MAKALE

İnsanlığın yarası Şengal-MAKALE

Hiç bir zaman hafızamdan silinmeyen bir görüntü acı kafilesinin bir insan seli gibi Şengal dağından ovaya doğru akmasıydı. Binlerce insan yurdunu terk edip cehennemden kaçar gibi kaçıyordu.

Şengal, dünyanın bağrına açılan bir yara gibidir. Bir yanı Musul ovası, bir yanı Rojava ovası, iki ova arasında derince açılan bu yaradan, insanlığın kanı toprağın kurumuş dudağına sızar. İşte Êzîdîler o yaranın kavmidir. Bir halk niye gidip insanlığın yarasını kendine yurt edinsin demeyin, bazen yarayı kendine mesken etmek bir yazgıdır. En çok yara alanlar, yaralı coğrafyalara meyil eder. Belki iyileşmek, belki de iyileştirmek ister insan, zira yara almış bir insanı, ancak yaralı zamanlardan geçen mekanlar anlar. Şengal dağı da öyle bir mekandır, o dağ hep vakur, hep tedirgindir, her an bir ejderha üstünden uçacak ve ağzından püskürttüğü alev ile her yeri küle çevirecekmiş gibi ürkektir o dağ. O dağ güneşe tapan halkın ana yuvasıdır, baba ocağıdır. Vakti zamanında cengaverlerin isyanına, zalimin zulmüne, hainin ihanetine, acıdan saçını yolan kadınların ağıdına mekan olmuş buralar. Mekanın da ruhu var, mekan da kendince bir dil yaratıp insan benliğine hitap eder. Şengal ‘e bir incir ağacının gördüklerini bir insan olarak tahayyül bile edemezsiniz . Şayet Şengal’deki ağaçların ayakları olsaydı arkalarına bakmadan yaşanmışlıkları kaldıramadıkları için giderlerdi demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Şengal’i adımlarken kendinizi yeni ana olmuş bir kadın gibi hissedersiniz, her an beşiği bir uçurumdan düşecekmiş korkusuyla yaşayan toy bir ana olursunuz. İnsan Şengal’de yürürken tuhaf sesler duyar, sanki yerin altından bir ağıt yakılıyormuş gibi hissedersiniz. Toprağın altında kuşlar öter. Bastığın zeminin derininde ateşin çığlığı duyulur. İşittiğin her ses, seni soyunun ağıdına ve ağrısına meyman eder… Kadirşinas bir sızı kalbini hiç terk etmez, sen acıya ve merhamete aşina olmayıncaya kadar gitmez o sızı… O zaman anlarsın ki mekanın da hafızası var. Yüz yıllardır yaşanmışlıklar toprağa, suya, havaya, ateşe ve insana geçirir efsun ve ahusunu.

‘ÖNCE 72 MİLLETE SONRA BANA'

Êzîdîler ki yüzünü güneşe çevirip kendinden önce herkesin ölüsü ve dirisine dua eder, en son da kendine dua eder. Gelin görün ki “önce 72 millete sonra bana” diye duasına başlayan bu ateş kavmine en kötücül beddualar reva görülmüş tarih boyunca. En çok da Osmanlıların mavi üniformalı askerlerinin hışmına uğramıştır bu coğrafya, bu yüzden hala mavi giymeyi haram sayar Êzîdîler. Arapların kuşatmasında inançlarını koruma adına kendini dünya karşısında tecdit eden bu halk, hiç bir zaman doğru anlaşılmadı. Maddenin cazibesine kapılan ınsanlık, Êzîdilerin manasını bilmeden yaşadı. Yaşamın sırlarını öğreneceğimiz bir halka en çok ölümün yakıştırılması insanlığın ifadesiz ironisidir. En çok ölen ve öldürülen bir halkın ölüme inanmaması tuhaftır ama gerçek odur ki Êzîdîler, ebedi ölüme inanmaz. Onlar, ölüme “Kiras gûhartin” (Elbise değiştirme) derler. Bu yüzden onlar ölülerini değerli eşyaları ile birlikte gömerler. Ölünün ahiret kardeşi belirlediği kişiye “Birayê Axiretê” derler ve ölünün maddi manevi varlığını ona emanet ederler. Emanete hiyanet edilemeyeceğini Êzîdîlerden öğrenme mütevaziliğini ve erdemini gösteremedi insanlık. “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş Albert Camus. Doğru demiş. 73 fermanın geçtiği bu coğrafyada kaderi ile ölen insan sayısı azdır. Zira Êzîdîler, ölmemiş, ölüme inanmamış, öldürülmüş…

İNSANLIĞIN YARASI ŞENGAL

En son 2014 yılının 3 Ağustos’unda DAİŞ güruhunun gerçekleştirdiği fermanda insanlık gördü ki ,kirpikleri ölü askerler gibi savaş meydanı olan kanlı yanaklarına dökülüyor. Bu ferman, insanlığın en büyük sınavlarından biriydi. 21. yüzyılın en acımasız, en vahşi saldırısını insanlık; adına dünyanın en merhametli halkı olan Êzîdîler göğüsledi. Büyüklük denilince ellerini göğsüne vurup (Ben ben) diyen devletler insanlık sınavında; sınıfta kalmış, olabildiğince küçülmüştü. Yine her zamanki gibi egemenler kör ve sağır rolünü yaparken ihanete meyilli KDP de kendi savunmasında olan Şengal’i basit hesaplarına kurban etmeyi tercih etmişti. Şengal’de yaşananlar düşünülen ve duyulandan çok büyüktü. Ve hiç bir omuz kendini bu yükü kaldırmaya hazır his etmiyordu.

Coğrafyası insanlığın yarası gibi olan Şengal, bir başına kalmıştı. Bütün dünya yaradan sızan kanı izliyordu ama kimsenin aklına yarayı bağlamak gelmiyordu. Kapitalizmin soğuk yüzü, ateş kavminin yürek yangınını donuk bir halde izliyordu. İnsan olanın havsalası yaşananları kaldırmıyordu. Anlamın zerresi için bile dilenci olup anlam dilenebilirdi insan. O günlere dair

Hiç bir zaman hafızamdan silinmeyen bir görüntü acı kafilesinin bir insan seli gibi Şengal dağından ovaya doğru akmasıydı. Binlerce insan yurdunu terk edip cehennemden kaçar gibi kaçarken bir kaç gerillanın ise acı kafilesinin geldiği yerlere doğru yürümesi hayatın kahramanlara yalnızlıklarını hatırlattığı zamana tekabül ediyordu. Çatık kaşlı esmer gerillaların elinde sadece bir kaç insana yetecek kadar su vardı ama yürekleri bir kin deryası gibiydi. Kızıl perçemli, uzun örüklü kadın gerillalar, yaraları sarıp toz bulutu içinde Şengal dağına ilerliyordu. Herkesin fellik fellik kaçtığı ateşe, dalmanın erdemi, bir tek PKK militanlarına nasip oldu. Bütün insanlığın alnını arşa kaldırma görevi yine o, militanlara kalmıştı. Ve yine dünya, Êzîdî halkının merhameti yüzü suyu hürmetine dönüyordu…

Kaynak: Yeni Özgür Politika