İç savaşla yaratılmak istenen Türkiye!

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu'nun Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanan makalesi...

Türkiye’deki örtülü kurumsal faşizm, AKP-MHP iktidarı tarafından 24 Haziran seçimlerinden sonra açık kurumsal faşizm haline getirilmiştir. OHAL kaldırılmamış; OHAL koşullarında yapılan bir seçimle 20 Temmuz’da yapılan faşist darbe daha da kapsamlı hale getirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı denilen sistemin dört dörtlük bir faşist diktatörlük olduğu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Bazı biçimsel kurumların varlığı da sadece bu faşist diktatörlüğe örtü yapılmak için vardır. Demokratik zihniyeti olan herkes ve her kurum açısından Türkiye’deki siyasi sistem faşist diktatörlüktür, Tayyip Erdoğan da faşist bir diktatördür. Hatta dünyaya gelmiş geçmiş diktatörlerin çoğuna nal toplattırır. 21. yüzyılda böyle bir faşist diktatör olmak Tayyip Erdoğan karakterinin ne olduğunu ortaya koyar. Sadece ideolojik ve siyasi olarak değil kişilik olarak da faşist diktatörlüğe göre şekillenmiştir. ABD başkanına baş danışmanlık yapan birisi bile Tayyip Erdoğan’a dünyanın en tehlikeli siyasetçisi demesi bu karakteriyle bağlantılıdır. Zaten daha önce defalarca tekrarladığımız gibi hiçbir faşist lider açıktan açığa ‘kadın da olsa, çocuk da olsa gereğini yaparız’ dememiştir. Bu söylemleri sadece lafta kalmamış pratikleşmiştir.

Böyle bir iktidara karşı her türlü mücadele meşru hale gelmiştir. Dünyada en meşru mücadele bu iktidara karşı mücadeledir. Bu iktidar seçimle iktidara gelmiş meşru iktidar olarak görülemez. Seçimle iktidara gelip Reichstag (Alman Parlamentosu) provokasyonu ile faşist diktatörlüğü pekiştirip Yahudilere soykırım uygulayan ve her yere karşı savaş politikası yürüten Hitler ne kadar meşru iktidar ise Tayyip Erdoğan diktatörlüğü de o kadar meşrudur. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki 24 Haziran seçimleri halkın iradesini tümden ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Şu anda sadece parlamento dışı güçler değil Türkiye parlamentosundaki güçlerin de meşru bir direniş hakkı doğmuştur. Muhalefet halkın iradesidir, ancak Tayyip Erdoğan ve onun meclisteki memurları halkın iradesini tümden ezip geçmişlerdir. Yeni güvenlik kararnamesi ile meclis tümden saf dışı bırakılmış; dünyada görülmemiş keyfi bir faşist yönetime geçilmiştir. Meclisteki oylama tamamen bu faşizme kılıf geçirme rolü oynamaktadır.

Düşünebiliyor musunuz, cumhurbaşkanı bakanlıklar, valilikler, MİT ve diğer güvenlik bürokrasisine komisyonlar kurma ve herkesi devlete ve millete zararlı diye memurluktan, işçilikten atma yetkisi verilmiş. Zaten şirketlere ve derneklere de el koyulup kayyumlar atanmaktadır. Tüm bu uygulamalar ise Allah’ın emri gibi kesindir. Hiçbir yere itiraz etme hakkı da bırakılmamıştır.

Çıkan kararnamelerin bırakalım diğer maddelerini sadece bu madde bile bu iktidarın tam bir faşist diktatörlük olduğunu ve buna karşı her yolla direnmenin meşru olduğunu ortaya koyar. Bu madde ile herkese ya bizim gibi düşünürsünüz ya da bu ülkede size yaşam hakkı yok, denilmektedir. Bir zamanlar faşist yazar Nihal Adsız Kürtlere ya Türk olursunuz ya da kendinize başka ülke bulursunuz, dediği gibi! Türkiye zaten AKP-MHP iktidarının politikalarıyla ikiye bölünmüştür. Anlaşılıyor ki bu bölünme derinleştirilerek Türkiye’ye bir transformasyon yaşatılacak. Sadece belli kesime ait bir Türkiye yaratılacak. Bu Türkiye’de başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere farklı kimliklere ve farklı düşüncelere yer verilmeyecek.

Bu zihniyet ve politika klasik despot yönetimlerden kat be kat bir despotizm olmaktadır. İran Selçuklu veziri Nizamülmülk, Sultan Melikşah’ın isteği üzerine iyi yönetim nasıl olur hakkında bir kitap yazmış. Siyaset biliminin ilk kitaplarından kabul edilen Siyasetname’de Nizamülmülk Melikşah’a verdiği temel öğütlerden biri de askerini ve bürokrasisini tek bir milletten, tek bir kesimden yapmaması yönündedir. Nizamülmülk devletin böyle güçlü olacağını ileri sürer. Mutlak iktidarın olduğu bir dönemde böyle bir yönetim önerilirken Tayyip Erdoğan 21. yüzyılda sadece kendisi gibi düşünen bir toplum ve devlet yapılanması istemektedir. Bu aslında bir iç savaş durumudur. Tayyip Erdoğan diktatörlüğü başta Kürtler olmak üzere en az Türkiye’nin yarısına karşı bir savaş açmıştır. İç savaşla kendisinin öngördüğü bir toplumsal ve siyasal yaşam yaratmayı hedeflemektedir.

AKP-MHP iktidarı kendileri gibi düşünmeyen tüm siyasi kesimleri ihanetle suçlamaktadır. Bu yaklaşımı gösteren bir iktidar zaten diğer tüm toplumsal ve siyasi kesimler açısından meşruiyetini kaybetmiştir. Halkın iradesini tanımayanlar tabi ki meşru görülemez. Zaten meşru olmayan bir seçimle iktidara gelmişlerdir. Daha doğrusu kendilerine meşruiyet kazandıracak bir seçim yapılmıştır. Ancak dünyada bu seçimi bir meşruiyet aracı olarak görenler azdır. Sadece AKP iktidarı ile siyasi ve ekonomik çıkar ilişkisinde olanlar bu iktidarı meşru görüyorlar. Aslında onlar da bu iktidarın karakterini biliyorlar ama çıkarları gereği meşru görüyorlar. Örneğin Hollanda’nın Tayyip Erdoğan’la ilişkiyi düzeltme kararı tamamen böyledir. Hollanda ve diğer ülkeler bu politikalarıyla tüm farklılıklar düşmanı, demokrasi düşmanı ve Kürtlere soykırım uygulayan AKP-MHP faşizmine onay veriyorlar; bu suçlara ortak oluyorlar. ABD, Avrupa ve Rusya bu suç ortaklarının başında gelmektedir. Bu politikalarıyla bu ülkeler tamamen halklarının ve demokratik kamuoyunun tersine bir tutum izlemektedirler. Bu ülkelerde referandum yapılsa tümünde Türkiye ile kurulan ilişkiler reddedilir. Avrupa halkları Türkiye’yi faşist bir ülke olarak görmektedirler. Bu durum aslında sadece Türkiye’de değil dünyada da seçimlerin giderek halkların iradesini yansıtmayan bir duruma düşürüldüğünü ortaya koymaktadır. Söz konusu demokrasilerin böyle bir temel sorununun olduğu açıktır. Bu ülkelerdeki demokrasiler bu yönetim yaklaşımlarından dolayı giderek tartışmalı hale gelmektedir.

Tayyip Erdoğan diktatörlüğündeki AKP-MHP faşist iktidarına karşı parlamento içindeki muhalif partilerin meşru direnme hakkı doğmuştur. Ne mevcut anayasa ne evrensel normları dikkate alan bir iktidar vardır. Bu iktidara karşı direnmemek parlamentoya giren muhalif partiler için de halka karşı sorumluluklarını yerine germemek olur. Muhalefet hem parlamento içinde hem de parlamento dışında bir çok yol ve yöntemle direnebilir. Ortadoğu’daki otoriter devletçi sistemler açısından bile adalet mülkün yani devletin temelidir. Şu anda Türkiye’de zerre kadar adalet kalmamıştır. Bu bile başlı başına direnme gerekçesi, direnme hakkı ve meşruiyetidir. Yasal ve parlamento içi muhalefet için her yolla direnme hakkı doğmuşken parlamento dışı muhalefet için daha fazla direnme hakkı doğmuştur. Zaten ister parlamento içi ister parlamento dışı olsun muhalefet gecikmeden direnişe geçmezse iş işten geçebilir. Bu iktidara karşı direnmek için daha ağır saldırıların gelmesi beklenemez. Perşembe’nin gelişi çarşambadan bellidir. Demokratik muhalefete karşı her türlü saldırıyı yapacaktır. AKP’ye koltuk değneği olan CHP bile tam teslim alınmak istenirken demokratik güçlere karşı saldırıların yapılacağı ve neyin dayatılacağı açıktır. Bu açıdan her türlü bedel göze alınarak direnmek gerekir. Bugün direnme zamanıdır. Yarın daha ağır bedeller ödememek için bugün direnilmesi gerekir.

Başta gençlerin hiçbir yasağın dinlememesi gerekir. Gençlik demek zaten otorite ve yasa dinlememektir. Kürt gençliği 45 yıldır isyan halindedir. 45 yıldır Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine öncülük etmektedir. Türkiye gençliği de oligarşik kurumsal faşist iktidara karşı onlarca yıldır yürüttüğü mücadeleyle ağır bedeller ödemiştir. Gezi’de de büyük bir mücadele vermiştir. Türkiye ve Kürdistan’da gençlik devrimci karakterini kanıtlamıştır. Bugün de gençliğin isyan zamanıdır. Gençlik bir halkın çektiği acıların da sevinçlerin de yükünü taşıyan bir toplumsal kesimdir. Bu açıdan Kürdistan’da gençlik her zaman mücadelenin öncüsü olmuştur.

Kürdistan gençliğinin önderlerinden Baran Mawa’nın yaşamı ve mücadelesi tüm gençler için bir örnektir. Hakkari’de şehit düşen gençlik önderi Baran yakın zamandaki gençlik hareketlerinin öncülüğünü yaptığı gibi, tüm büyük serihildanlarda gençliğin öncülük yapmasını sağlamıştır. Düşman Kürdistan’da savaşı yoğunlaştırıp Kürt şehirlerini yakıp yıkınca soykırımcı sömürgeciliğe karşı mücadeleyi yükseltmek için Botan’a yürümüştür. Bugün AKP-MHP faşizmine karşı Baran yoldaşın militan ruhuyla mücadele etme zamanıdır. Baran yoldaşın şehadeti tüm gençlere mücadeleyi yükseltme çağrısıdır.

AKP-MHP faşizmi DAİŞ’in Türkiye versiyonudur. Mezarlıklara saldırması, gerilla cenazelerine katılan milletvekillerine yönelik yapılan saldırılar, DAİŞ saldırısında katledilenlerin anma toplantılarına yapılan saldırılar, Alevi derneklerine ve cem evlerine saldırı, Sancaktepe HDP binasına yapılan saldırıları sırasında duvarlara ya devlet başa ya kuzgun leşe, denilmesi, Kayseri’de polis şefinin muhalifleri kast ederek ‘yok edin’ demesi AKP iktidarının faşist karakterinin en somut uygulamalarıdır. Bu gerçekler tüm muhalefet güçlerinin anti-faşist cephe kurarak mücadeleyi geniş toplumsal kesimlere dayandırarak her yol ve yöntemle direnmesini acil hale getirmiştir. Bu dönemde anti-faşist ittifak kurup mücadele etmemek ölümü beklemektir. Bu açıdan kim ortak anti-faşist cepheye gelmiyorsa o AKP-MHP faşist iktidarına hizmet etmektedir. Kim bu iktidarı gayrimeşru iktidar olarak görmüyorsa onlar da bu iktidara hizmet ediyordur.

AKP’yi duruşuyla meşrulaştıran ve anti-faşist ittifaka gelmeyen siyasi güçlerin de teşhir edilmesi gerekir. Özellikle CHP’nin durumunu netleştirmek, eğer faşizme karşı mücadelede oyalayıcı rolünü sürdürecekse onu da teşhir ve tecrit etmek gerekmektedir. Ancak faşist mücadeleye katılacak her kesimi de bu mücadeleye katmak önemlidir.

Şu bilinmelidir; eğer AKP-MHP faşizmine karşı mücadele gelişmezse yerel seçimlerde de her türlü oyunu, hileyi ve dizaynı yaparak faşist diktatörlüğünü bir de bu yolla pekiştirecektir. Bu açıdan AKP-MHP faşizmine karşı her alanda mücadeleye endekslenmeyen hiçbir siyasi çalışmanın başarısı yoktur. Çünkü AKP-MHP faşist iktidarını mücadele dışında iktidardan düşürme yolu kalmamıştır.