Tahmaz: Barış için acilen Öcalan ile görüşmelerin önü açılmalı

TBM Sözcüsü Hakan Tahmaz: Silahların susması ve ölümlerin durması için Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, müzakere edilebilir bir hale gelinmesi ve her şeyden önce bağımsız bir heyetin İmralı’ya gidip kendisiyle görüşmesi şart.

Türkiye Barış Meclisi (TBM) Sözcüsü Hakan Tahmaz, AKP’nin göz göre göre ülkeyi büyük bir felakete sürüklediğini söyledi. Öcalan ile görüşmenin önemine dikkat çeken Tahmaz, “Bu acıların ve gözyaşlarının dinmesi için yapılabilecek tek bir şey var: O da devletin bugün uyguladığı tecrit politikalarına derhal son verip, Abdullah Öcalan ile görüşmelerin önünü açmasıdır. Öcalan’ın bu süreç hakkında önerisini, düşüncesini ve görüşünü kamuoyuyla paylaşması acil bir durumdur. Şu anda cezaevlerinde açlık grevi 17’inci gününe girmiş durumda. O nedenle tecrit sürdükçe, çözümsüzlük daha da derinleşecek. Silahların susması ve ölümlerin durması için Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, müzakere edilebilir bir hale gelinmesi ve her şeyden önce bağımsız bir heyetin İmralı’ya gidip kendisiyle görüşmesi şart” dedi.

Tahmaz, Kürdistan’da halkın can güvenliğinin kalmadığını, bu koşullarda seçime gidilmesinin mümkün olmadığını sözlerine ekledi.

Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü Hakan Tahmaz, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla ANF’ye konuştu.

Çözüm sürecini buzdolabına koyan geçici AKP hükümetinin savaş konseptini tekrar devreye sokması nasıl okunmalı?

İki yıl aradan sonra tekrar bir savaş durumuna geri dönülmesi bizim ve Türkiye açısından büyük bir talihsizlik. Bu savaş durumu herkesi kaygılandırıyor. 7 yaşında, 12 yaşında çocuklarımız bombayla, kurşunla öldürülüyor. İnsan Hakları Derneği’nin son açıklamalarına göre Bölge’de 16 Haziran’dan bu Cuma gününe olan süre içerisinde devlet tarafından tam 78 sivil katledilmiş. Bu süreçte onlarca köyün, ormanın yakıldığını biliyoruz, güvenli bölge adı altında köyler ve mevkiler insansızlaştırılmaya çalışılıyor, sokağa çıkma yasakları var. Bu manzara Türkiye’nin artık savaş konusunda geldiği noktayı gözler önüne seriyor. Bir nevi 1990’lı yılları tekrar yaşıyoruz. Sanki 2000’li yıllar hiç yaşanmamışçasına tekrar 1990’lı yılların devamını yaşıyoruz.

SANKİ 2000’Lİ YILLAR HİÇ YAŞANMAMIŞ GİBİ

Sanki 2000’li yıllar yaşanmamışçasına diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Şöyle ki, 2000’li yıllarda medyasıyla, sivil toplum örgütleriyle, hükümetleriyle 1990’lı yılların hukuksuzluğunu, despotluğunu sorgulayan bir tutum hakimdi. Silah, çatışma, yok etme üzerine kurulmuş siyaset sorgulanıyor, medya nefret ve ırkçı söylemini sorguluyordu; sivil toplum örgütleri ise olup bitene müdahil olmadıklarını kabul ederek geçmişle yüzleşme tutumuna yönelmişti. Ancak bugün görüyoruz ki sanki bütün bunlar olmamış gibi davranılıyor, insanlar tekrar yerinden, yurdundan ediliyor, o dönemde bunu yapanlar JİTEM ve özel tim iken bugün ise polis yapıyor. Biliyorsunuz ki Başbakanlık bir kararname imzaladı ve bu kararname doğrultusunda 10 bin korucuya statü verileceği açıklandı. Bütün bu politikalar bize ne yazık ki Türkiye’nin tekrar can kayıplarını, hukuksuzluğu, keyfi kuşatmaları yaşayamaya devam edeceğini gösteriyor. 90’lı yıllara nazaran tek bir fark var, o da toplumun büyük bir kesiminin ve son dönemlerde de asker ailelerinin bu savaşı sorguluyor olmasıdır.

DEVLET BASKISINDAN ASKER AİLELERİ RAHAT KONUŞAMIYOR

Siz Barış Meclisi olarak geçen günlerde hayatını kaybeden askerlerin ailelerini de ziyaret ettiniz. Neler yaşandı ve ailelerin mesajı ne yöndeydi?

Biz Barış Meclisi olarak daha önceki çatışmalı dönemlerde asker ve gerilla ailelerini birçok kez bir araya getirmeye çalıştık. Çünkü polisin, askerin ve gerillaların ailelerinin acısı aynı acı ve gözyaşlarının rengi de farklı değil aynı. Biz de bu düşünceyle Siirt’te öldürülen 8 askerden Emre Kaan Artek ve Bahadır Aydın’ın ailelerini ziyaret ettik. Kocaeli Derince’de bulunan Emre Kaan Artek’in ailesini ziyaret ettiğimizde dikkatimizi çeken husus ailenin üzerindeki devlet baskısıydı. Öyle bir tablo vardı ki orada, ailenin etrafı istihbarat ve asker tarafından sarılmış durumdaydı. Biz aileyle konuşurken bile hep bir asker yanı başımızdaydı. Bu durumda aile fertlerinin rahat konuşmasına engel oluyordu. Ancak Bursa’da Barış Annelerinden Güler anne ile birlikte gidip görüştüğümüz Bahadır Aydın’ın annesi çok açık bir şekilde bu acıların dinmesi gerektiğini, hiçbir annenin ağlamaması gerektiğini, bu ortamı sağlaması gerekenin hükümet olduğunu, Ankara olduğunu açıkça beyan etti. İki yıl sonra bu savaşın yeniden başlamasından duyulan rahatsızlığı ifade etti.

Tüm bu tepkilere rağmen geri adım atayan AKP bu savaş konsepti ile neyi amaçlıyor? İki ayda seçime gitmekle sonuçta ne değişecek ki böyle bir savaş konseptine geri döndü?

Ben AKP’nin seçimlerde aldığı yenilgiyi bir yan faktör olarak görüyorum. Esas sorun Türk devletinin, Kürtlerin egemenlik haklarını paylaşma isteklerini kabul etmemesinde yatıyor. Yani devlet Kürtlere “Ben ne dersem o olur. Sizi ancak ben yönetirim. Sizin kendi kendinizi yönetmenize izin vermem” diyor. Devlet ve geçici hükümet, Kürt sorununu bir siyasal sorun olarak algılamıyor, hala Kürtler var ama Kürtler bu haklarını kullanamazlar diye bakıyor. Neden kullanamazlar, çünkü kullanırlarsa bölünülür şeklinde bakıyorlar. Bölünür diye baktıkları şey ise ellerindeki erki, yetkiyi Diyarbakır’daki seçilmiş yöneticilere veya yerel yönetimlere bırakmak istemiyor. Esas egemenliği paylaşmak istemiyor.

DEVLET DEDİN Mİ YASAK, BASKI, ÖLÜM AKLA GELİYOR

Buna karşılık Kürt halkı özyönetim ilan etti. Bu bir halkın en meşru hakkı değil midir?

Tabii ki en meşru hakkı. Ancak geçici hükümet bu meşru talebi kriminalize ederek sanki ikili iktidar yaratılmak isteniyormuş gibi bir algı yaratıyor. Halbuki dünyada benzer sorunları halletmiş bütün ülkeler yerel yönetimler ve kurumları güçlendirerek çözüm bulmuştur. Türk devleti ve AKP geçici hükümeti ise bunu topluma bir bölünme korkusu olarak sunuyor. Siz insanların kendi güvenliğini alma ihtiyacını, yerel yönetimlerini güçlendirme ihtiyacını ve sivil toplum girişimlerini bölünmek olarak gösterdiğiniz an bunun Fırat’ın batısında alıcısı var. Oysa gerçek böyle değil. Bölgede devlet dediğin zaman yasak, baskı, ölüm akla geliyor, Kürt halkı kendini güvende hissetmiyor. Bütün bu yıllar içerisinde sadece iki yıldır rahat nefes alabilen bir topluma tekrar 90’lı yıllar yaşatılıyor.

NE SEÇİM NE CAN GÜVENLİĞİ VAR

Peki bu OHAL koşullarında seçimlere nasıl gidilecek, halk nasıl oy kullanacak?

 Bugün HDP Grup Başkan Vekili “seçimi bırakalım, orada insanların can güvenliği yok” diye açıklamada bulundu. İstanbul’dan bir grup gazeteci sansüre karşı Kürdistan’da geziyor biliyorsunuz. Onların da yazdıklarına baktığımızda kimsenin can güvenliği kalmadığını açıkça görüyoruz. Yine insan hakları ve meslek örgütleri Yüksekova’ya gittiler, içeriye giremediler, Vali, kaymakamlık, özel timler onları ilçeye sokmadı. O nedenle bırakalım seçimi biz, şu anda bölgede herhangi bir biçimde can güvenliği yok. Türkiye göz göre göre büyük bir felakete gidiyor. Can güvenliğinin olmadığı bir ülkede, seçim yapılması mümkün değil. AKP göz göre göre ülkeyi büyük bir felakete sürüklüyor. İnsan haklarının bu kadar ihlal edildiği ve can güvenliği olmadığı bir ülkede sağlıklı seçim sonuçlarının çıkmasını beklemek bence akıl tutulmasıdır. Sonuçta 10 ilde sonuç çıkmadığı zaman bu seçim zaten olmaz. Bu şu anlama da gelir: Tayyip Erdoğan’ın şu andaki tek partili hükümetinin devam etmesi anlamına da gelir. Buradan özellikle Avrupa sivil toplum örgütlerine, Avrupa Parlamentosu’na ve Birleşmiş Milletler’e (BM) çağrı yapıyoruz, bu gidişe mutlaka müdahale etmeleri gerekir. Türkiye‘de insan hakları ve her türlü hukuk ayaklar altındadır. Tayyip Erdoğan, “askerimiz ve polisimiz gelecek seçimlerin 7 Haziran’daki gibi olmasının önüne geçecek” dedi. Bu açıkça HDP’nin baraj altında kalması için askerin fiili durum yaratacağı anlamına gelir. Eğer cumhurbaşkanı sandıklar Ankara’da açılacak derse hiç kimse buna engel olamayacak. Bu kıyametin kopması demektir. Şu anda bütün HDP yöneticileri gözaltına alınıyor, sandık başlarında kim olacak? Asker olacak, polisler olacak. Bu koşullarda insanlar nasıl özgür iradesiyle oy kullanacak? Mümkün değil. Seçimlere iki ay var, ama seçimlerden önce burada insanların can güvenliği yok. Öncellikle insanların yaşamının savunulduğu bir ortam yaratılması lazım.

ASKER VE POLİS AİLELERİNE BÜYÜK SORUMLULUK DÜŞÜYOR

Siz Avrupa ‘ya çağrı yapıyorsunuz ancak özellikle Türkiye’nin batısındaki insanların yaşananlara karşı yeterince seslerini çıkarttıklarını düşünüyor musunuz?

Duyarlı kesimler dışında yaşananlara Fırat’ın batısı büyük bir tepki vermiş değil maalesef. Bunun en önemli nedenlerinden biri devlet ve medya tarafından toplumda bir Kürt ve PKK algısı yaratılmış olmasından kaynaklanıyor. Bu atmosfer hayatını kaybeden askerler üzerinden yaratılıyor. Devlet ve medya topluma sanki barışın önündeki en büyük engel PKK ile Kürtlermiş gibi yansıtarak Kürt düşmanlığını dayatıyor ve körüklüyor. Öyle korkunç bir boyuta varmış ki bu algı, Kürt sorunu dediğin zaman, barış dediğin zaman hemen “ “terörist” olarak algılanıyorsun. Bu devletin ve ana akım medyanın yarattığı bir algı ve ısrarla değiştirilmiyor. Bu şu anlama da geliyor: Devlet her ne kadar yok etme yöntemiyle Kürt sorunu çözülmüyor diye bir tezi kabul etmiş görünse de, soruna yaklaşımını değiştirmeyip eski yöntemlerini sürdürdüğü için Kürt düşmanlığını kurumsallaştırıyor, yaygınlaştırıyor, topluma büyük bir zehir empoze ediyor. Bu oyunun mutlaka Fırat’ın batısı tarafından bozulması lazım. Savaşı durdurmak konusunda en çok da savaşın doğrudan mağdurlarına sorumluluk düşüyor bence. Dünyada bütün savaşları, savaşın mağdurları ya cephede savaşanlar ya da savaşa dolaylı olarak destek verenler durdurmuştur. Bugün burada son bir haftadır asker aileleri “Çocuklarımız niçin ölüyor?” diye soruyor, geçici hükümet de bu ailelerin üzerine büyük bir hışımla gidiyor. Şimdi bu seslerin yükselmesi gerekiyor çünkü savaşı sorgulayanlardır bu savaşı durduracak olanlar.

ACİLEN ÖCALAN İLE GÖRÜŞMELERİN ÖNÜ AÇILMALI !

Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü. Bu vesilesiyle Türkiye Barış Meclisi çağrınız ne olacak?

Bu acıların ve gözyaşlarının dinmesi için yapılabilecek tek bir şey var: O da devletin bugün uyguladığı tecrit politikalarına derhal son verip, Abdullah Öcalan ile görüşmelerin önünü açmasıdır. Öcalan’ın bu süreç hakkında önerisini, düşüncesini ve görüşünü kamuoyuyla paylaşması acil bir durumdur. Şu anda cezaevlerinde açlık grevi 17’inci gününe girmiş durumda. O nedenle tecrit sürdükçe, çözümsüzlük daha da derinleşecek. Silahların susması ve ölümlerin durması için Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, müzakere edilebilir bir hale gelinmesi ve her şeyden önce bağımsız bir heyetin İmralı’ya gidip kendisiyle görüşmesi şart.

ÇÖZÜM OLACAKSA YASAL ÇERÇEVE OLUŞTURULMASI ŞART

Asrın Hukuk Bürosu avukatları olsun, İmralı heyeti olsun, ailesi olsun defalarca görüşme yönünde başvuruları oldu. Ancak hep reddedildi. Geçici hükümetin bu engeli nasıl okunmalı?

Öcalan Dolmabahçe deklarasyonuyla birlikte beklentilerini açıkladı. Görüşmelerin müzakereye dönüşmesi ve bağımsız bir heyet ile birlikte bu müzakerelerin yasal bir zemine kavuşmasını istedi. Devlet ise Öcalan’ın büyük emek harcadığı bu konudaki ısrarcı ve kararlı tutumuna karşı tıpkı Oslo sürecinde olduğu gibi görüşmeleri keserek cevap verdi. Biliyorsunuz Oslo sürecinde de Öcalan’ın beş sayfalık bir yol haritası önerisi vardı, hükümetten cevap beklerken masa devrildi. Çünkü devletin kafasında PKK’yi demokratik siyaset anlamında dönüştürme gibi bir amacı yok, devletin kafasında PKK’yi yok etme, tasfiye etme düşüncesi var. Bunu başaramayacağını anlayınca gerçek niyetini ortaya koydu. Çözüm sürecinde beklentilerinin tersine HDP’nin oylarını yükselttiğini fark etmesiyle, “Silah devreden çıktığında ben bölgede istediğimi yapamayacağım, hegemonyamı kuramayacağım” diyerek savaş için tekrar düğmeye bastı. AKP bunu 2006’da, 2011’de de yaptı. Öcalan bu çifte standarda karşı da “Beni araçsallaştırmayın” derken, aslında “Beni kullanmayın, ben kendimi kullandırtmam” diyordu.

Madem AKP’nin Kürt sorununu çözmek gibi bir düşüncesi yok, hangi masaya dönmekten söz ediliyor?

Çözüm için Öcalan’ın dediği gibi yasal çerçeve oluşturulacak. Üçüncü bir göz de olacak. Görüşmeler ve süreç not tutmakla değil resmi devlet tutanaklarıyla yapılacak. Böyle bir durumda süreç bozulursa tutanaklar ışığında süreci bozan taraf teşhir olur. O nedenle müzakere sürecinin yeniden işleyebilmesi ve tarafların birbirlerine güvenmesi için sürecin yasal zemine oturtulması ve bağımsız bir heyet tarafından sürecin izlenmesi gerekir.