Güvercinler de yas tutar!

Raman ilk cepheye giderken en çok zorlandığı şey çocukluğundan beri beslediği güvercinlerinden ayrılmak olmuştu. Güvercinlerinin bir kısmını annesine emanet etti. Bir çiftinin de çok sevdiği komşularına verdi ve gitti.

Efsaneler hep çok eski tarihlerde aranır. Bugünün efsaneler yaratacağı kimsenin aklına gelmez kolay kolay oysa bu gün tarihin çocuğudur ve her zaman da öyle olacak. Bu yüzden Kürdistan’ın coğrafyası ve insanı hep geçmişini bir muska gibi taşıdı boynunda. Ki insanın geçmişi de gerçekler gibi çok inatçıdır. Gerçek insanın peşini nasıl bırakmıyorsa tarih de aynen öyledir ve insanın gölgesi gibi takip eder insanı. Bu yüzden her insan biraz ülkesinin tarihine ve coğrafyasına benzer.

Cudi dağının yamacında büyüyüp lawikê xeribin bitmez tükenmez yaşam arayışından yoksun olamaz insan. Dicle nehrinde yıkanıp Memê Alan’ın aşkından nasiplenmemek olmaz. Her insan birazda dinlediği masal kahramanı olmaya eğilimlidir. Kulağına nasıl bir ezgi fısıldıyorsa hayat, o ezginin kendisi oluyorsun zamanla. Ne kadar çok içiyorsan tarihin sana sunduğu öz suyu o kadar çok ışıldıyor gözlerin… Anlayacağınız her insanın içinde uyuyan bir masal kahramanı vardır. Gün gelir uyanır içinizdeki kahraman ve kendi efsanesini kendi elleri ile yaratır. Bugün sizlere anlatacağım fidan boylu, melek yüzlü Raman da öyle bir insan işte. Cudi dağının karşısında Rojava’nın Derik şehrinde doğup büyüyen Raman, masal kahramanlarına ve büyük efsanelere aşina kısacık bir ömür yaşadı. Ama dolu dolu yaşadı acıyı da, sevinci de, kimliksizliği de, kendi olma arzusunu da… Gencecik yaşında bir özgürlük cengine tanık oluyordu. Rojava’da devrim dalga dalga yayılınca yüreğinde uyuyan masal kahramanı da uyanıyordu. Elbette ki uyanacaktı boşuna mı onca seyre dalmıştı Cudi’yi. Boşuna mı yıkanmıştı Dicle’nin kirden arındıran ve insanın ruhuna tarihi damlatan sularında. Ruhuna tarih damlayan insan bir cenkte tarafsız durabilir mi hiç. Her gün gözünü yüce bir dağın karşısında açan insan, gerçeklerden kaçıp kavgasız durabilir mi hiç…

Raman da durmadı! Rojava da başlayan devrim dalgası ezilmiş, kimliksiz çocukluğunun hesabını sorma fırsatını sunuyordu avuçlarına. Anlamsız sınırlarla çevrili ve parçalanmış bir ülkenin hesabını soracak kadar öfke birikmişti kalbinde. Bu yüzden kendini devrimin hırçın dalgalarına bıraktı. Akmaktan korkmadan, ırmağını bir deryaya katmaktan çekinmeden… Çok gençti ve yüzü çok çocuksuydu henüz. Ama gururluydu, başkasının askeri değil kendi halkını koruyan bir savaşçıydı. YPG saflarına katıldığından beri hep en ön mevzideydi, gerilerde kalmayı, izlemeyi yediremiyordu kendine. ‘Ateş sıcaktır’ diyenlerden olmak yerine ateşlerin orta yerinde yanmayı daha adil buldu hep. Yaşama pencereden bakmak, kenardan kıyıdan izlemek ona göre değildi. Orta yerinde olacaktı ateşin, orta yerinde olacaktı hayatın.

Raman ilk cepheye giderken en çok zorlandığı şey çocukluğundan beri beslediği güvercinlerinden ayrılmak olmuştu. Güvercinlerinin bir kısmını annesine emanet etti. Bir çiftinin de çok sevdiği komşularına verdi ve gitti. Büyüdükçe büyüdü katıldığı devrim dalgası, artık deryaya dönüşüyordu ve kurak hayatlara akıyordu devrim. Cephede güvercinlerini özleyince annesini arar sorardı. Hala Cudi’ye doğru uçup geri geliyorlar mı, hala Kuzey ve Rojava Kürdistan’ını birbirinden ayıran sınırları geçip geliyorlar mı diye merak edip duruyordu. Raman düşlerini güvercinlerinin kanatlarına takıp uçurduğu için çok seviyordu güvercinleri. Bazen ‘niye bu kadar alıştım bu güvercinlere’ diye kızıyordu kendine. Çünkü özlem mevzide çekilir dert değildi. ‘Bağlanmak kötüdür yaw’ diye mırıldanıyorsa Raman anlardınız ki güvercinlerin özlemi yine ruhuna musallat olmuş. Hol hamlesinin yoğunluğunda mevziden mevziye koşturan Raman artık özgür olmanın ve bir deryada kendine yol bulmanın olgun demlerini yaşıyordu. Savaşın pişirdiği bir genç olmuştu, ayrılığın sevgiyi sınava aldığını, uzaklığın özlem biriktirdiğini yaşayarak öğreniyordu. Günler geçti Hol YPG ve YPJ tarafından özgürleştirildi. Ve tam Hol’un özgürleştirildiği ertesi günü DAİŞ çeteleri büyük bir saldırı yaptılar. Canla başla savunmaya geçen grup içinde Raman da vardı. Saldırılar o kadar yoğundu ki şarjöre mermi koyma zamanı bile yoktu. Raman işte öyle bir cenkte vuruldu. Öyle apansız, öyle hiç beklenmedik bir göç gibi… Ertesi gün Raman’ın cenazesi beş şehit arkadaşıyla beraber doğduğu Derik’e getirilir. Analar ağıtlar eşliğinde yıkar onları, sarıp sarmalar ve tabutlarını bayrakla çiçek ile süsler. Berkevirê’deki Şehit Xebat Şehitliğine doğru yola çıkarılır cengaverlerin naaşları. Raman’ın babası Hüseyin baba, yanında götürdüğü Raman’ın en çok sevdiği bir çift güvercini Şehitlikte gökyüzüne uçurur. Güvercinler gökyüzünde deliler gibi dolanıp durduktan sonra sırayla dizilmiş altı tabut içinde gidip Raman’ın tabutuna konar. Gagalarıyla Raman’ın yara aldığı yeri gagalamaya başlarlar. Kurşunlanan yere her gaga vuruşları insanların içinde fırtınalar kopardı. Başlarını gökyüzüne kaldırıp bir şifa diler gibi tabutun üstünde debelenip durdu güvercinler. Bu güvercinleri böyle gören herkes içinde birikmiş acıyı haykırışa dönüştürür. Toprakla örterler şehitleri güvercinler izler. Toprağa ışık düşer güvercinler izler. Adanmış canlara veda edilir güvercinler izler. Cengaverleri Toprağa emanet edip dağılır herkes. Raman’ın en çok sevdiği güvercinlerinden biri doğup büyüdüğü eve geri gider diğeri ise mezarın başucunda yuvalanır ve hiç ayrılmaz oradan. Günler geçer ama herkes için normal günler, bir tek dile gelmeyen güvercinlerin günleri sırlarla dolu bir halde evrilir başka güne… Aradan tam kırk gün geçer ve kırkıncı günde güvercinlerin biri Raman’ın doğup büyüdüğü evde, diğeri ise Raman’ın mezarı başında can verir…

Bu çağın insanı dostluğun böylesini nasıl anlasın ki… Kırk gün kırk gece ne düşündü bu güvercinler, ne hissettiler kimse bilmedi ve bilemeyecek… Neden mezar başında nöbet bekledi o güvercin, neden diğeri anılarının beşiği olan o eve gitti? Neden aynı günde öldüler? Kırk gün sonra mı ikna oluyor canlı olan can verenin artık gelmeyeceğine. Nasıl ayrılsın ki mezar başından güvercin, bazen bir çığlık duyulsun diye susmak gerektiğini kim anlatırdı o zaman. Belki de bu çoğul aşk duyulsun ve birazcık utansın tekil aşklar istedi, yosunda can bulan bir hücreye yalvardı bunun için belki.

Zihnini ikna etme deminde, soyut bir evrensellik tercihine kanaat getirdi belki.

Sevmediğine inandırdı kendini somut küçük dünyaları, sevmiyorsun ikili somutlaşmaların adil olmayan garipliğini dedi belki kendi kendine. En çok yaşamı sevenler, ölerek öğretiyorlar bize yaşamayı dedi belki usul usul… Birileri sevmeyi bilmediği için ölüyor Ramanlar dedi belki, birileri yaşamayı, bilmediği için ölüyor aşık olduğum dedi belki… Bu gerçekleri bilmediğimizi o anlarda güvercinler bildi belki. Ve hala anlaşılmadıkları için, öleceklerini de biliyorlardı belki… Bilme ve bilmeme girdabı işte, somut ve soyut dualitesi işte, tekil ve çoğul çarpışması işte. Evrensellik ve yerellik sancısı işte… Sorularına cevap bulmadan gelmek, günahtır dediler ve bu yüzden gittiler belki…

...