler, dernekler etrafında örgütlenebilmişse bu 15 Ağustos 1984 gerilla çıkışının ortaya çıkarmış olduğu koşulların bir sonucudur. Aynı şekilde sendikalar, çeşitli sivil toplum örgütleri, çeşitli demokratik talepler doğrultusunda harekete geçebilmişlerse bu da PKK’nin 15 Ağustos’ta gerçekleştirmiş olduğu direnişin bir sonucudur. İşte 12 Eylül faşizmine karşı Önder Apo’nun yurt dışına çıkarak yapmış olduğu hazırlıklar 1984’lere geldiğinde böylesi sonuçlar ortaya çıkardı. Bunların hepsi 12 Eylül faşizmine karşı direniş ve yeni bir mücadelenin gerçekliğini ifade etti.
Bu arada darbeciler ne yapıyordu?
Devleti kendine göre yeniden yapılandırmaya çalıştılar. Güçlü bir muhalefetin olmaması askerlerin astığım astık, kestiğim kestik gibi bir sistem oluşturmaları, belirlemiş oldukları ruh hali içinde gerekli koşulları sundu. Daha sonra 1982 Anayasası'nı oluşturdular ve bunu halka onaylattılar. Kendi adamlarını Cumhurbaşkanı olarak seçtirdiler. Yüksek kurullar gibi toplumu tek tipleştirici, devlet hâkimiyetini sağlayıcı kurumlar oluşturdular. 1950’de oluşan Yüksek Seçim Kurulu’nu yeniden yapılandırdılar. 1960 darbesiyle kurulan Milli Güvenlik Kurulu yeniden örgütlendirildi. 24 Ocak 1980’de darbeden 9 ay önce uygulamaya koydukları 24 Ocak Kararları'nı pratikleştirecek olan ekonomik tedbirleri kendilerine ekonomik alanda kurumlar almaya çalıştılar. Kendilerini ekonomik anlamda yeniden kurumsallaştırmak istediler. Tüm bu alanlarda toplumsallaştırarak tek tip bir toplum yaratmak istediler. 1984’e kadar da kendilerine göre bir mesafe katlettiler. Bu dönemde zindanlara o kadar şiddetli yönelmelerinin nedenini de bu oluşturuyordu. Dışarıda muhalefeti bastırdık, diyorlardı. Zindanları teslim aldıklarında da amaçlarına ulaşmış olacaklardı. Onun için zindanlara o kadar saldırıyorlardı. 1983 seçimlerini de bu temelde gerçekleşmişlerdi. Turgut Özal kurmuş olduğu partide iktidar haline gelmişti. 12 Eylül darbesi 1984’e kadar kendine göre düz bir doğrultu izlemişti. Beli bir gelişme kaydetmişti kendisine göre.
15 Ağustosu Atılımı, bunları nasıl etkiledi?
15 Ağustos, o yukarıya doğru giden doğrultunun birden durmasına neden oldu. Ardında da gelişen mücadele ile baş aşağı gidişe dönüştü. O baş aşağı gidişte sömürgeci faşist rejimin çok daha fazla saldırganlaşmasını beraberinde getirdi. Kürdistan’da tam bir özel savaş rejimi kuruldu. Buna uygun yasalar çıkartıldı. İşte koruculuk yasasıdır, itirafçılık yasasıdır; bunlar oluşturuldu. Kürdistan’da özel savaşa teşvik etmek için özel yasalar çıkardılar. Yoksulluk içerisinde ölümle baş başa getirmiş olduğu toplumu açlıkla terbiye etme politikasını pratikleştirdiler. Kendini kurumsallaştırmak için Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ni oluşturmaya, OHAL Valiliği'ne geçiş gibisinden daha birçok faşist sömürgeci özel savaş yasalarını çıkardılar. Gelişen mücadele, Türk özel savaşını boşa çıkarttı.
Bunun göstergesi neydi?
1992’de gelişen serhildanlar, bu boşa çıkarmanın somut ifadesi oldu. O zamana kadar dağda gerillayla karşı karşıya kalan sömürgecilik, şehirlerde halkla karşı karşıya geldi. Öyle bir gerçeklik ardından da Türk Cumhurbaşkanı Özal, o zamana kadar atmış olduğu adımlardan daha farklı yöntemlere başvurmak istedi.
Turgut Özal, hangi yöntemlere başvurdu?
Özal, çeşitli kişiler üzerinden Önderliğe görüşme mesajları gönderdi. Buna karşılık Önderlik de 1993’te ateşkes ilan etti. O zamana kadar zorla, şiddetle PKK yok edilmek istendi ama bunda başarılı olamadılar. Başarılı olamayanlar, bu sefer de daha farklı yöntemle gelişen mücadelenin önünü almaya çalıştılar. Turgut Özal’a dayalı bu süreci devam ettirmek isteyen darbe yenildi ve çözümsüz kaldı.
Sonra ne oldu?
Özel savaş topyekûn hale geldi. Güreş, Çiller, Ağar ve Demirel çeteleşmesi bu süreci ifade etti. Darbe 1993’ten sonra bunların şahsında somutlaştı. Bunlarla darbe sonuca ulaştırılmak istendi. Önderliğe 1996’da suikast düzenleme girişimine kadar sürdü. Ama bunda da başarılı olamadılar. Demokratik mücadelemiz devam etti ve Türkiye demokratik güçlerinde karşılığını buldu. Fakat kanlı sürdü. Binlerce insan bu süreçte faili meçhul cinayetlerle katledildi. Susurluk olayıyla birlikte mafya, siyasetçi, çete ve devlet ilişkisi ortaya çıktı. Aslında bu 1993’lerden itibaren o dörtlüye bağlı sürdürülen ve devam etmek isteyen darbenin gelmiş olduğu noktaydı. Ama onlar da tasfiye oldu.
Onların tasfiyesi 28 Şubat'la tamamlandı ama darbe çizgisi yeni ürünlerle devam etmedi mi?
'Post modern darbe' denilen 28 Şubat, aslında bugünün hazırlayıcısıdır. Erdoğan ve çevresindeki ekip, 2002 seçimlerinde birinci parti olarak kazanmışsa 28 Şubat’ın oluşturduğu koşulların sayesindedir. Bir yandan kendine siyasi bir parti oluşturdu, diğer taraftan da aynı köke sahip olan farklı siyasal çevreleri yan yana aldı. Diğer tarafta halkın demokratik istemlerini de kendisi için bir malzeme haline getirerek kullandı. Bir de AKP’yi bir parti olarak şekillendirenler sadece 28 Şubat’la birlikte siyasal sahnede olanlar değildir. AKP yeni bir adı da olsa 12 Eylül’le başlatılan sürecin siyasal partisidir.
AKP-darbe ilişkisini biraz daha izah etmeniz mümkün mü?
Erdoğan bir darbeyle iktidara hazırlandı ve bir darbeyle de iktidara geldi. İktidar olduktan sonra da hep darbelerle kendini var ediyor. Darbe işini iyi bildikleri için koşulları da uygun şekilde 2011’e kadar varlığını devam ettirdi. AKP, Ergenekon oluşumunu tasfiye ettikten sonra 2011 seçimlerinde Erdoğan ve Fethullah Gülen ikilisi iktidar üzerine kavgaya tutuştu. 2011’de de o darbeyi gerçekleştiren güçler iktidar koltuğu üzerinden birbirlerine girdi. 15 Temmuz 2015’te yaşananlar da onun varmış olduğu bir üst aşamadır.
12 Eylül'ün tek tip elbise uygulaması yeniden gündemde. Şimdi tutsakların tutumu ne olmalıdır?
Tek tip elbise 1983’lerde ortaya çıktı. Buna karşı devrimci tutsakların direnişi gerçekleşti ve şehitler verdi. Ayları bulan açlık grevleri, ölüm oruçları gerçekleştirildi. Yılları bulan bir mücadele sonucunda tek tip elbise uygulamalarından vazgeçildi. Yönetmeliklerinde de çıkarıldı. 30 yıl sonra tekrar Türk cezaevlerinde tek tip elbise uygulamaları gündeme geldi ve şimdi zindanlar yine devrimci demokratik güçler ile doldurulmuş durumda. Bunun yanında iktidar içi hegemonik güçler kendilerine tehlikeli gördükleri bazı çevreleri zindanlara almış. Ülke genelinde toplum teslim alınmaya çalışılıyorsa benzeri şimdi zindanlarda tek tip elbise şeklinde kendini somutlaştırmış oldu. O nedenle tek tip elbise, faşizmin toplumu tek tipleştirmesinden ayrı olarak görülemez. Zindanlarda şimdiden bunu uygulamak için alt yapı hazırlığı var. Dışarıdan gönderilen elbiseleri almıyorlar. Sivil elbiseli tutsaklardan alıyorlar. Sürgün, baskı ve işkence yoğunlaşmış durumda. Önümüzdeki süreçte ileri boyutlara da taşınacak. Buna karşı devrimci tutsakların direnişi de, karşı koyuşu, tepkisi de var ki kararlarını da açıkladılar. Elbette 12 Eylül koşulları ile şimdiki koşullar bir birinden farklıdır. Zindanlarda devrimciler direniyor, Kürdistan'da özgürlük gerillası Kürdistan dağlarını tutmuş. Amanoslar’dan Karadeniz’e kadar Anadolu dağlarını da tutmaya başladı. 1988’de Esat Oktay Yıldıran’ın durumunu herkes biliyor. Şimdi o kadar zaman bile geçmeyecektir. Bunu da böyle bilmek durumundadırlar.