Heyecanı paylaşmaya geldik- Roni Eylem

Kürdistan’daki basın çalışanlarıyla dayanışma amaçlı gazeteciler tarafından haber nöbeti başlatıldı. Dönüşümlü bir şekilde Mart ayının sonuna kadar haber nöbeti devam edecek...

Kürdistan’daki basın çalışanlarıyla dayanışma amaçlı gazeteciler tarafından haber nöbeti başlatıldı. Dönüşümlü bir şekilde Mart ayının sonuna kadar haber nöbeti devam edecek. Hem çok zor koşullarda çalışan habercilerin haberi yapılacak. Hem de saray medyasının bölgedeki savaşa dair haberlerinin yalanları ortaya dökülecek. Saray dalkavukçularının yalancı mumları yatsıya kadar bile yanmıyor. Bu kadar yalan üreten bir medya dünyanın başka yerinde var mıdır? Varsa bile Türkiye bu listenin başını çekiyordur. Zira basın özgürlüğü konusunda sınır tanımayan gazetecilerin yayınladıkları raporlarda en son sıralarda yer alıyor.

Haber nöbeti tutacak olan gazetecilerin açıklamaları umut vericiydi. Cumhuriyet gazetesi adına gelen Ayşe Yıldırım’ın JİNHA muhabiri Beritan’ın, heyecanını paylaşmak için geldiğini söylemesi güzeldi. Bilindiği üzere aşırı heyecandan dolayı gözaltına alınmıştı. Faşizm, insana ve hayata dair ne varsa ondan korktuğu için en insani bir duygu olan heyecandan bile korkuyor. Çünkü zalimler sadece acıyı, gözyaşını ve öldürmeyi severler. Öldürmekten zevk alanların yürekleri olmadığı için heyecanları da olmaz. O yüzden yüreksizlerin gözüne, yüreklilerin her davranışı batar. “Kürdistan’daki vahşete gözlerini kapayan Batının, sağırlaşan duvarlarına karşı ses olmaya çalışacağız” diyen Özgür Düşünce gazetesinden Ergun Babahan’ın da mesajları etkileyiciydi. Deneyimli gazeteci Celal Başlangıç’ın “toptan, tüfekten, daha tehlikeli olanın, yalan üreten medya organları olduğu, bunların toplumu zehirlediğini ve toplumun doğru haber alma hakkını engellediğini” söylemesi de oldukça çarpıcı bir tespitti. Yine Bianet, Haberdar, Diken, Etkin haberin muhabirlerinin büyük bir heyecanla bölgeye gelerek, gerçekleri yansıtma istemlerini göstermeleri, sanırız özgür, alternatif basının emekçilerine de biraz nefes aldıracaktır. Umarız bu nöbetin katılımcıları katlanarak büyür. Nihayetinde direnişin ve direnişçilerin çoğalmasıyla zulüm alaşağı edilecektir. O yüzden bu yalancı sistemi her yönlü hedef almak önemli. Yeter ki karşı durma cesaretini gösterelim.

KARGA SES

Saraydaki zalim sadece Sur’a, Cizre’ye, Nusaybin’e, Silopi’ye saldırmıyor. Kendisi gibi olmayan herkesin canına okuyor. En fazla kendisi olmak, kendi kendisini yönetmek isteyen Özgür Kürde karşı saldırısı da ikiye katlanıyor. Hem Kürt hem özgürlükçü olmak onların uykusunu kaçırıyor, kâbusları oluyor. Çünkü saltanatları sarsılıyor. Diktatörlerin temel özelliğidir. Onlar dikte ederler, dikte edilenin de tebaa tarafından uygulanması gerekir. Cılız bir sese bile tahammülleri yoktur. Çünkü orkestranın şefi sadece tekçiliği yönetmektedir. Farklı seslere hemen ok fırlatılmakta hem de herkesin üzerinden buldozer gibi geçilmektedir. Bu koro sadece ve sadece Erdoğan’ın borazanını çalmaktadır. Doğrusu bu ülke bu karga sese nasıl tahammül ediyor, anlamak güç… Aslında kargaları da rencide etmek istemeyiz.

Bazen insan toplum bu kadar baskıya nasıl dayanıyor diye soruyor kendine… Adeta faşizmin elleri toplumun boğazına yapışmış. Ne öldürüyor, ne yaşatıyor. İnsan ve toplum olmaktan böyle çıkarıyor. Kürdistan’da ise sadece katlediyor. Ölüm yaşamın yerine geçiyor. Yaşam tabelaya asılmış, çoluk çocuk, yaşlı demeden her şey kurşuna diziliyor. O kadar büyük bir öfke ki sadece öldürmekle de yetinmiyor. Bedenini parçalıyor, yakıyor, süründürüyor, bunlar da öfkesini dindirmiyor. Ölü bedenleri de günlerce yerde tutarak, “direnirseniz size reva görülen budur” diyor. Leş kargaları gibi üşüşüyorlar, yüzlerine sıçrayan kan izleriyle duvarlara kıyameti resmediyorlar. İstedikleri kadar öfke kussunlar, ölüm saçsınlar, ölümü yenen yüce ruhlular her gün ölümsüzleşerek, özgürlüğü inşa ediyorlar.

TAPARSAN YAŞARSIN

Gözü dönmüş Saraylının saldırmadığı kimse kaldı mı? Akademisyenlerin şahsında toplumun yüzüne tükürdü. Erdoğan’ın koruması rolüne soyunmuş, gözü dönmüş mafya babası Sedat Peker’in kanla duş alma fantezisi de tüyler ürpertici. Bu moloz yığınlarının hepsi Tayyip’in beslemesidir. Meğer koyunlarında yılan besliyorlarmış, toplumun üstüne salmak için… Bu duş alma söylemleriyle topluma korku saçıyorlar. Bu zatın tramvatik halini sürekli ekranlarda göstererek, toplumun yüreğine korku salmaya çalışıyor. Bu korkutma, sindirme yöntemleriyle toplum başkalaşıyor, diktatöre boyun eğiyor.

Medya zaten yerlerde sürünüyor, hali içler acısı… Her gün postallarıyla basıp kanlı methiyeler dizdiriyorlar. Güya medyanın amacı toplumu aydınlatmak… Oysa her gün toplum karanlığa çekiliyor. İsmi Beyazıt soyadı Öztürk olan bir komedyeni bile perişan ettiler. Fazla üzerine gitmesinler diye habire polis çocuğu olduğunu söyleyip duruyordu. Adamcağız yalvardı, yakardı, su yüzüne çıkamadı. Özür dilemekten canı çıktı, yine de kanalını ceza almaktan kurtaramadı. Kanal D iktidarın kıskacında inim inim inliyor. Yemek programlarına, dizilerine bile ceza kesiyorlar. Nedense izdivaç programlarına hiç dokunmuyorlar. Nikâh memurunun Davutoğlu olmasından mıdır bilinmez. Kanal D bu lekeyi ancak ‘Padişahın Sarayı’ adlı bir dizi yaparsa temizler. Her odada bir bölüm çekilse “Yalan rüzgârı”ndan daha fazla uzun sürer. Yönetmen koltuğuna da Davutoğlu’nu oturtmak lazım. Kesin ‘sıfır’ sorun çıkar. Mahsun Kırmızıgül yapsın diyeceğim ama ona da çamur attılar. Umarız aklınız başınıza gelmiştir, Mahsun bey! siz de Beyaz Kürt olmaya doğru ilerliyordunuz. Ne oldu birden. Ne olacak, ya Tayyipinsin, ya toprağın. Tayyip’e itaat etmezsen bitersin. Sarayın kanunları, düsturu bundan ibaret… Bir de öyle bir iktidar ki kendisi akıl tutulması yaşarken herkesi akılsız yerine koyuyor. Güya akademisyenler barış bildirgesini okumamışlar, birileri onları kandırmış, zorla imza attırmış. Mevzu bahis olan akademisyen, toplumun öncüleri, ışık dağıtıcıları. Kendisi sarayda aklını peynir ekmekle yemiş herkesi de öyle zannediyor. Bu vahşete karşı çıkan herkesi -kendisi en büyük terör uygulamasına rağmen- terörist ilan ediyor. Nerden bulup buluşturuyorsa alakasız bir tanımlamayla akademisyenleri de ‘akademik terör’ yapmakla yaftaladı. Hala da akademisyen soruşturmaları devam ediyor. “Benim gibi düşünemezseniz, akademik hayatınıza son veririm” tehditlerinde bulunuyor. Diktatörler herkese akıl dağıtmayı kendilerine hak bellerler. Ne de olsa toplum onlara göre sürüdür, akılsızdır, yardıma muhtaçtır. Akademisyen de, sanatçı da, gazeteci de saraya secde etmelidir. Taparsan yaşarsın, tapmazsan günahkâr olursun, taşlanırsın. Kırmızıgül’ün gördükleriyle de dalga geçmediler mi. Zulümlerini binbir çeşit yalanla yine örtbas etmediler mi? Mahsun Kırmızıgül’ün zulüm var, sözlerine vicdansızlıktan dolayı gözleri kör olduğu için ben zulüm göremiyorum dedi Davutoğlu…

TOPUN AĞZINDAKİLER…

Ya Amedspor’a yapılanlara ne demeli. Yıllarca mafyavari yöntemlerle devlet takımı yapmak istediler, Diyarbakır sporu… Şimdi son tavrıyla Amed Spor olduğunu kanıtladı. Özgücü ve halkın öz desteğiyle ayakta kalan takım “gençler ölmesin maça gelsin, her yer Sur, her yer direniş” dedikleri için ceza aldılar. En yıldız oyuncuları barışsever olduğundan terörist ilan edildi, on üç maç oynamama cezasına tabi tutuldu. Tüm bunlara karşı takımın gösterdiği tavır takdire şayandı. Ne sağcıyım, ne solcu, futbolcuyum deniliyor ya! Anladık futbolcu olmak da kurtarmıyor. Tayyip’e gol atarsan, topun sarayın camlarını kırarsa, bir de sarı, kırmızı, yeşil formalıysan kırmızı kartı almaman mümkün değil.

Onlara da şu mesaj veriliyor. Binali Yıldırım, Kırmızıgül’e sen siyasetten ne anlarsın Amerika’da filmlerini çevir demişti. Arda Turan’ın barış mesajına da aynı anlama gelecek sözler sarfedildi. Dış dünyaya daha fazla rezil olmamak için fazla üstelemediler. Ne de olsa Barcelona’da oynuyor. Dedikleri şu; siz sadece top çevirirsiniz ondan anlarsınız. Siyaseti biz egemen, soykırımcı akıllılar biliriz. Aslında bu dil toplumun tüm kimliklerini, farklılıklarını ötekileştiriyor, yaşatamaz hale getiriyor. Kadına denir ya elinin hamuruyla erkeğin işine karışma. Sadece buradan yola çıkarsak toplumun bir bütünen nasıl karılaştırıldığını görmek mümkün.

Gazeteciler de toplumun diğer kesimleri gibi en fazla topun ağzında olanlardan... Hele bir de saray medyasının teşhirini yapıyorsan, Kürdistan’daki vahşetini gözler önüne seriyorsan, alnına silahı dayarlar, vahşet bodrumunda yaralı halde ölüme terkederler, üzerine kurşun yağdırırlar, kana bularlar, hastane kapısında ellerinde kelepçeyle beklerler. Yine ruh ikizleri DAİŞ’le ortaklıklarını belgelersen, toplumun önüne serersen, çifte müebbetle yargılanır, Silivri’ye sürülürsün. Her halde gazetecilik tarihi bu kadar işten atılan, hakarete uğrayan bir dönem yaşamamıştır. Erdoğan ya muhtarları toplayarak, ya bir açılışı bahane ederek, gözleri iktidardan griye dönmüş, yüzü düşmüş bir halde her gün herkese bas bas bağırarak ayar vermeye çalışıyor. Ayardan düşen nasıl ayar verir ki…

HERKES GÖZLERİYLE GÖRMELİ

Sadece kendini, yaşamını, kendi öz kimliği ve kültürüyle yaşamak isteyen bir topluma neler yapıldığı gün gibi ortadayken, her gün medyanın karşına çıkıp, pişkin pişkin yalan söylüyorlar. Ankara katliamında da milletin karşısına çıkıp, bıyık altından gülmediler mi? 31 sivil insan bodrum katında ölüme terkedildi, 7’si tedavi edilmediği için yaşamını kaybetti, memleketin Başbakanı yaralıların resimleri, ses kayıtları kamuoyuyla paylaşılmasına rağmen böyle bir şey yok diyor. Toplumun aklıyla, duygusuyla dalga geçiyor. Bu gördükleriniz aslında mizansen… Onlar bir yandan çatışma süsü verip katliamı meşrulaştıran bir oyun sahnelerken, diğer yandan da toplumun kandırıldığını söylüyorlar. Troliçeleri, kalemşörleri ise sarayın söylemlerini, uygulamalarını sadece ve sadece teyit ediyor. Hatta daha fazla yaranmak için kraldan daha kralcı kesiliyorlar. Bu durum gazeteciliğin hatta insanlığın dibe vurmasından başka nedir. Evrenin en şerefli mahlûkatı olan insanı böylesine param parça ettikten sonra üzerine Fatiha okumak için bir de bölgeye gitmezler mi… Bu filmi daha önce Rojava’da izlemiştik. DAİŞ ’de Kobanê’ ye girip zaferini kutlamak için Cuma namazı kılacaktı.

O yüzden herkes gidip gözleriyle görmeli. Bizim yerimize görenleri, düşünenleri, yazanları, çizenleri, karar verenleri ortadan kaldırmadığımız sürece kendimiz olmayacağız. O yüzden haber nöbeti eylemi anlamlı ve iyi bir girişim. “Düşürdük, bitirdik, Sırp nişancıları kullanıyorlar, polisimiz, jandarmamız halka şöyle şefkat dağıtıyor, böyle kurtarıyor haberlerine bu memleketin karnı doymamışsa, birileri gerçeğin dili ve sesi olmalı. Vahşet bodrumundaki insanlık çığlığı, Sur’un muhteşem direnişi, Nusaybin’in gözüpek, mağrur kadınları görülmeden gerçeklerin üstündeki perde kalkmaz. Halka şefkat, teröriste kudret edebiyatını yapanlar bitmeye mahkûmdurlar. Önemli olan bu gerçeği toplumun duymasını, görmesini sağlayarak, aradaki saray perdesini kaldırmak. Heyecanla yapacağımız her haber, saraylının eteklerini tutuşturacak. Bir toplumun sanatçısı, futbolcusu, akademisyeni, gazetecisi birleşti mi o toplumun sırtı yere gelmez. Haber nöbetine çıkan gazetecilerin Kürdistan’da yaşanan faşizmi haberleştirerek, fotoğraflaştırarak, ülkenin batısını haberdar etmeleri, inanın iyi haberlere vesile olacak. Tank, top, silah sesleri arasında zor olsa da gerçekleri dile dökmeye değer. Sorun sadece yalan üreten medyanın sözcüsü olmak veya yanında yer almak değildir. Yalanın yerine gerçeği koymayan da bu suçun ortağıdır. Her gün suça bulaştırılmak, suça ortak olmak edilmek isteniyoruz. Heyecanla gazeteciliğin suç olmadığını göstermenin zamanıdır. Hepinize iyi nöbetler…