Mustafa Sarıkaya: İdam cezası, sürgünler, açlık grevleri…

Mustafa Sarıkaya, 1978 yılından bugüne Kürt özgürlük mücadelesinin içinde olan bir devrimci.  Strasbourg’da 17 Aralık’ta başlayan açlık grevine katılan Sarıkaya, ömrünün 20 yılını cezaevinde geçirdi. 

Mustafa Sarıkaya*, 1978 yılından bugüne Kürt özgürlük mücadelesinin içinde olan bir devrimci. O günden bugüne gelirken hayatını anlatmaya başladığında özgürlük mücadelesi ile iç içe geçen bir hikâyeyi, birçok açıdan da tarihi dinlemeye başlıyoruz. Strasbourg’da 17 Aralık’ta başlayan açlık grevine katılan Sarıkaya, ömrünün 20 yılını cezaevinde geçirdi. İdam cezası, sürgünler, açlık grevleri… Niğde’den sevkedilirken idama götürüldüğümüzü düşündük dediğinde, toplumsal direniş belleğinin nasıl ortaya çıktığını da anlatıyor. Sınırda büyümenin hayatına kattığı bir şey olmalı, hep sınırlarda, uçlarda yaşaması. Ara haller bazı insanlar için ne kadar imkansızsa, devrimciler için bunun mümkün olmayan bir uzaklık olduğunu anlamak geç olmuyor. Niğde cezaevinde yarım kalan tünel, çatışmada vurulduğu merminin izinin çok sonra ortaya çıkardığı şeylerin, bugün ilk defa dile gelmesi. Bazı anlar hiç unutulmaz. Bazı izler de ihanet ve direniş çizgisinin inceliğini her daim canlı tutar. Bu ikisi de içiçedir, normal akışta asla anlayamazsınız derken, hikayesini ortaokul boykotundan anlatmaya başlıyor.

ALİ EREK'LE TANIŞMA

“Hareketle tanışmam 1978 yılında ortaokulda okuduğum dönemde oldu. Hareket hakkında bilgilenmem ve arkadaşları uzaktan da olsa gözlemlemem bu tarihe denk geliyor. 1979’da aktif olarak çalışmalara sempatizan düzeyinde katıldım. Yazılamalar, bildiri dağıtmalar, komitelerde eğitim görmeler başladı sonrasında. 22-28 Nisan 1980 arasında parti Kızıl Hafta ilan etmişti. Tam emin olmasam da parti o dönem sanki bir yoklama yaptı. Çünkü her tarafta herkesin eylem yapmasını istemişti ve gücümüz nedir bunu bilmek istiyordu.

Bizim ilçe sorumlumuz Cin Ali yani Ali Erek’ti. Daha sonra şehit oldu. İlk Amed ölüm orucu şehididir. 1982 ölüm orucunda şehit düştü. Onun örgütlediği bir korsan eylem olmuştu. Eylem silahlı bir mitingdi. Biz de o eylemin okul boykot kısmını üstlenmiştik, görev bize verilmişti. Eylem pazartesi gününe denk geliyordu. Pazartesi sabahı ant okunacakken okul müdürünün elinden mikrofonu aldık. Kısa bir konuşma yapıp tüm öğrencileri boykota çağırdık. Daha sonra korsan eyleme katıldık. Faşistlerin hareketliliği söz konusu olunca eylem planlandığı gibi ilerlemedi ve silah kullanıldı. Dolayısıyla polis tarafından aranır duruma düştük.

Bu dönemde çeşitli eğitimler görmüştük. Bildiri hazırlama, dağıtma, yazılama ve kırsal devrim yolu üzerine eğitimler almıştık. Daha sonra aralarında Ali Erek olmak üzere bir grup arkadaşımız yakalandı. Kadro düzeyinde olmadığımız için, bir süre kendi imkânlarımızla gizlendik. Bir dönem kırsalda kaldık. Tabii aranır durumda olmak aynı zamanda bizdeki korkuyu da kırdı. Daha sonra ilçeye yeniden bir düzenleme getirildi.

12 EYLÜL'DE ROJAVA GÜNLERİ

1989’da Eskişehir’de sürgünde şehit düşsen Mehmet Yalçınkaya ilçeye sorumlu geldi. O bizimle iletişime geçti ve faaliyetlerimiz başladı. Sonra 12 Eylül askeri darbesi olunca biz Rojava sahasına geçtik. Rojava tarafında akraba çevresi çok var ve buradaki köyler sınıra çok yakın. Geçimini sınır ticareti ile sağlıyor. Bu geri çekilme sürecinde katkı olması amacıyla ki, daha önce yapmadığım halde sınırda geliş gidişlere katkıda bulundum. 1981 yazında daha sonra Mahsun Korkmaz akademisi olarak kullanılan kampa gittik. Bu kamp Filistin demokratik halk cephesine aitti. Orası bizim temel kamptı, Önderliğin saldırılardan geri çekilen tüm arkadaşları bir araya getirip topladığı bir kamptı. O zaman mevcudumuz 120 kişiydi. Heval Cuma’nın o döneme dair verdiği bilgiye göre bu sayı genel ortalama olarak 180 kişiydi. Orada ideolojik, askeri, siyasi eğitimlere katıldım.

Gerçek anlamda PKK’yi tanımam, anlamam ve kavramam aslında bu süreçtir. Genç yaştaydım ve Ali Erek arkadaşın duruşu bizi muazzam etkiliyordu ve Apocu duruşu bizi etkilemişti. Yani anlattıklarından ziyade yaşam duruşu, pratik yasamı bizi etkiliyordu. Bu bize moral, heyecan katıyor ve duygusal çekim alanı yaratıyordu. İdeolojik olarak PKK nedir, ne yapmak istiyor, nasıl bir örgüttür, mücadele yol ve yöntemi nedir, taktik-stratejisi nedir bütün bunları tanımam 1981 eğitim surecidir. 

SINIR ÇALIŞMALARI

Bu eğitim sureci sonrası düzenlememiz Rojava’ya oldu. Heval Cemal’in sorumluluğunda bir grup arkadaşla 1982’de Kobanê’ye geçtik. Kobanê’de kitle çalışmalarına başladık. Partinin o dönem hazırlık planlamasına çok hakim olmamakta; Önderliğin ve partinin bir hazırlık planlaması olduğunu ve ülkeye tekrar dönüş kararı olduğunu tahmin edebiliyorduk. Dolayısıyla Rojava, Kuzey sınırı için önemli bir nokta haline gelecekti. Bunun ön hazırlığını planlamak için bizi erkenden Rojava’ya gönderdiler.

Bu grupta heval Cemal’in yanısıra şehit Hıdır Yeşil de vardı. Kendisi 1985 Mayıs ayında Zaxo’da şehit düştü. Arif, Reşo onların da- daha sonra Terzi Cemal tarafından infaz edildiler- içinde bulunan grupla Kobanê’de halk örgütlenmesi çalışmalarını yürüttük. Aynı zamanda sınır hazırlıklarını yürüttük.

1982 Haziran ayında İsrail’in Lübnan’a kapsamlı bir saldırısı oldu. O zaman bizim de şehitlerimiz oldu. Kademeli olarak hareket kadrolarını, oradan Rojava sınır bölgelerine taşıdı. Tabii birkaç arkadaşımız orada kalarak çalışmalara devam etti ve örgütlü sayımız belli bir seviyeye çıkarıldı.  Evlerde eğitimler ve hazırlıklar yapılıyordu. Ama biz daha çok pratik faaliyet içerisindeydik.

1982 Ağustos ayında parti kongresi gerçekleştirildi. Gizli örgütlenen bir kongreydi ve Kobanê’den birkaç arkadaşımız kongreye katıldı. Kongreye hepimiz çağrılmadık ama kongre öncesi herkesten kapsamlı raporlar alındı. Bir anlamda kongre gündemi, alınan raporlar üzerine oluşturuldu. Sonradan kongre raporları bize gönderildi. Kongreden ülkeye dönüş kararı çıkınca biz yönümüzü kuzeye çevirdik ve sınır yollarını artık biliyorduk. Heval Cemal sınırdaki ilişkileri ve sınır ticareti yapan birçok kişi ile iletişim halindeydi. Sınırı iyi biliyordu. O da benim gibi sınır çocuğuydu. Bu ilişkiler üzerinden ülke keşiflerine başladık. İlişki arayışları ve kuzeye giriş çıkışlar ve tam hatırlamamakla birlikte 1983 baharında ülkeye kalıcı gruplar girme başladı. Bizim hedefimiz Urfa, Antep, Adıyaman, Maraş olmakla birlikte yavaş yavaş bir parça da metropol kentleri olan Adana, Mersin’de ilişkiler geliştirmek üzerineydi. Buna öncü birlikler ve öncü faaliyetler deniliyordu. Amaç keşifler yapmak, haritalar çıkarmak, mümkünse lojistik alanlar yani sığınak vb. ayarlamaktı.

GRUPLAR HALİNDE ÜLKEYE DÖNÜŞ

Bizim ülkeden çıkmamızla düşman yeni karakollar inşa etmiş mi, kalan ilişkilerimizde kim sağlam duruyor, devletin ajanlaştırma faaliyeti var mı, bunları belirlemek de amaçlarımızdan biriydi. Ülkeden çıkışımız 1,5 yıl olmuştu, eski ilişkilerimiz kalmamıştı. Biz bu kapsamda gruplar halinde ülkeye girişler başlattık, Cizre taraflarından da yoğun giriş başlamıştı Kuzeye ve Botan’a. Biz de Güney Batı hattında benzer bir şeyler yapmaya başladık. Aslında bu dönemde kurye faaliyetlerini yürüttüm. Ülke ile batı arasında sınır ilişkilerini bildiğimiz için ülke ile Önderlik arasında hem kurye hem de bazı malzeme çalışmasında rol oynuyorduk. 1983 sonbaharında ilk grubumuz Maraş, Urfa ve Adıyaman’a geçti. Grup dediğimiz de büyük bir grup aklınıza gelmesin, tüm bu bölgeye 5 kişilik bir grup geçti. Bölge sorumlusu Ali Ozansoy’du hatırladığım kadarıyla. O göndermişti bu arkadaşları. İki Cemil’imiz vardı. Biri Cemil Ali Subaşı. Suruçluydu sonradan Botan’da şehit düştü. Hevale Hıdır ve Ali Ozansoy. İki kişi de Adıyaman’a gönderildi. Doğan Süzer, Şükrü Karakuş. Doğan Süzer kayıp, Kör Cemallerin kırımına uğradı. Şükrü Karakuş ise bizden kaçtı. Bildiğim kadarıyla şimdi Avrupa’da yaşıyor.

BİR DÖNEM HALEP

Bu arada Efrîn’de bir boşluk oluştu. 1983 Martından sonbahardaki gidişlere kadar Efrîn’de bir çalışma dönemim oldu. Grubumuzun sorumlusu Ali Ozansoy ve heval Cemal şehir merkezine geçmişlerdi. Halep bizim merkezimizdi, parti açısından önemli bir merkezdi. Merkez komite üyeleri orda üsleniyordu. Bir dönem Halep çalışması yürüttük. Hem sınır hem keşif ve hem de kitle faaliyetleri yürüttük. 7-8 ay orda faaliyet yürüttük. 1983 sonlarına doğru tekrar Kobanê’ye döndüm. 1984’de de ismini verdiğim sehit olan Cemil’le – bu ismini verdiğim değil- Antep, Birecik, Suruç üçgeninde faaliyet yürütüyorduk. O ailesine gidiyor. İkna oluyor ve teslim oluyor. Onun teslim olmasından sonra bizler panikledik. Arkadaşların hazırladığı sığınakları biliyor ve bazı ilişkileri tanıyordu ve bu ilişkileri yeni yeni kurmuştuk. Bu bizi kaygılandırdı. Sığınaklar deşifre olmasın ya da bulunmasın ve de ülkeye dönüşümüzü etkilemesi, deşifre edebileceğini düşündüğümüz aktif ilişkilerimizi geri çekme ve sığınakları geri boşaltmak üzerine tartışma yürüttük. O zaman heval Cuma bizim sorumlumuzdu. O ara Rojhilat’a oradan da Başur’a geçmişti. O dönem geçici olarak Kesire geldi. Bir tartışma yürüttük. Hatırlıyorum dedi ki “Ben kararı veremem, Önderlikle görüşüp size telefonla haber veririm.” Ev telefonları vardı tabii o dönem. Sonradan aradı, gidebilirsiniz dedi. Mehmet Ateş arkadaş o zaman ülkeden gelmişti, hastaydı. Karaciğer rahatsızlığı vardı. Hastaneye yatırmıştık. Ülkede kaldığı için sığınakları biliyordu. Mecbur kaldık, hastaneden çıkardık. Onunla beraber Libya’dan katılmış, akademi eğitimi bitirmiş arkadaşı Adıyaman’a geçirmek amacıyla, üç kişilik grup 9 Mart 1984’te ülkeye giriş yaptık.

DÜRBÜNÜ KAYBETTİĞİMİZDE…

Oradan geldik, ülke grubuyla bir gün sonra görüştük. Bölge sorumlusu Ali Ozansoy’du. Uzun bir hikâye elbette. Çok şey yaşandı. Bazı açıklar verdik. Basit yaklaşımlardan dolayı düşman kontrolü gelişti. Bizi denetime almışlardı. Sonuçta orada kaldık. O aralar korku yaşıyordum aslında. Çıkalım mı çıkmayalım mı tartışmasını yaptık. İşlerimizi bitirmiştik. Talimatları verdik, düzenlemeleri yaptık. Ben ile Hıdır arkadaşın Birecik tarafına geçip, sığınakları boşaltmamız ve ilişkileri almamız gerekiyordu. Yağmur yağıyordu, Hıdır arkadaş hasta olduğu için yarın gidelim, dedi. Ali Ozansoy da kalalım deyince kaldık. Geldiğimiz gecenin sabahı bir dürbünümüz kayboluyor. O dürbün bulunup karakola götürülüyor, karakol harekete geçiyor ve takibe alınıyoruz. Yani düşman bizi fark etmiş durumda. Daha önce de arkadaşların orda olduğu bilgisi gitmiş zaten.

Halfeti Karamezra köyü civarındaydık. Bir sığınaktaydık. İki kişilikti. Biz 3 kişi zor sığdık. Bir de Adıyaman’a gidecek arkadaşın araması yoktu. Sığınakları bize gösterdikten sonra para verip, onu gönderecektik. Arkadaş beklemek zorunda kaldı. Bir derenin içinde daha önce arkadaşların kullandığı bir koyukta kaldık. 1984 yılının 12 Mart’ın da kuşatıldık. Bir çatışma yaşandı. Onlardan ve bizden yaralı vardı. Malzememiz bitti ve yakalandık. 45 gün sorguda kaldım. Kısa bir yargılamadan sonra idam cezası aldım. 1984 Nisan sonlarına doğru Amed cezaevine götürüldüm. Sanırım 1985 Haziran sonrası mahkeme yapılıp idam cezası verildi. Diğer arkadaşa 20 yıl verildi.

İDAMI BEKLERKEN

Bilinsin istiyorum, hiç anlatmadım şimdiye kadar. Düşman ile çatışmada ben yaralandım. Sonradan bir yara daha aldım. O yara düşman mermisiyle değil, düşman küçük silah kullanmıyordu. G3 veya MG3 kullanıyordu. Kolumda 7.65 mermisi çıktı. Çatışma anında yaralarını fark etmezsin. Ondan sonra işkenceye uğrarsın ve yaralarının acısını hissetmezsin. Çatışma esnasında iki kalaşnikof ve bir tabancamız vardı. Sonradan düşman söyledi. Bu yaranın nedeni bizim silahımızla değil, biz 7;65 kullanmıyoruz, arkadaşının silahıyla olmuş diye. Biz arkamızı korumuyorduk, arkadan düşman gelse hiçbir şey yapamazdı, arkamız kötü bir yerdi. Bağlantıyı şöyle kuruyorum. Ben silahı alıp çatışmaya girmeye kalkınca teslim olalım denilmişti. Kızmıştım hatta aramızda bir sürtüşme yaşanmıştı. Öldürme kasti ile değil elbette. Çatışamaz duruma getirmek ve yakalanmamız amacıyla yapılmıştı.

Velhasıl yakalandık, idam cezası aldık. Partiyi ve hâkli mücadelemizi savunduk. Kısa süre sonra yaklaşık bir yıl sonra 1986’da, Yargıtay da idam cezamızı onayladı. 1986 yılı 29 Ekim’de Niğde cezaevine götürüldük. Benim gibi PKK davasından idam ile yargılanmış ve cezası onaylanmış iki arkadaş Urfa Viranşehir grubundan Şükrü Bektaş ve Mehmet Kaya. Onlarla birlikte bu tarihte Niğde cezaevine götürüldük. Orda ilk bir ay demek öyle hesaplamışlar, her an idam edilecekmişiz gibi bir pozisyonda hücreye konularak kapılarımız kilitlendi. Yani muamele idama götürülecek ve idam edilecek kişiler biçimindeydi.

Yani tabii belirgin bir durum çünkü. Bu dönemde 84 atılımı oldu, kıyamet koptu. 1985’te gerilla atılımına karşı misilleme olarak idam cezası uygulandı. Bize yapılmadı. Turgut Özal, başbakanlığı zamanında bu çatışmalar devam ederse idam yaparız dedi ve Türk solundan iki arkadaş idam edildi. O zaman idamlar gündemdeydi. Bizi Niğde’ye götürdüklerinde böyle bir psikolojik ortam hazırladılar. Zaten biz o süreçte idamı bekliyorduk. Çünkü savaş bayağı tırmanıyordu, çok yoğun bir hale geliyordu. Onlar da bitirmek istiyordu. OHAL ilan edildi, koruculuk ve ajanlaştırma geliştirildi. Bölge valiliği yavaş yavaş tartışılmaya başlandı. Bunlar çok yoğun hamle ve saldırıların olduğu bir dönemdi. Bu dönemde gerillanın da yoğun çıkışı ve mücadelesi söz konusuydu. Dolayısıyla bu konjonktür beraberinde tehditleri getiriyordu. Niğde’ye gittikten bir süre sonra, sanki arkadaşların kapsamlı bir eylemi olmuştu. Tabii sonradan bu eylemler çok tartışıldı. Köy baskınları filan…

TÜNEL KAZMAYA BAŞLADIK

O süreçte Turgut Özal ABD’deydi ve oradan bir açıklama yaptı. Biz PKK’lilerin dosyalarını hazırlayacağız ve idamlarını gerçekleştireceğiz. O zamanda PKK davasından idam ile yargılanan çok arkadaş vardı. Ama dosyası Yargıtay’da olup meclise giden dosya sayısı ancak 9-10 kişilikti. Yani yargı süreci bitmiş ve adalet komisyonunda meclis gündemine alınacaktı. Siyasi karar sürecindeydi. Meclis gündemine aldı mı artık cezanın infazı gerçekleşirdi. Ki o dönemde Türkiye’de idam cezası vardı. Bizden, Türk solundan, adli suçlulardan oluşan toplam 200’e yakın dosya yargılama sürecindeydi. Turgut Özal dedi ki, bunları öne alacağız. Ondan sonra gündeme geldi. Bizden Alaattin Akçay, benimle olan iki arkadaş daha vardı. O süreçte basın işlemeye başladı. En somut anlamda orada yüz yüze kaldık.

Biz o süreçte Türk solundan arkadaşlarla bir araya geldik. Sonuçta seni asacaklar. Bizi bir aya kadar tümden kapalı tuttular. Sabahtan akşama kadar müşaade denilen bir bölmenin önündeki koridora –müşaade dört katlı on hücreli bir yer. 4 metre genişliğinde 15 metre uzunluğunda- çıkarıyorlardı. Hücrelerin koridoruydu. Yaklaşık bir ay boyunca bizi koridora, sabah çıkarıp akşam hücrelere alıyorlardı. O zaman bir fırsat doğdu. Biz tünel kazmaya başladık. Yani tünelin kapısını açtık, biraz ilerledik. Bu idam kararına karşı biz de firar etmeye karar verdik. Hücrelerde bulunan ve idam ile yargılanmayanları başka yere götürmüşlerdi o süreçte.  O arada boşluk oldu, ilişkiler sınırlı, her yer kapalı olduğu için böyle bir girişimde bulunacağımızı düşünmemişlerdi. Önceden yattığımız cezaevleri askeri cezaevleriydi. Niğde cezaevi adalet bakanlığına bağlıydı ve sivil gardiyanlar görev alıyordu. Para iş görüyordu burada. Biz de para ile malzeme filan getirtmiştik.

Sonuçta idam edileceğiz ve bu zor bir durumdu. Ama biz bir eylem geliştirmiştik. Nasıl ki bu eylemin temel moral kaynakları varsa, bir idam mahkûmu için de moral kaynakları hayli var. Mesela Önderlik, beraber yol aldığın arkadaşların şehadeti, en büyük moral kaynaklarımızdı. Tabii bu moral kaynakları içerisindeki en büyük şey bu mücadelenin devam edeceğine dair olan inancımızdı. Çünkü biliyorduk eğer ölürsek gözümüz arkada kalmayacaktı. Çünkü Önderlik vardı. Ayrıca diğer sol gruplarla kıyasladığımızda çok avantajımız vardı. Güçlü bir gerillamız vardı, savaş veriyordu ve düşmandan intikam alıyordu. Bunu görüyor ve biliyorduk. Bu muazzam bir güç veriyordu bize. Şunu biliyorduk: Senin arkanda, senin hesabını soracak yoldaşların, partin var.

Yarın: İdama giderken Seyit Rıza’yı düşündük

*Mustafa Sarıkaya 17 Aralık’tan bu yana Strasbourg’da açlık grevinde.

Kaynak: Yeni Özgür Politika