Kalkan: Herkes HDP’yi desteklemeli, oy kullanmalı, çevresini ikna etmeli

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan: Demokrasiden yana olan tüm güçler, demokratik siyasetin işlemesi için bu seçimde HDP’yi desteklemeli. Herkes çalışmalı, oy kullanmalı, çevresini ikna etmeli.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, “AKP’yi seçimde yenilgiye uğratacak tek güç, tek irade ise HDP’nin başarısıdır. CHP ve MHP’nin bunu gerçekleştirmesi mümkün değil. O halde AKP’ye karşı olan, AKP faşizminden kurtulmak isteyen, Türkiye’nin iç savaşının derinleşmesini ve parçalanmasını istemeyen, “Türkiye’de barış ve demokratik çözüm olsun, sorunlar demokrasiyle çözülsün” diyen herkes, bence 1 Kasım’da HDP’ye destek vermeli. Bu tarihi bir sınavdır. Demokrasiden yana olan tüm güçler, aralarındaki ayrılık ne olursa olsun sonrasında demokratik siyasetin işlemesi için bu seçimde HDP’yi desteklemeli. Herkes çalışmalı, oy kullanmalı, çevresini ikna etmeli" dedi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan Yeni Özgür Politika gazetesinin AKP’nin Rojava politikası ve 1 Kasım seçimlerine ilişkin sorularını yanıtladı.

Rojava’da yaşanan yerel ve uluslararası gelişmelerin AKP hükümeti, hatta Erdoğan’ın tavrındaki etkisi ne olabilir? Türk devleti Rojava’ya somut bir işgali gündemine alabilir mi? 

24 Temmuz 2015’ten itibaren bu süreç değişti. Savaş Bakur’a kaydırıldı. Rojava ve Suriye’de savaş durduruldu. DAİŞ’in daha fazla ezilmemesi, kendisini toparlaması için zemin yaratıldı. DAİŞ kendini toparladığı gibi Rojava Özgürlük Güçleri de kendilerini toparlıyor ve örgütleniyorlar. Büyük bir toplumsal örgütlülük haline geldiler, siyasi güç oldular, sistemlerini kurdular. Dünya güçleriyle ilişkileri gelişti. Bir Rojava Kürdistan gerçeği ortaya çıktı. Bütün dünya tanıyor. Rusya, Amerika, Avrupa tanıyor. Rojava Kürdistan adıyla yeni bir Özgür Kürdistan ortaya çıktı. Şimdi bu durum AKP ve devletin amaçlarına terstir. Onlar da savaşı Bakur’a kaydırıp PKK’ye vurarak, diğer parçalarda Kürt potansiyelini ezerek Rojava direnişini zayıflatmak istiyorlardı. Tersine Bakur’da direniş oldu. Diğer Kürdistan parçaları Bakur’a ve Rojava’ya da destek verdi. Hem Bakur’da Demokratik Özerklik Devrimi gelişim gösterdi hem de Rojava Özgürlük Devrimi daha çok kökleşerek kendisini bir dünya gücü haline, dünya tarafından tanınır güç haline getirdi.

Bu, AKP planlarının bozulması ve yenilgiye uğraması anlamına geliyor. Onun için telaşa düştüler, şimdi tehdit etmeye çalışıyorlar. Rusya’yı, Amerika’yı, Avrupa’yı tehdit ediyorlar. Bu güçlere Türkiye’yi satıyorlar. PYD ile YPG’yi terör örgütü olarak kabul ettirmek için Türkiye’nin bütün imkanlarını pazarlıyorlar. Bu yetmeyince bu sefer de “saldırırız, şunu bunu yaparız” diye tehditler savuruyorlar. Ancak o kadar saldırı güçleri de yoktur ve tehditleri boş tehdittir. Bütün gücünü zaten Kuzey Kürdistan’daki saldırıda kullanıyor. Onu aşan bir güç ile Rojava’ya saldırtması mümkün değildir. Bu tehditler, dış güçleri korkutmaya dönüktür. O, boş ve kof bir kabadayı saldırısıdır. Bütün çeteleri saldırttı ama buna karşı da tüm Kürtler birleşti. Kürt halkının dışında dünya demokratik güçleri de Kobanê’de, Cizîrê’deki demokratik direnişte birleşti. 

Öte yandan eğer AKP ve TC öyle bir şey yapmaya kalkarsa bütün Kürtleri karşısında bulur. Bunu herkes bilmelidir. Kürtler bugün Ortadoğu’da özgürlük ve demokrasi savaşının öncü gücü oldu. Ortadoğu’da faşizme ve gericiliğe karşı Kürtlerin içine girmediği bir savaşın kazanılamayacağı açığa çıktı. Artık bunu herkes kabul ediyor. Rusya da, Avrupa da, Amerika da, Ortadoğu’daki güçler de bunu görüyor ve kabul ediyor. Şimdi herkes Kürt direnişine muhtaçtır. Dolayısıyla Türkiye, Kürtlerle çatışarak akrebin kendi kendisini sokması gibi yapıyor. Gerçekliğe ters bir durumda ve kendi gücünü tüketiyor. Öyle bir saldırı yapamaz. Bu, blöftür, tehdittir ama bugün akıl diye bir şey de yok. Erdoğan ve AKP yönetimi iktidardan düşmelerinden kaynaklı bir çılgınlık durumunu yaşıyor. Bu çılgınlık, her türlü çılgın adımların atılmasına yol açabilir. Bu nedenle yine de tedbirli olmak, hazırlıklı olmak, temkinli olmak lazım.

Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de mevcut çatışma ve savaş durumunun daha yaygın bir iç savaşa evrilmesi potansiyeli görüyor musunuz? 

Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaşananlar mevcut durumda bir iç savaştır. Aslında Kürdistan Özgürlük Savaşı, Türkiye açısından bir tür iç savaştır. Çünkü Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, Kürdistan’ın özgürlüğünü hedeflediği kadar Türkiye’nin demokratikleşmesini de hedefliyordu. Bu bakımdan bir Türkiye iç savaşıydı. 45 yıl önce 1970’te faşizm ve demokrasi arasında başlayan savaşın Kürdistan’da sürdürülmesiydi. 45 yıldır Türkiye’de bu iç savaş gerçeği yaşanıyor. Bu iç savaş 12 Mart 1971 faşist askeri darbesiyle başlatıldı. Faşist güçler el koymak istedi. Mahir Çayanlar, Deniz Gezmişler, İbrahim Kaypakkayalar öncülüğünde güçler, buna karşı direndi. Demokrasi direnişinin bayrağı açıldı. Kürdistan Özgürlük Savaşı, bu demokrasi mücadelesinin ve faşizme karşı savaşın demokratik parçasını ifade ediyor. Faşist güçler Türkiye’de etkinlik sağladılar ama Kürdistan özgürlük direnişini kıramadılar, ezemediler. Kürtler zindanda direndi, dağda gerilla oldu direndi, yurtdışında direndi, sokakta direndi. Türkiye demokrasisinin yenilgiye uğratılmasını engelledi. Demokrasi bayrağını yüksekte tuttu, canlı tuttu. Bu gün de bu bayrağı Kürdistan özgürlük güçleriyle Türkiye demokratik güçlerini birleştirerek zafere taşımak istiyor. Çatışma daha fazla bu temelde yoğunlaşmış durumdadır. Bu anlamda da orta yoğunluklu düzeyde bir iç savaş var.

Bu daha fazla derinleşip yüksek yoğunluklu bir konuma gelebilir mi? Türkiye’nin parçalanmasına gidebilir mi? 

Bu tehlike yok değildir. Türkiye’nin iç yapısı buna uygundur. Çok farklı kimlikler var. Herkes özgürlük istiyor. Mevcut ulus devlet baskısı bu özgürlük taleplerini engelleyecek güçte değildir. Diğer yandan faşist saldırı ve tekçi ulus devlet mantığı, şoven Türk milliyetçiliği bu biçimde dayatılırsa, demokratik güçler kendilerini yaşatmak için tabii kendi etkinlik alanlarını geliştirirler. Bu Kürdistan’da başladı. Demokratik Özerklik mücadelesi bunun bir parçasıdır. Demokratik öz yönetim ilanları bu sürecin başlamasıdır. Eğer bunu dikkate alıp gerçekçi değerlendirip anayasal ve yasal düzeyde demokratik reformları öngören bir değişimi Türkiye yaşamazsa, yerelden demokratik özerklik temelinde halkların, etkin grupların, demokratik güçlerin kendilerini örgütleyip direnişlerini geliştirerek kendi özgür yaşam alanlarını ortaya çıkarmaları zorunludur. Faşizme karşı direniş böyle bir çizgiye oturacaktır. Faşizm bu biçimde daraltılmaya çalışılacak. Faşist dayatma böyle sürerse, demokratik direniş de kesinlikle yerelden öz yönetim direnişi haline gelir ve yayılır, bu da parçalanmaya götürür. İç savaşın derinleşmesinden kastedilen budur. Bu potansiyel var. Karadeniz’deki halkı gördük. “Bize dokunmayın” dediler. Bunu yarın Ege’deki söyler, Akdeniz’deki söyler, Trakya’daki söyler. Kürtler zaten bunu söylüyor. Alevi’si söyler ve bütün farklı kesimler kendi özgür ve demokratik yaşamlarını kurma mücadelesine girer.

Şunu söyleyelim: Türkiye artık bu tekçi, şoven, merkezi diktatörlükle yönetilemez. Demokrasiyi geliştirmek zorunda, farklılıkların kendilerini özgürce örgütleyip demokratik yaşama kavuşturdukları bir sisteme, demokratik özerklik sistemine geçmek zorundadır. Böyle olmazsa Türkiye yönetilemez. Faşist tekçi diktatörlük dayatması sürerse de, direnişle farklı kesimler kendilerini örgütleyip ifadeye kavuştururlar. Bu da iç savaşın derinleşmesi anlamına gelir. Bu giderek gerçekleşebilir. Kürtlere daha fazla dayatma olursa Kürtler birlikten vazgeçebilir. Bu sonuna kadar da sürmez. İlla “Türkiye’de birlik olacağız” değil, Kürdistan’ı ayırmayı isteyen, öngören akımlar hızla gelişebilir. Bu potansiyel çok güçlüdür. Türkiye’de herkes aklını başına almalı. “Biz ne yapsak da Kürtler hep birlik ve barıştan yana olurlar” sanılmasın. Yarın ayrılık ve savaştan yana hale de gelebilirler. Onu öngören örgütler de ortaya çıkabilir. O bakımdan gelişmenin nasıl olacağını, aslında merkezi siyasetin demokratik değişimi yaşayıp yaşamayacağı, demokrasiye evrilip evrilemeyeceği belirleyecek. Gerçekten de kaskatı değişemez durumda mı kalacak? O zaman faşist diktatörlük direnişle mi yıkılıp parçalanacak? Yoksa demokratik reform geçirebilecek mi? 

1 Kasım seçimlerinin mevcut çatışmalı durumun aşılmasına katkısı olur mu? Seçimden bu anlamda bir sonuç çıkması için ne gerekli?

Bu seçim gerçekten farklı bir seçimdir, diğer seçimlere benzemiyor. O bakımdan da ne yapılırsa yapılsın 7 Haziran öncesindeki gibi bir Türkiye ve Kürdistan ortamı yaratılamıyor. Çünkü bu seçim Erdoğan’ın dayatmasıyla oluyor. Erdoğan’la Bahçeli sözde çatışma içine girdiler, özdeyse el ele verdiler. 7 Haziran seçim sonuçlarını yok saydırtarak 1 Kasım seçimlerini gündeme getirdiler. HDP’yle CHP ise bu oyunu bozamadı. Bu oyunu bozacak bir demokratik birliği kendi aralarında oluşturamadılar. 7 Haziran’da halk reddedildiğine göre 1 Kasım seçimlerinde de ortaya koyulan irade reddedilebilir. Bundan dolayı 1 Kasım seçimi şaibeli, şüpheli hale gelmiştir. Öyle bir tas su içer gibi “seçim oldu hoşumuza gitmedi, attık yeniden seçimcilik oynayalım” olmaz. 

7 Haziran seçiminin sonuçlarını kim bozduysa hesabını vermeli. Erdoğan’dan, AKP yönetiminden, Davutoğlu’ndan hesap sorulmalı. Ödeyecekleri bedel var. Onlara siyasi bedel ödettirilmeli. Bunu HDP yapmalı, CHP yapmalı. Toplumun önüne koymalılar. Çünkü toplumun iradesini reddettiler. “Biz, seçilmişlerin yönetimiyiz, atanmışlara karşıyız” diyorlardı, ama seçim iradesini reddeden kendileri oldu. Belli ki kendine demokrattırlar, çıkarlarının demokratıdırlar. Bundan AKP ve MHP sorumludur. Hesap sormak lazım. “Bugün böyle yaparım, yarın yeniden kurarım, herkes bu kararı dinler.” Dinlemez. Kürtler kendi meclisini kuruyor. Diğer halklar da kuracak. Niye? Çünkü Ankara’daki meclisi AKP’yle MHP işletmedi. O meclis çözüm bulmuyor. O halde herkes kendi sorununu çözecek, karar gücü, iradi güç ortaya çıkaracak. İşte meclislerin ilanı böyle ortaya çıkıyor. Ondan sonra da onları bastırmaya çalışıyorlar. Ne hakla? Sen, halkın seçtiği meclisi işletme, ondan sonra kendi meclisini kurup “sorunlarımı çözeceğim” deyince de vur kafasına, “kuramazsın” de. Bu ne biçim bir diktatörlük? Hiçbir faşist diktatörlükte halka bu kadar baskı uygulama yoktur. Siyaseti zayıflatanlar askerliği öne çıkarır. Diktatörlüğü öne çıkartırlar. Ortada hükümet yok, meclis yok. Kim var? Saray var, Erdoğan var. İşte bu diktatörlüktür. Oluşturulan saraylar Saddam’ın saraylarına benziyor. Erdoğan’ın Türkiye’de kurmuş olduğu yönetim, Saddam yönetimine benziyor. Bu, 7 Haziran seçim sonuçları yok sayılarak oluşturuldu. 

İkincisi; 24 Temmuz’da ilan edilen savaş var. Bu savaşın geldiği noktada HDP’nin eli kolu bağlanmış, belediye başkanları, il ve ilçe yönetimleri tutuklanıp hapse konmuş durumda. Anlatırlar ya; Nasrettin Hoca yolmuş tavuğu, “aha şimdi bir kuşa benzedin” demiş. HDP üzerinde uygulanan baskı ve şiddet tam da buna benziyor. Kuşatmaya alınmış, kolu kanadı kırılmış, parçalanmış, ondan sonra, “Gel 1 Kasım’da seninle yarışalım” diyorlar. Böyle seçim olmaz. Bu durum derhal düzeltilmezse, seçim baştan şaibelidir, bunu açık söylüyorum. HDP niye kıyamet koparmıyor, anlamıyorum. Halbuki tüm HDP’liler kıyamet koparmalı. Böyle seçim mi olur?  Dünya kamuoyu bunu görmeli. 1 Kasım seçimleri şu haliyle Türkiye tarihinin en baskıcı seçimi oluyor. 1930’larda, 40’lardaki seçimler bile bu kadar baskıcı değildi. CHP’nin tek başına iktidar olduğu dönemde uyguladığı baskı sisteminden çok daha ağır bir baskı sistemi var. 

Üçüncü olarak, birçok güç “seçime girilir mi, girilmez mi” diye tartıştı. HDP o noktada seyrediyor. Böyle bir durumda seçim kabul edilmeli mi, edilmemeli mi? Anlaşılan o ki kabul etmeyi doğru buluyorlar. Biz de hareket olarak değerlendirdik; bütün bunlara rağmen çok eşitsiz ve baskıcı, adaletsiz bir ortamda olsa da, tıpkı Kobanê Direnişi gibi 1 Kasım seçimini de bir bütün Kuzey Kürdistan direnişi, Türkiye demokratik direnişi gibi ele alıp “AKP faşizmini DAİŞ faşizmi gibi yenmek üzere direnmek lazım” diyerek, ‘eylemsizlik’ kararı aldık. Seçimin zeminini yarattık. AKP’nin baskılarına ve saldırılarına rağmen seçim biraz istikrarlı bir ortamda olsun, demokratik siyasetin önü biraz açık olsun istedik. Demokratik güçlere desteğimiz tamdır. Elimizden geleni yaptık. 

Şimdi 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısının topyekûn özel savaş saldırısı kararı uygulanmakta. Buna karşı Kürdistan ve Türkiye toplumunun tümü topyekûn direniş konumunda. Türkiye toplumu, topyekûn faşist saldırıya maruz, Ankara Katliamı bunu net gösterdi. Dolayısıyla bu faşist saldırganlığa, katliamcılığa karşı topyekûn demokratik direniş gerek. O halde “topyekûn demokratik direnişin bir gereği olarak 1 Kasım seçimini önemsemek ve katılmak lazım” dedik. Tek başına seçim bir şeyi yaratamaz ama “topyekûn direniş içerisinde seçim de bir mücadele yöntemi, siyasi mücadele yöntemi olarak ele alınmalı, kullanılmalı” diyoruz. 

Şimdi 1 Kasım seçimleri tıpkı Saddam dönemi yapılan seçimler gibi oluyor. Türkiye’deki seçim ortamı bireysel diktatörlük rejimlerinin yaptığı seçimlere benzer hale geldi. Böyle de olsa seçimi topyekûn direnişin bir parçası olarak ele almak ve öyle hazırlanmak gerekli. Bütün baskılara rağmen direnerek gerçekleri açığa çıkartmak, 1 Kasım’da Erdoğan’a ve AKP’ye yeniden hak ettiği bir dersi vermek gerekir. 1 Kasım Dünya Kobanê Günü’nde nasıl ki DAİŞ faşizmine karşı demokrasi dersi verildi, demokratik güçler birlik oldu ve faşizmi yendiyse 1 Kasım 2015’te de tüm dünya demokratik güçleri birlik olursa AKP ve Erdoğan faşizmini de yenerler. 

Seçim sonrasında siyasi anlamda ne tür değişiklikler olur?

Bu konuda yeni bazı şeyler söyleyebilirim. Birincisi; seçimde AKP bir kere daha yenilgiye uğratılırsa, AKP tek başına iktidardan düşerse artık yapabileceği bir şey yoktur. 24 Temmuz savaşı başına patlamış, o savaş AKP’yi vurmuş olacaktır. Dolayısıyla savaş durumu ortadan kalkar. Yeni bir demokratik siyasi çözümün önü açılır. Yani 1 Kasım’da demokrasi hareketi yeniden barajı aşarak yeni bir seçim başarısı, sandıkta demokrasi zaferi kazanırsa arkasından demokratik siyasetin önü açılabilir. Türkiye’nin sorunlarını demokratik siyasi yöntemlerle, müzakerelerini geliştirerek çözmenin önü açılabilir. 

İkinci ihtimal olarak; AKP seçimden daha güçlü çıkarsa, bu baskılarla HDP’yi ve MHP’yi baraj altına iter, geriletir ve kendisini çok güçlü hale getirirse ne olur? O zaman da saldırılarını aynı biçimde sürdürmez. ‘Başkanlık’ adı atında bir diktatörlüğü kurumlaştıracak ama aynı biçimde saldırıları sürdürmeyecek. Karşı tarafı ezdikten sonra, 2009’dakine benzer yeni bir ‘açılım’ oyununu gündeme getirebilir. AKP aldatıcı, oyalayıcı politikalar öne sürmeye hazırlanıyor olabilir. En son Almanya Başbakanı A. Merkel ve Davutoğlu görüşmesinde bu sonuç ortaya çıktı. Biz böyle anladık. Bu da bir oyun, AKP hilesi olacak. Öyle bir durumda iç savaşı derinleştirecek, ülkeyi parçalayacak bir çatışma durumu gündeme gelebilir. O bakımdan da iç çatışmayı ve Türkiye’nin parçalanmasını engellemenin tek yolu AKP’yi 1 Kasım’da yenilgiye uğratmaktır. AKP faşizmini, sandıkta bir kere daha yenmektir. 

AKP’yi seçimde yenilgiye uğratacak tek güç, tek irade ise HDP’nin başarısıdır. CHP ve MHP’nin bunu gerçekleştirmesi mümkün değil. O halde AKP’ye karşı olan, AKP faşizminden kurtulmak isteyen, Türkiye’nin iç savaşının derinleşmesini ve parçalanmasını istemeyen, “Türkiye’de barış ve demokratik çözüm olsun, sorunlar demokrasiyle çözülsün” diyen herkes, bence 1 Kasım’da HDP’ye destek vermeli. Bu tarihi bir sınavdır. Demokrasiden yana olan tüm güçler, aralarındaki ayrılık ne olursa olsun sonrasında demokratik siyasetin işlemesi için bu seçimde HDP’yi desteklemeli. Herkes çalışmalı, oy kullanmalı, çevresini ikna etmeli. 

 

Seçim sonrası HDP’nin olası bir koalisyon içinde yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demirel’in bir sözü var, “Doğmayan çocuğa don biçilmez” diyordu. Daha seçim olmadan seçim sonrasında hangi partinin ne yapması gerektiğine dönük bir şey söylenemez. HDP 7 Haziran seçimi sonrasında böyle bir şansı elde etti. Kazanan oldu, imkanı vardı. Öncülük edecekti. Koalisyon içinde yer alma değil, demokrasi koalisyonunu örgütlemekle yükümlüydü, sorumluydu. Yeterince işletemedi, zayıf kaldı. O dönemde tutuk davrandı. Özeleştiri bunun için gerekliydi. Mesela bir fırsat oluştu, kazanım sağlanmıştı, onu demokratik siyaset yönünde yaratıcı bir biçimde değerlendirmek gerekliydi. Fakat o fırsat tam değerlendirilemedi. O siyasi atmosfer, psikolojik atmosfer engelledi. Bazı psikolojik karşıtlıkların düşünce ve siyaset belirlemesi üzerinde çok fazla etkisi olduğunu gördük. Bence bir politik güç böyle olmamalı. 24 saatte siyaset değişebilir, taktik ise birkaç kez değişebilir. Yine Demirel, “24 saat siyasette çok uzun bir süredir” diyordu. Lenin ise “Taktik 24 saatte değişebilir” diyordu. HDP, 7 Haziran seçim sonuçlarına dayanarak, öyle bir siyasi esnekliği gösteremedi. Bu sefer, ondan ders çıkartarak o esnekliği gösterebilmeli. Yani siyaseti anlamalı. 

Tabi, 7 Haziran sonrası gibi bir sonucu elde ederse hatta daha güçlü bir sonuçla çıkarsa koalisyonda yer de alabilir, bir demokrasi koalisyonuna öncülük de edebilir. Değişik partilerle farklı ittifaklara girebilir. İdeolojik duruş, katılık ayrı, politik duruş ayrıdır. Politika çok esnek bir alandır. Öncesinden böyle bazı politik tutumlara angaje olmak ve kendini orada kilitlemek apolitik olmayı getirir. Öyle olmamalı. Hiçbir politik güç öyle bir duruma düşmemeli.