ANALİZ

Özgür Kürdistan işgale karşı mücadeleyi gerektirir

Kürtler bugün Ortadoğu’da aynı zamanda her türlü özgürlük ve demokrasi karşıtı güç önünde de bir barikattır. Çünkü özgür ve demokratik yaşamı esas almıştır. Bu nedenle sadece varlığı bile hegemon ve demokrasi karşıtı güçlere engeldir.

AKP iktidarı Kürt sorununu çözüp demokratikleşerek, demokratik karakteriyle sosyal, ekonomik ve kültürel güce kavuşarak Ortadoğu’da etkili olma yerine, Kürtleri ezip bu temelde hegemonya peşinde koşan bir politikayı tercih etmiştir. Tayyip Erdoğan sonunda niyetinin ne olduğunu “önleyici müdahale stratejisi” denilen Bush stratejisini benimsediğini açıklayarak ortaya koymuştur. Bundan sonra Türkiye için nerede bir tehlike görürse oraya müdahale edecekmiş! Bunun iki boyutu var; birincisi, Kürtleri ezmek, ikincisi Ortadoğu’da hegemon güç olmak! Zaten şimdi “Osmanlı atlılarının nalları nereye basmışsa orası bizimdir” diyerek bu stratejinin hedefini ortaya koymuştur. 

Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları iyi olmuştur. Artık özel savaşın aldatmaları ve demagojileri son bulmuştur. Kürt karşıtı olduğunu ayan beyan ilan ettiği gibi, hem mezhepçi, hem de Arap karşıtı olduğunu da gözler önüne sermiştir. Herkesi yanıma alayım, Kürtleri bu temelde ezeyim politikası da bu çerçevede iflas etmiştir. Hem Kürtleri, hem de bölge ülkelerini karşıya alan ve herkesi ezerim geçerim kabadayılığıyla hareket eden bir faşist güç olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan maskesini indiren Erdoğan’a teşekkür etmek gerekir. 

Önleyici müdahale politikası izleyeceğini, Irak ve Suriye’de süren iç savaş ve IŞİD saldırıları döneminde söylüyor. Aslında ilk önce IŞİD’i maşa gibi kullanıp amaçlarına öyle ulaşmak istiyordu. Hem Kürtleri ezdirecek, hem de Suriye ve Irak’ta IŞİD’in etkin olması temelinde Ortadoğu politikalarında etkin ve inisiyatifli olacaktı. Büyük devletler maşa kullanarak amaçlarına ulaşıyormuş ya, Türkiye de böyle yapmalıymış! IŞİD’le içli dışlı olması ve çok kirli biçimde kullanması bu politikanın sonucu ortaya çıkmıştır. Ancak IŞİD özellikle Kürtlerin direnişi sonucu baş aşağı gidince, bu maşa ile amaçlarına ulaşamayınca,  doğrudan müdahale etme politikalarına yönelmiştir. İşte bunu da önleyici müdahale stratejisi olarak ifade etmiştir. Şimdi Suriye, Irak, Başurê Kurdîstan ve Rojava’ya müdahalesini bu temelde dünyaya ve bölge ülkelerine dayatmaya çalışıyor; hem de arsızca! 

Tayyip Erdoğan “Musul ve Kerkük bizimdir” diyor. Dolayısıyla “Halep de bizimdir” diyor. Bu mantığa göre Şam, Beyrut ve Bağdat da Türkiye’nindir. Zaten Suriye’de savaş başlayınca sabah sınırı aşar, öğlen namazını Emeviye camiinde kılarız diyorlardı. Çıkan ilk fırsatta bu düşünceler dile geliyorsa, bunun arkasında hangi düşünce, hesap ve politikanın olduğunu siz düşünün! 

Sivas ve Erzurum kongreleri olduğunda bu kongrelere o dönemin etkili Kürt aşiretleri de katılmıştı. Kabul edilen milli misakta Türkiye, Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı olarak öngörülüyordu. Yani o zaman Erdoğan’ın tek maddelik anayasa olarak ifade ettiği tek millet, tek vatan, tek bayrak ve tek devlet anlayışı yoktu. Öngörülen devlet de Kürtlerin ve Türklerin ortak devleti olacaktı. Bu ortak vatanda Kürtlerin özerklikleri olacaktı. O zamanki Türk yöneticileri ve Mustafa Kemal’in Sivas Kongresinde kabul edilen bu ilkeleri Kürtleri oyalamak için kullandığı da söylenmekte ve tartışılmaktadır. Ancak Musul ve Kerkük Lozan anlaşmasıyla İngilizlerin egemenliğindeki yeni kurulan Irak’a bırakılana kadar Mustafa Kemal ve Türk yöneticileri Türkiye’nin Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı olduğu ve Kürtlerin özerk yönetime sahip olacağı konularında farklı bir görüş belirtmemişlerdir. 

Lozan’daki anlaşma şu temelde olmuştur: Musul ve Kerkük Irak’a ait olacak, İngiltere bunun karşılığında Türkiye’nin ulus-devlet olarak Kürtleri kültürel soykırıma uğratmasına göz yumacaklardır. Nitekim Lozan’dan sonra Kürtler üzerindeki her türlü baskıya ve bu temelde yürütülen soykırım politikasına göz yummuşlardır. AKP iktidarı da tek millet, tek vatan, tek devlet ve tek bayrak politikasında ısrar etmektedir. Hatta Bismillah-i rahmani rahim denmesi gibi her sözüne bu zihniyetle başlamaktadır. Erdoğan’ın temel ilkeleri, anayasası, hatta inandığı kutsal kitap budur. 

Tayyip Erdoğan tek millet, tek vatan tekerlemesinden vazgeçerek, “Türkiye Kürtlerle Türklerin ortak vatanıdır; bu ortak vatanda Kürtler de kendi dili, kültürü ve kimliğiyle özgür yaşayacak” deseydi, o zaman tarihi dondurarak Tayyip Erdoğan’ın söylediklerinde haklılıklar var derdik. Ama Erdoğan ve AKP iktidarı politikalarıyla Kürtleri yok ederek Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek isteyenlerin bugünkü en ateşli savunucuları haline gelmiştir. Şu anda kurduğu ittifaklarıyla bu amacı gerçekleştirme politikası yürütmektedir. Hatta bu zihniyetin şu anda MHP’den daha fazla savunucusudur. 

Erdoğan ve tüm faşist güçler, daha doğrusu Türk devlet aklı Musul ve Kerkük’ü ve hatta Halep’i Türkiye sınırlarına katarak nasıl ki bugün Bakurê Kurdistan’da Kürtleri zorla, zulümle, asimilasyonla soykırıma uğratma politikası yürütüyorsa, Başurê Kurdistan ve Rojava’yı da Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmeyi hedefliyor. Bu işgalci hegemonyacı ve yayılmacı politikasına da Kürt karşıtlığı ve mezhepçilikle toplumsal destek sağlamaya çalışıyor. Son zamanlarda Türkiye toplumuna seslenmesi bu temelde olmaktadır. Bazı Kürtleri de PKK karşıtlığı üzerinden yanına almaya çalışıyor. Hatta bu konuda mezhepçiliği bile kullanıyor. 

AKP iktidarının Musul ve Kerkük bizim, dahası Kürtler aslında Türk’tür, Türklerin bulunduğu her yer de bizimdir diyerek hareket ediyor. Çünkü Kürtleri ayrı bir halk, millet ve ulus olarak kabul etmiyorlar; tamamen Türkleştirilmesi gereken bir topluluk olarak görüyorlar. Bugünkü politikalar bunun açık kanıtıdır. Bu açıdan AKP iktidarının Kürtleri yok etme, Türkleştirme, tek millet ve tek vatan politikası bu defa Kürtlerin yaşadığı her yere kadar uzatılmış bulunmaktadır. Çünkü Kürtlerin kendi sınırları dışındaki örgütlenmelerini, siyasi irade olmalarını ve bulundukları yerde özgürce yaşamalarını soykırımcı sömürgeci Türk devleti için tehdit olarak görüyorlar. Bu kafaya göre Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerin özgür ve demokratik yaşam iradeleri kendi sınırları içindeki Kürtler açısından ‘kötü örnek’ teşkil etmektedir. Bu nedenle önleyici müdahale politikasıyla Kürtlerin etkili ve özgür olacağı her yere müdahale edilmektedir. Kürtlerin özgür ve demokratik yaşam yapılanmasının geliştiği her yere müdahale ederek ve Musul’da olduğu gibi orada Şii Irak yönetimi hakim olmasın denilerek Kürt düşmanlığıyla birlikte mezhepçiliği de bir müdahale gerekçesi haline getirmişlerdir. Böylece Suriye’de izlediği mezhepçi politikayı başka söylemler ve örtüler altında Irak’ta da yürütmeye çalışmaktadır. Öyle ki, Kürtleri bile kendilerinin mezhepçi politikalarına alet etmek istemektedirler. Böylece şimdiye kadar mezhep çatışmaları dışında kalan Kürtleri de bu politikasının aracı yapıp kendine yedeklemeyi hedeflemektedirler. 

Kürtler Ortadoğu’da Kürt sorununun en doğru çözümünü içinde bulundukları ülkelerin demokratikleşmesinde görmektedirler. Demokratikleşme temelinde sınırların giderek belirsizleşmesini de Kürt birliğinin yeni yolu olarak düşünmektedirler. Bu çerçevede demokratikleşme temelinde Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamının sağlandığı özerklik ya da federal sistemleri en doğru çözüm olarak önlerine koymuşlardır. Başur’da zaman zaman söz edilen bağımsız devletin Erdoğan’ın son söyleminde görüldüğü gibi nasıl bir tehditle karşılaşacağı görülmüştür. Türkiye, demokratikleşme içinde Kürt sorununu çözsün; Suriye, Kuzey Suriye Federasyonu içinde Kürtlerin özerkliğini tanısın; Irak, Kürtlerle yaşadığı sorunları çözüp demokratikleşmesini geliştirerek kalıcı bir çözüm sağlasın; İran, tarihsel olarak eyaletler biçiminde yaşadığı siyasal yapılanmasının içini doldurarak Kürt sorununu çözsün. Kürtler ya da bölge ülkelerinin hegemonyacı tehdit altında kurtulması ancak böyle sağlanır. 

Türkiye Kürt sorununu çözerek demokratikleşme temelinde Kürtler ve diğer halklarla kardeşlik içinde yaşayacağına; hegemonyacı politikayı ve bu temelde saldırganlığı esas almıştır. Demokratik ilişki ve etki yerine, askeri ve siyasi gücü ve baskısıyla etki altına alma ve hegemon olmayı tercih etmiştir. Bunu şimdi de en açık biçimde Başurê Kurdistan’da ve Irak’ta göstermektedir. Şu anda KDP ile ilişkilerine dayanarak bazı yerlerde üsler kurması ve asker bulundurması yetmiyormuş gibi, Başurê Kurdistan’ın kendisine ait olduğunu söylemektedir. Hem askeri güç bulunduruyor, hem de Başurê Kurdistan bizimdir, diyor. Musul ve Kerkük bizimdir denilmesi, Süleymaniye ve Hewler de bizimdir demektir. Bunu hem de Bakurê Kurdistan’da Kürtleri ezerek soykırıma uğratıp Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek isteyen Türkiye Cumhurbaşkanı ve AKP iktidarı söylüyor. 

Bu iktidar Musul’da etkin olduktan sonra Şengal ve sonra da Kandil’e hakim olmayı hesaplıyor. Bu yönlü planlar yapıyor. Bu adımlardan sonra Başurê Kurdistan’ı ilk önce sömürge yapmayı, sonra da soykırımcı sömürge sistemine dahil etmeyi hesaplıyor. Başurê Kurdistan böyle bir tehlike altındadır. Bu gerçeklik sadece toplumsal güçlerin değil, KDP dahil tüm siyasi güçlerin Türk devletinin politikasına karşı çıkmasını gerektiriyor. Başurê Kurdistan’da Türk devletinin askeri varlığına karşı çıkmadan, bu güçlerin bu topraklardan çıkmasını sağlamadan özgür yaşıyoruz denilemez; Başurê Kurdistan’da özgürlüğün kazanıldığı söylenemez. Başur’da Irak askeri varlığı yok, ama Türk devletinin askeri varlığı her yerde var. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, bu askeri varlığı Başurê Kurdistan’ı tek vatan, tek millet sisteminin parçası olarak gördüğü için bulunduruyor. Her yerdeki varlığı kesinlikle Kürt karşıtlığı üzerinedir. Suriye’de de böyle, Irak’ta da böyledir. Bunu anlamamak, kafayı kuma gömmek olur. 

Türk devleti Kürtleri aynı zamanda Ortadoğu’daki hegemonya politikası önünde kendine engel olarak görüyor. Çünkü Kürtler hiçbir halka ve mezhebe düşmanlık yapmak istemiyor. Kürtler bugün Ortadoğu’da aynı zamanda her türlü özgürlük ve demokrasi karşıtı güç önünde de bir barikattır. Çünkü özgür ve demokratik yaşamı esas almıştır. Bu nedenle sadece varlığı bile hegemon ve demokrasi karşıtı güçlere engeldir. Kürtlerin pozisyonu doğal olarak tüm hegemon ve demokrasi karşıtı güçlere karşıyken; hegemonya peşinde koşmayan, özgür ve demokratik yaşamdan yana olan herkesin de doğal müttefikidir. 

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA