Kasım Engin’le 1879 Kanun-i Esasiye’den Koçgiri isyanına...

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, Koçgiri Hareketi’nin 17 Haziran 1921’de kanlı şekilde bastırılmasının yıl dönümünde, bu isyana yol açan koşulları ve sonuçlarını değerlendirdi.

ANF’ye konuşan Kasım Engin, Osmanlı’dan Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarına kadar, Kürtler ve Türkler arasındaki ilişkileri hem geliştirilen ittifaklar, hem de örnek gösterilen bazı anayasal düzenlemeler çerçevesinde ele alırken, bugünlerde adı yeniden anılan çete lideri Topal Osman’ın işlediği suçlara da işaret etti. Engin, Koçgiri hareketine götüren koşullardan bahsederken, Kürtlerin 1923 ve 1924’ten itibaren yok sayılmaya başlandığına vurgu yaptı.

KOÇGİRİ HAREKETİ, NEDENİ, SONUÇLARI

17 Haziran 1921 tarihinde Koçgiri Hareketi, Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Milli Müdafaa Güçleri ve Topal Osman çetesi tarafından bastırıldı. Osmanlı’dan Türk Cumhuriyeti’ne, bu isyana yol açan koşullar neydi, nasıl sonuçlandı?

Teşkilât-ı Esasîye KanunuTürkiye tarihin en demokratik anayasalarından biri olarak bilinmekte ve dayandığı tarihi bir arka perde bulunmaktadır.

Osmanlı döneminde Aleviler gibi farklı inanç yapılarına karşı çok sert uygulamalar görülse de Kürtlere karşı şimdilerde bilinen sert ve katı imha ve asimilasyon politikaları –istisnalar dışında-fazla görülmemiştir.

Türklerin Anadolu’yu yurt edinme süreçlerinde sözü çokça edilen 1071 Malazgirt Savaşında Kürtler Türklerin yanında Bizanslara karşı çok aktif bir şekilde yerlerini alarak, bu yurt edinmelerinin yolunu açmışlardı.

Benzer bir şekilde Kürtler Osmanlının Cihan İmparatoru olmasında da ciddi rol oynamışlardı. İdris-i Bitlisi ile birlikte 1514 yıllarında Safevilere karşı Osmanlı'nın yanında yer almaları hem Osmanlı'nın doğuya açılımını sağlamış hem de Mısır’a yönelerek Hilafeti almalarında da ciddi destekleri olmuştur. Nitekim tüm bunların bir sonucu olarak 1516 yılında Osmanlı'nın hazırladığı ve 28 Kürt Begi’nin katılımıyla Amasya’da gerçekleştirilen bir toplantıda Kürtlere Özerklik verilerek bu ilişki pekiştirilmişti. Yapılan bu anlaşma Osmanlı içerisinde bir ilkti.

1876 KANUN-İ ESASİ

1876 tarihli Kanun-i Esasi’de de 1516 Yavuz Selim ile Kürtlerin-1800’lerdeki onca saldırıya rağmen- imzaladıkları özerkliğin izleri görülmektedir. 1876 yılında gerçekleştirilen Kanun-i Esasi katılımcılığa son derece açıktır. Örneğin, Kanun-i Esasi’nin 1. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nun çoklu anlayışına vurgu yapmaktadır. Osmanlı'nın çok dinli, çok dilli, çok milletli toplumsal çoğulcu yapısını esas alan 1. madde önemli bir demokratik nitelik taşımaktadır. “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı (yerleşik şehir ve memleketler) ve eyaleti mümtazeyi (ayrıcalıklı eyaletler) muhtevi ve yekvücut olmakla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez”. Bu bağlamda; Kanun-i Esasi’nin 1. maddesinde geçen “eyalet-i mümtaz (ayrıcalıklı eyaletler)” statüsü yerel özerkliği ifade ettiğinden Kürtleri yakından ilgilendirmektedir. Yine, bu anayasanın çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü anlayışı görülmektedir. Her milletin kendi dilinde eğitim hakkı tanındığındandır ki, birçok halk kendi dilleriyle okulları, gazeteler, dernekleri bu yasaya dayandırarak 1900’lerde açmaya başlamışlardı. Benzer bir şekilde Heyet-i Mebusan’da -yani mecliste- her milliyet, din veya grup, kendi kimlikleri ve ulusal kıyafetleriyle siyasal temsiliyetlerini sağlama imkanına kavuşabilmişlerdir.

Osmanlıda görülen bu yaklaşımı bizler 1919-1922 yılları arasında sürdürülen Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda daha belirgin bir şekilde görebiliyoruz.

OSMANLI’NIN YIKILIŞI VE TÜRK CUMHURİYETİ

1. Dünya savaşına giren Osmanlı devletinin yenilmesi ardından dağılma noktasına geldiği bilinmektedir. Dağılma noktasına gelen Osmanlı enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Kürtlerin de çok büyük bedeller ve emekler verdiğine tarih tanıktır. Bu yönüyle Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda asli bir öğe olarak yerlerini almışlardı.

Osmanlı'nın 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi denilen anlaşmayla Osmanlı'nın önemli oranda hem işgali kabul edilmiş hem de adım adım bu işgal derinleştirilmekteydi. İşgale karşı her yerde direnişler gelişti. Bu direniş merkezlerinden bir tanesi de Kürdistan’dı. Direnişler dağınık ve örgütsüzdü. Mustafa Kemal Kürdistan’da sürdürülen direnişlerin örgütlenmesi durumunda ciddi bir mücadele ile Türkiye geneline yayılabilmesini öngörmüştü. 19 Mayıs 1919 tarihindeki Samsun çıkışı ardından 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimini yayınlaması bu öngörüyü göz önüne sermektedir. Karar halkı örgütleyerek direnişe geçmeyi öngörmektedir. Nitekim Kürdistan’da, Fransız ve İngiliz işgal kuvvetlerine dönük geliştirilen yerel direnişlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkacak örgütlü yapının zafer kazanacağının farkında olduğu için ilk kongreyi Kürdistan illerinden Erzurum’da yapmayı Mustafa Kemal uygun görmüştür.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919’dan 7 Ağustos 1919’a kadar devam ederek, Kongre sonunda bir “beyanname” yayınlanır. Ardından Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılmıştır. Her iki kongreye de önemli sayıda Kürt ileri gelenleri katılmıştır. Her iki kongreye de damgasını vuran yaklaşım işgal kuvvetlerine yönelik verilecek bağımsızlık savaşının Kürt ve Türk halklarının ortak vatanını kurma mücadelesi olacağı şeklindedir. Mustafa Kemal Erzurum ve Sivas Kongreleri ardından Kürdistan başta olmak üzere Anadolu ve kısmen Rumeli’de yerel düzeyde ve dağınık bir şekilde sürdürülen direnişleri örgütlü bir düzeyde birleştirme çabalarına girişir.

Bilindiği üzere esas olarak cumhuriyetin temelleri Erzurum ve Sivas Kongreleri ile atılmıştır. Anayasal nitelikteki belgeler olarak kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongresi Belgeleri, Amasya Tamimi, Misak-ı Milli, 1.BMM Beyannamesi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na bakıldığında Kürtler, cumhuriyetin kuruluşunda kurucu üye olarak resmen kabul edildiği görülecektir. Kürtlerin kurucu üyelik rolü 1921 Anayasası ile parlamento ve yerel yönetimler düzeyinde devletin idari yapısına kadar yedirilmiştir.

'ORTAK VATAN' VURGUSU

Mustafa Kemal ve kurmayları Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından 18 Ekim 1919 günü Amasya’ya giderek Amasya Protokollerini imzalamışlardır. Beş protokolden oluşan Amasya Protokolleri aynı zamanda kurulacak cumhuriyetin sosyal ve siyasal sözleşmesi niteliğine sahiptir. 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklardan “ortak vatan” olarak söz edilmektedir. Devamla; “Kürtlerin etnik ve sosyal haklar bakımından da destekleneceği” belirtilmiştir. İmzalanan protokollerden sonra Mustafa Kemal, Amasya’dan Ankara’ya geçerken bir konuşma yapar. Mustafa Kemal bu konuşmada; “Silah bırakışmasının (Mondros Mütarekesi'nin) yapıldığı gün ordularımız eylemli olarak sınırlarımızda egemen bulunuyorlardı. Bu sınır ordumuzca silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürtlerin oturduğu vatan parçamızı içerir” demiştir. Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmada tarif ettiği ortak vatan sınırı 17 Şubat 1920 tarihinde Misak-ı Milli belgesi olarak onaylanmış ve basına duyurulmuştur.

TEŞKİLAT-I ESASİYE VE ÖZERKLİK

İster BMM’nin kurulmasından önce isterse sonra olsun Mustafa Kemal’in tüm beyanatları Kürtler ile ortak mücadele etmeye dayalıdır. Ortak Vatan anlayışının en fazla yansıdığı belge ise 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet Meclisi toplantısını yaptıktan sonra 20 Ocak 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun kabul edilmesidir.

Öncelikli olarak belirtelim ki BMM’nin isminde Türklük aidiyeti yoktur. Bu esasta, Türkiye’de yaşayan bütün etnik kimliklerin ve toplumsal grupların ortak meclisi olarak kurulduğunu göstermektedir.

Daha önemli olan ise 1921 yıllında oluşturulan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. 24 maddeden oluşan bu anayasanın 14 maddesi yerinden yönetime (özerkliğe) ilişkindir. Anayasayı oluşturan maddelerin yarısından fazlasının yerinden yönetime ilişkin olması anayasanın demokratik niteliğini göstermektedir. Özgürlükçü olması çoğulcu ve yerel yönetimlere inisiyatif vermesinden kaynaklıdır. Kürt halkı başta olmak üzere hiçbir etnik yapının kültürel ve kimliğini yasaklama, daraltma ya da hâkim kılma gibi bir özellikle yüklü değildir. Tekçi-faşizan zihniyeti egemen kılmaya çalışmamıştır. Bu durum 1921 Anayasası’nın 3. maddesinde oldukça net vurgulanmıştır. 3. madde “Türkiye devleti, BMM tarafından idare olunur” hükmüyle çoğulcu yapıyı işaret etmektedir. Zaten mecliste Kürdistan milletvekilleri sıfatıyla Kürtler resmen yer almışlardır. İnkâr diye bir olgudan bahsetmek söz konusu değildir. Bizzat Mustafa Kemal tarafından yapılan bütün konuşmalarda Kürtler için muhtariyet (özerklik) vurgusu yapılmaktadır. Bu maddede ilan edilecek devletin Türk Devleti olması gerektiği yönünde yapılan ısrarlara rağmen, Mustafa Kemal başta olmak üzere birçok üye tarafından kabul görmeyerek Türkiye Devleti olarak kabul edilmiştir.

Çok uzatmadan belirtelim ki, Mustafa Kemal başta olmak üzere oluşturulan Anayasa'da dahil halkların ortak yaşamasını açıkça ifade edilmiştir. Şimdilerde Kürdistan Mebusan denilmesi bir sorunu teşkil etse de, o zamanlar Kürtler Meclise Kürdistan Mebusanları olarak kürsüye çağrılırken, Lazlar Lazistan Mebusanları olarak kürsüye çağrılmaktaydılar.

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Koçgiri İsyanı’na geçmeden önce hemen belirtelim ki bu yıllar Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı’nın bolca tartışıldığı yıllardır. ABD Başkanı Wilson’un 14 maddelik prensipleri her halkın kendi kaderini tayin hakkını öngörmektedir. Mustafa Kemal de sıkça bu prensipleri kabul ettiğini beyan etmiştir.

Örneğin El Cizre Komutanlığı'na yazdığı Çok Gizli ibareli 5 maddelik belgenin ikinci maddesinde, ”milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı gereği Kürtlerin Türkiye idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmeleri ve mahalli idarelerini tamamlamaları” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550) istenmektedir.

WİLSON İLKELERİ VE KÜRTLERİN SUNDUĞU TALEPLER

Tüm bunların temelinde yatan gerçeklik, dönemin kurucu meclisinin Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. Ancak uluslararası sahada olup bitenleri takip eden Koçgiri’deki Kürt aydınları durumun tehlikesini gördüklerinden Wilson İlkeleri’nin uygulanmasını talep etmek için Mustafa Kemal ile Sivas’ta görüşürler. Alişan, Alişêr, Haydar Beg ve Nuri Dersimi Kürtlerin taleplerini yazılı iletirler. 5 talepleri vardır:

“1)-M. Kemal ve arkadaşlarının Kürt Muhtariyeti’ni tanıması,

2)-Cezaevlerindeki tüm Kürtlerin serbest bırakılması,

3)-Kürdistan’dan Kürt olmayan memurların geri çekilmesi,

4)-Koçgiri-Dersim Bölgesi’ne gönderilen ordu kuvvetlerinin geri çekilmesi,

5)-Bu hususlarda Dersimlilere acilen cevap verilmesi.”

FAŞİST ALPDOĞAN VE KOÇGİRİ İSYANI

Bu talepleri Mustafa Kemal alttan alır. Direniş başlayınca Mustafa Kemal Koçgiri üzerine askeri güç gönderir. 1921’de Koçgiri İsyanı’nda - Dersim Tertelesini gerçekleştiren Abdullah Alpdoğan ismindeki faşist kişinin kayınbabası olan Sakallı Nureddin tarafından- 140 Kürt köyü yakılıp yıkılır.

Ancak buna rağmen M. Kemal o yıllarda isyana kalkan tüm Koçgiri aşiret liderleriyle uzlaştığı gibi içlerinden birçok kişiyi önce sürgüne gönderse de daha sonra yeniden çağırarak yeni yapı içerisinde görevlendirmiştir.

Ancak uygulanan yöntemler çok serttir. Öyle ki, Koçgiri’de uygulananlar TBMM’de ciddi ciddi tartışma konusu olur. Yapılan bir iki tartışmayı buraya aldığımızda söylenmek istenenler daha iyi anlaşılacaktır.

Dönemin Sivas Valilerinden olan Ebubekir Hazım Tepeyran: “Ümraniye hadisesi 132 köyün enkazı altında hayli zaman evvel bastırılmıştır. Öldürülen üç yüze yakın nüfustan başka, binlerce masum, ahali açlıktan, sefaletten ölüme mahkûm edilmiştir...” (Kurtuluş Savaş’ı Günlüğü, Zeki Sarıhan)

Erzurum milletvekili Hüseyin Avni ise, “Yıkılan 180 köy”den bahsediliyor. (TBMM Gizli Celse Zabıtları)

Erzurum Milletvekili Mustafa Durak’ın söyledikleri daha vahimdir, “Hükümet adeta bir hırsız çetesi gibi, halkın boğazına sarılmış̧, her şeyini yağma ediyor, götürüyor, vuruyor, öldürüyor, sonra yok ediyor...” (TBMM Gizli Celse Zabıtları)

Erzincan Milletvekili Emin Bey’in dile getirdikleri esasta faşizmin, vahşetin düzeyini çok daha çıplak bir biçimde gözler önüne seriyor, “(Nurettin Paşa) çember altına aldım diyor. Ve tuttuğunu öldürmeye, ırzlara geçmeye, namuslara taarruz etmeye kalkıyor. Rica ederim, hanginiz bu fecayi karsısında sabredebilirsiniz? Buna üç yaşındaki çocuklar bile tahammül etmezler. Ve böyle birşeye maruz kaldığınızda, rica ederim, nasıl karşınıza çıkanlara kurşun atmazsınız? Efendiler, dünyanın hangi yerinde böyle bir hareket görülmüştür ki, babasını bir evladın elinde bir ip, diğer evladın elinde bir ip olarak çektirilerek tam altı saat zarfında bu suretle feciane öldürülmüştür. Rica ederim efendi, sen bu vaziyet karşısında asi olmaz mısın?” (TBMM Gizli Celse Zabıtları)

OSMAN TOPAL VE ÇETESİ

Çok uzatmadan belirtelim ki, Koçgiri’ye yönelim Sakallı Nureddin ile Mustafa Kemal’in Giresunlulardan oluşan muhafız kıtasının komutanı olan Topal Osman ve çetesinin de katılımıyla çok sert geçer. Yukarıda ifade edildiği gibi kimi yerde 180 köyün yakıldığı kimi yerde ise 132 köyün yakıldığı dile getirilir. Yüzlerce insan katledilir. Ancak tüm bu sert yönelimlere rağmen Koçgiri İsyanı’na katılan Ali Şer ve Nuri Dersimi dışındaki tüm kişiler affedilir. Hata kimisi vekil yapılırken kimisi kaymakam kimisi belediye reisi yapılarak affedilir.

Bunların tümünü dikkate aldığımızda Mustafa Kemal’in sorunu bir uzlaşıyla çözmeye çalıştığı görülür. Nitekim daha sonraları Mustafa Kemal’in Topal Osman’ı Koçgiri’de gerçekleştirdiği katliamları da gerekçe göstererek tasfiye etmesi, -ne kadar inandırıcı gelir o ayrı bir mesele olsa da- ancak bu kanıyı daha da güçlendirmiştir.

TOPAL OSMAN BİR ÇETE LİDERİ, KATLİAMCI, HIRSIZ, TECAVÜZCÜ

Topal Osman, Türkiye halklarının sömürgeciliğe karşı geliştirdiği Kurtuluş Savaşı sonrası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Pontus Rumlarının katledilmesinden, Ermenilere dönük katliamlara, Koçgiri’deki hareketin kanlı şekilde bastırılmasından Mustafa Suphi’lerin Karadeniz’de boğdurulmasına kadar pek çok katliamda yeni kurulan rejimin tetikçiliğini yapmış bir isim olmakta. Son günlerde AKP’li Nurettin Canikli yeniden bu ismi anarken kendilerini bu mirasın sürdürücüleri olarak tanımlamıştı. Bu bağlamda Topal Osman’ın temsil ettiği ve bugün de devam etmekte olan zihniyete ilişkin ne söyleyebilirsiniz?

Topal Osman dedikleri ve şimdilerde AKP’nin sahip çıktığı kişi kimdir? Topal Osman bir çetenin lideridir. Hırsızlığı ile, çevrede bulunan Ermeni ve Rum insanlarını vahşice katletmesinin yanı sıra tecavüz olayları ile meşhurdur.

“Osman'ın I. Dünya Savaşı sırasında Ayvasıl köyü ihtiyar heyetinden elde ettiği sahte mazbatayla askerlikten atılmış Yüzbaşı Niyazi Efendi ile birlikte ordudan aldığı buğdayları Panço adlı bir Rum ile birlikte 100 bin liralık sahte bir mazbata ile Giresun Nokta Kumandanlığına satarak halk ve devleti dolandırdığını, Rum ve Müslümanların arazilerini kendi ve akrabaları arasında pay ettiğini, Belediye Reisi iken Müdafaayı Hukuk Riyasetini de ele geçirerek kendi menfaatlerini korumak için millî mücadeleye katıldığını, Koçgiri'den ganimet olarak 60 bin lira değerindeki sığır ve koyunu gasp ederek Giresun'a getirdiğini, başkasının kente kasaplık hayvan sokmasını da engelleyerek fahiş fiyattan para kazandığını, kardeşiyle birlikte hükümetin kentte banka kurmasını engellediğini, 30 bin liraya mal olan bir kereste fabrikasını 1500 altına aldığı gibi çeşitli kötülüklerini anlatmıştır.” (Özhan Öztürk. Pontus: Antik Çağ’dan Günümüze Karadeniz’in Etnik ve Siyasi Tarihi. Genesis Yayınları)

MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ KATLEDİLMESİ

Topal Osman’ın çeteci pratiklerine en iyi örnek Mustafa Suphi’yi ve yoldaşlarını Karadeniz’de katletmesidir. “Mustafa Suphi'leri katleden Kahya Yahya'nın akıbetini aktarmakta fayda var. Kahya Yahya, Trabzon yöresinde bu süre içinde hapis kaçkını ve eşkıyalardan oluşan 1000 kişilik bir kuvvet ile tam bir egemenlik sağlamıştır. İttihatçılarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklanır, ancak K. Karabekir'in araya girmesiyle serbest bıraktırılır. Gözaltında olduğu sıralarda, "Eğer cezalandırılırsam her şeyi açıklarım" diye tehditte bulunur. Bu tehdit M. Kemal'i telaşlandırır. Kendi istihbarat ve şifre subayı İsmail Hakkı Tekçe aracılığıyla Kahya Yahya'yı "kim vurdu"ya getirerek öldürtür ve mesele kapanır. Ancak Topal Osman bu olaydan da haberdardır…

29 Mart 1923'te, parlamentoda Lozan görüşmeleri üzerine yapılan tartışmada M. Kemal'e karşı çıkarak izlenen siyaseti eleştiren Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Ali Şükrü, Lozan'da Türkiye'yi temsil eden İnönü’nün politikasını eleştirmiş, M. Kemal ise, İnönü'yü savunmuştur. Bu sırada sert tartışmalar çıkmış, M. Kemal, Ali Şükrü'nün üzerine yürümüştür.

Araştırmalar sonucu Ali Şükrü'nün işkence edilerek öldürüldüğü ortaya çıkar. Ölüm olayının faili olarak Topal Osman'dan kuşku duyulur ve bu doğrulanır. Ancak Topal Osman suçu kabul etmez…

Bu durum M. Kemal'i rahatsız eder. Çünkü olayın direkt kendisine dayandığının açığa çıkması tehlikesi vardır. Topal Osman tutuklandığında kendisine sahip çıkmamıştır. Bu, Topal Osman'da düş kırıklığı yaratarak tepki biçiminde açıklamalara yönelmesini doğurur endişesiyle M. Kemal, istihbarat subayı eliyle meseleyi halletmeye yönelir.

BAŞI KALMAYINCA, AYAKLARINDAN ASILIR

Yapılan plan gereği M. Kemal kaldığı köşkü gizlice terk eder ve İsmail Hakkı Tekçe bir miktar asker ile köşkü sararak ateş açtırır. Ordudan bir grup askerin isyan ederek M. Kemal'i öldürmek istediğini zanneden muhafız alayı, köşkü savunmaya başlar. Oysa hiç çatışma olmaksızın da Topal Osman'ı tutuklayabilme imkânı vardır. Ancak tercih edilen onun ölü ele geçirilmesidir. Nitekim Topal Osman ağır yaralı ele geçirilir ve daha sonra öldürülür.” (Kürdistan’da Özel Harp)

Bir ilginçlik olarak Topal Osman’ın işlediği suçlara dönük yapılan mahkemede idam kararı alınmasıdır. Ancak daha önce kurşun yağmurlarıyla başı neredeyse kalmayan Topal Osman mezardan çıkarılarak idam edilebilmesi için ayaklarından asılır. İdam kararı böyle gerçekleştirilmiş olur.

Yaşamı böyle baştan sona çetecilikle geçen bir kişiliğin bugünlerde AKP tarafından savunulması, Topal Osman ismi verilerek Giresunlulardan oy istenmesi doğrusu Kişi arkadaşından bellidir” ya da Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim” atasözünden yola çıkarak AKP’nin ve zihniyetinin ne olduğunu açığa vurmaktadır.

İNSANLIĞA KARŞI SUÇ İŞLEYEN ÇETE LİDERİNE SAHİP ÇIKANLAR

Ancak daha acı olan ise Türkiye’de birçok çevrenin insanlığa karşı suç işlemiş olan böylesi bir kişiliği sahiplenmiş olmasıdır.

Örneğin AKP’li Canikli Giresun’da böyle bir tecavüzcünün ismini vererek Giresunlulardan oy isterken, CHP’nin İstanbul Belediye Başkanı Adayı Ekrem İmamoğlu da gerçekleştirdiği bir mitinginde Büyük Millet Meclisi ile Atatürk’ün idam ettirdiği Topal Osman ismindeki bu çeteyi sahiplenmesi, tarih bilincinin yetersizliği kadar, Türkiye tarihinin milliyetçilik ile kirletilmiş olan zihniyet yapılanması ile birebir bağı bulunduğunu da ne yazık ki söylemek durumundayız.

ÖCALAN’IN DEMOKRASİ DEKLARASYONU

Son olarak Sayın Öcalan’ın vurguladığı 1921 anayasasından avukatlarıyla 2 ve 22 Mayıs tarihlerinde yapmış olduğu görüşmelerde vurgulamış olduğu Demokrasi Deklarasyonu’na Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin Koçgiri’den “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim Hamlesi”ne değin devam eden mücadelesinin dayandığı tarihsel arka plan ve bundan sonrasına ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Önder Apo avukatlarıyla 2 Mayıs 2019 tarihli görüşmesinde 7 maddelik deklarasyon içerikli bir açıklamayı Kamuoyuna duyurmuştur.

Önder Apo’nun 7 maddelik Demokratik Deklarasyonu’nda:

”1-) İçinden geçtiğimiz tarihi süreçte derin bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır.

2-) Her türlü kutuplaşma ve çatışma kültüründen uzak, sorunların çözümünde demokratik müzakere yöntemine şiddetle ihtiyaç vardır.

3-) Türkiye’nin ve hatta bölgenin sorunlarını, başta savaş olmak üzere, fiziki şiddet araçlarıyla değil, yumuşak güçle yani akıl, politika ve kültürel güçle çözebiliriz.

4-) İnanıyoruz ki SDG kapsamında Suriye’de sorunların çatışma kültüründen uzak durularak, içinde bulundukları konumu(durumu) Suriye’nin bütünlüğü çerçevesinde anayasal güvenceye kavuşturulmuş yerel demokrasi perspektifinde çözüme ulaştırılması amaçlanır. Bu bağlamda Türkiye’nin hassasiyetlerine de duyarlı olunmalıdır.

5-) Cezaevleri içindeki ve dışındaki arkadaşların direnişlerine saygı duymakla birlikte, sağlıklarını tehlikeye atacak ve ölümle sonuçlandıracak konumlara taşıracak noktaya taşımamalarını önemle belirtmek isteriz. Bizim için onların akli, fiziki ve ruhi sağlıkları her şeyin üstündedir. Ayrıca en anlamlı yaklaşımın zihinsel ve ruhi duruşun geliştirilmesiyle bağlantılı olduğuna inanıyoruz.

6-) Bizlerin İmralı’daki duruşu, 2013 Newroz bildirisinde belirttiğimiz ifade tarzını daha da derinleştirerek ve netleştirerek sürdürme kararlılığındayız.

7-) Bizim için onurlu bir barış ve demokratik siyaset çözümü esastır” demiştir.

Dikkat edersek 1921 yılında kaleme alınan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na daha doğrusu Anayasasına göre Türkiye’de yaşayan halklar bir şekilde kendilerini özerk biçimlerde ifade edeceklerdi. Bu özerklik –zamanının diliyle –Muhtariyet en çokta Kürtler için tartışılmıştı. Öyle ki 10 Şubat 1922 yılında BMM’inde bu Muhtariyet kararı büyük bir çoğunlukla kabul edilmişti.

KÜRTLER TÜRKLERDEN DAHA İLERİ DÜZEYDE BEDEL ÖDEYEREK SAVAŞTILAR

24 maddeden oluşan bu anayasanın 14 maddesi yerinden yönetime (özerkliğe) ilişkindir demiştik. Böylesine bir yaklaşımın esasında Türkiye’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı ruhuna uygunluğu gözler önündedir. Çanakkale’de binlerce Kürdün yaşamını Ortak Vatan Türkiye için ortaya koymalarının yanı sıra Kürdistan’daki Rus, İngiliz, Fransız ve İtalyan işgaline karşı ölümüne direnmenin altında da bu gerçeklik yatmaktadır. Boşuna Kürdistan’ın yani Türkiye’nin doğusunun Kazım Karabekir değil de Kör Hüseyin Paşa tarafından kurtarıldığı belirtilmiyor. Kürtlerin büyük bir özveriyle Ortak Vatan Türkiye’nin işgaline karşı Türklerden çok daha ileri düzeyde bedel ödeyerek savaştıklarını –bugün onca milliyetçi duygulara rağmen-kim inkâr edebilir ki?

Kürtler başta olmak üzere birçok rengin Türkiye’nin işgaline karşı direnişinde tüm halklar kazanmamış mıdır?

Ortak Düşman diye tespit edilen emperyalist güçleri Türkiye’den söküp atma Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna yol açmamış mıdır?

Peki, Kürtlerin onca bedel ödeyerek sergiledikleri direnişleriyle Türkler büyük kazanmadılar mı?

LOZAN’DAN İTİBAREN YOK SAYILAN KÜRTLER

Bunca gerçekler su gibi gözler önündeyken, Lozan’dan başlayarak Kürtlerin yok sayılmaları ardından 1924 yılında hazırlanan Anayasayla Kürtler tümden yok sayılmışlardır. Dilleri yasaklanmış, Türklük ibareleri bu faşizan anayasaya yedirilmiştir. Bunlar yetmemiş İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, Takrir-i Sükûn, İzaleyi Şekavet ve Şark Islahat Planı ile birlikte Kürtlere karşı bir soykırım savaşı başlatılmıştır. Hiç şüphe yok ki Kürtlerin yanı sıra Dindarlara ve Komünistlere karşı da ciddi bir tasfiye süreci başlatılmıştı. Ancak Kürtlere karşı pratikleştirilen tümden fiziki ve kültürel soykırımdı.

Peki Kürtler bu fiziki ve kültürel soykırımı olduğu gibi kabul etmişler midir? Ya da Kürtler onca soykırım uygulamalarına karşı sessiz mi kalmışlardır? Vereceğimiz cevap elbette hayırdır.

PKK İLE ORTAYA ÇIKAN ÖFKE

Kürtler belki 1970’lere kadar bir şekilde seslerini gür çıkartamamışlardır. Ancak içten içe tepkilerini bileyerek 1970’lerden sonra PKK’nin ortaya çıkışıyla birlikte biriktirdikleri tüm öfke ve tepkilerini göstermekte bir dakika bile geri durmamışlardır. Nitekim eğer bugün aralıksız bir şekilde tam 40 yılı aşan bir mücadele -ki bunun ağırlıklı bir bölümünü silahlı direnişle geçmektedir-sürüyorsa, bunun altında yatan en temel neden Kürtlerin 1923 ve 1924’lerden başlayarak yok sayılmalarıdır. Bu yok sayılmalarının zirvesi olan Şark Islahat Planı ile fiziki ve kültürel soykırıma tabi tutulmalarıdır.

Bilelim ki, tabiatın en küçük parçacıkları olarak bilinen atom altı dünyada da hiçbir parça kolay kolay denetime girmeyi, kendisinden vazgeçmeyi kabul etmemektedir. Atom altı parçalarda bile özgürlük arayışı açık bir şekilde görülürken mikro kozmos olarak bilinen insanların özgürlüklerinden vazgeçmeleri, düşünülebilinir mi?

Atom altı parçacıklarda diyalektik böyle işlerken, mikro kozmos olarak tanımlanan insanların, özgürlüklerinden bir milim geri durmaları mümkün müdür?

Ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin oluşumuna onca bedel ödeyerek katılmış olan Kürtler, yok sayılmayı, kendi ülkelerinde yabancı muamelesi görmeyi, dıştalanmayı kabul etmeyip özgürce yaşamı kazanma mücadelesinden bir milim bile olsa geri adım atarlar mı?

Önder Apo’nun Deklarasyonunu bu temelde ele alarak, sömürgeci soykırımcı politikalarından vazgeçilmesini umut ediyoruz.