Kalkan: Eylemsiz demokrasi olmaz

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan: Önder Apo “demokrasinin dili eylemdir” dedi. Eylemsiz bir demokrasi olmaz. Dolayısıyla mücadele ederek, çalışarak bilinç ve örgüt geliştirerek var olacağız ve yaşayacağız.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan; Önder Abdullah Öcalan’ın kamuoyuna sunduğu yedi maddelik deklarasyon ve AİHM’e dönük hazırlamış olduğu savunmalarda Türk-Kürt ilişkilerine dair değerlendirmeleri çerçevesindeki sorularımızı yanıtladı.

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan AİHM savunmasında; “Çok az tarih ilişkisi, Anadolu ve Mezopotamya’da inşa edilen uygarlıklar ve devletlerin tarihindeki kadar kendi aralarında çok önemli bir diyalektiksel bütünlüğü ifade edecek güce sahiptir’’ demiş, 12 Haziran tarihli görüşmede de benzer vurguyu yinelemişti. Öncelikle bize bu diyalektiksel bütünlüğe ilişkin ne söyleyebilirsiniz?

Kuşkusuz öncelikle coğrafi bütünlüğü dikkate almak ve vurgulamak gerekiyor. Anadolu ve Mezopotamya birbirinin uzantısı olan, birbiriyle bütünleşen, birbirini tamamlayan dağlık ve ovalık alanlardan oluşuyor. Önder Apo, Altın Hilal’i tanımlarken de Toros-Zagros eteklerinden söz etti. Toplumsallığın ilk ortaya çıktığı ve geliştiği coğrafya parçası olarak bu alanı tanımladı. Bütün arkeolojik kazılar, tarihsel bilgiler de bu görüşü doğruluyor. Toros silsilesi, yine Karadeniz’deki dağlık silsilesi batıdan-doğuya uzanan bu dağlık hatlar Zagroslarla kuzeyden-güneye kesiliyor. Mezopotamya böyle bir coğrafik düğümü, dağlık sahaların kesiştiği noktayı oluşturuyor. Anadolu ise bu coğrafyanın batıya, Akdeniz’e açıldığı Avrupa kıtasıyla bütünleştiği ya da öyle bir toprak parçasının ortaya çıkardığı köprüyü ifade ediyor.

Toplumsallığın Toros-Zagros kavislerinde ortaya çıkması bu coğrafyanın bitki örtüsü ve iklim bakımından canlı yaşamına ne kadar uygun elverişli olduğunu ortaya koyuyor. Aslında “cennet” olarak tanımlanan coğrafyanın Dicle-Fırat havzası olduğu birçok tarih bilimci tarafından, yine birçok kutsal kitap tarafından açıkça ifade ediliyor. Öncelikle coğrafi bütünlüğü ve bu coğrafyanın temel özelliklerini görmek lazım. Toplumsal diyalektiğin coğrafyayla bağlı olduğunu bu temelde anlamak ve ortaya koymak gereklidir.

Diğer bir özellik ise, bu alanlarda göçebe kavimlerin üretime başladığı, dolayısıyla yerleşik hayata geçtiği bilinen gerçektir. Bu da daha çok kılan-kabilenin iç içe geçmesini, farklı halk topluluklarının iç içe yaşamasını, birçok farklı kültürün yan yana, iç içe ortaya çıkmasını ifade ediyor. Gerçekten de hem Mezopotamya için hem de Anadolu için “Kültürler Mozaiği” deyimi kullanılıyor. Onlarca-yüzlerce dil, kültür iç içe aynı alanda yaşamış birbirini etkilemiş ve beslemiş oluyor. Bu iki coğrafya parçasının birde böyle bir özelliği var.

Kuşkusuz toplumsallığın da yani neolitik devrimin, tarım-köy toplumunun oluştuğu sahada aynı zamanda devletçi uygarlığın da doğuş merkezinin Mezopotamya olduğu genelde de kabul gören bir gerçekliktir. Özellikle aşağı Mezopotamya bu konuda önemli bir saha oluyor. Farklı halk topluluklarının kuzeyden-güneye, güneyden-kuzeye hareketlerinde kesişme sahası da oluyor. İç içe geçme ve yeni kültürel sentezleri de ortaya çıkartıyor. Bunların tümü birer gelişme etkeni oluyor. Sami ve Aryenik topluluklar böyle bir gelişimi ortaya çıkartıyorlar. Toplumsallık bu sahadan çevreye yayılıyor. Neolitik devrimin, kadın devriminin, tarım-köy devriminin etkileri doğuya ve kuzeye yayılıyor. Anadolu önemli bir yayılma sahası ve daha ileri bir toplumsallığın ortaya çıktığı alan olarak görülüyor. Ege kıyıları batısı ve doğusuyla böyledir.

Aynı şey iktidar ve devletçi uygarlık açısından da geçerlidir. Aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkan Sümer iktidarcı-devletçi uygarlığının Mısır üzerinden Akdeniz’e yayıldığı, yine kuzey Mezopotamya’dan doğuya İran-Asya’ya yayıldığı biliniyor. Ama çok önemli bir yayılma hattının da Anadolu’dan Avrupa’ya doğru olduğu; Sümer, Mısır, Babil, Asur uygarlıkları ardından ikinci büyük devletçi uygarlık gelişiminin Grek uygarlığı olduğu; Romen uygarlığıyla da ilk çağın zirve yaptığı bir gerçektir. Bu anlamda iktidar-devlet uygarlığı da Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya oradan da Akdeniz’in kuzey kesimlerine güney Avrupa’ya yayılarak aslında ilk çağın en üst aşamasını ortaya çıkartıyor. Böyle bir tarihsel bütünlükte var.

Benzer durum göçebe halklar açısından da görülebilir. Kürtlerin bu alanda özellikle Mezopotamya’dan kuzeye-güneye-doğuya doğru genişledikleri Med kabile ve aşiretlerinin neredeyse Ortadoğu’nun her tarafına yayıldığı, Huri kavimlerinin birçok alanı kapsadığı yine tarihçiler tarafından tespit edilen, doğrulanan bilgiler kapsamındadır.

Türk göçünün de böyle bir coğrafya üzerinden olduğu bilinen bir gerçektir. Orta Asya’dan gelen ve uzun süre Zagrosların doğu yakalarında İran içlerinde Selçuklular adı altında uygarlaşan topluluklar daha sonra Arap sahasına Irak’tan, Mısır’a kadar yayılıyorlar. Böylelikle çeşitli devletlerin içine girerek, yine kendine özgü devletler de geliştirerek belli bir uygarlaşma sürecinden geçiyorlar. Daha sonra güneyden-kuzeyden bir güçle bütün Mezopotamya’yı yarıp Anadolu’ya geçtikleri ve Bizans’a karşı mücadele içerisinde Anadolu’yu yurtlaştırdıkları da bilinen bir gerçektir. Nasıl ki, Huri kabile ve aşiretleri Med yapılanması içerisinde yurt tutma, halklaşma mücadelesi veriyorlarsa ve Kürt halklaşması öyle oluşuyorsa aslında Orta Asya’dan gelen Türkmen kavimlerinin Bizans’a karşı birkaç yıllık mücadelesiyle Anadolu’da yurt tutma ve Türk halklaşmasının gelişmesi de gerçekleşiyor. Böyle bir şeyde dayanak Mezopotamya’dır. Bir kısmı Kürtlerle iç içe Mezopotamya’nın içinde de kalıyorlar. Diğer kavimlerde var. Böyle bir dayanak içerisinde Anadolu’da yeni bir halklaşma özellikle de devlet egemenliği altında önce beylikler daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu diye tanımlanan devlet yapılanması içerisinde ortaya çıkıyor.

Anadolu ve Mezopotamya diyalektiğini anlamak isterken bütün bu açılardan bakmak lazım. Dikkat edilirse birbirini bütünleyen, birbiri ile çok sıkı ilişkili olan bir yapıdır. Coğrafi bütünlük var. Bu bütünlük buradaki halk toplulukları arasında, kültürel yakınlıklar, benzerlikler, ortak yaşam anlayışını çok fazla oluşturuyor. Tarih gerçekten de burada halkların birbiriyle kardeşçe birbirini tamamlayan, besleyen temelde ortak olarak yaşadıkları, bu coğrafi imkanları birlikte paylaştıkları, bu güzelim havayı kardeşçe birlikte soludukları bir saha oluyor. Böyle görmemiz ve anlamamız lazım.

 

Kürt Halk Önderi savunmasında; “Geleneksel Anadolu ve Mezopotamya bütünlüğü bilinçli olarak, hem de birbirlerini inkâr ve karşıtlık temelinde parçalanmıştır. Bütünlük faşist tek tip yaşama kurban edilirken, bütün farklı kültürler de inkâr ve imhaya yatırılarak yokluğa terk edilmişlerdir’’ şeklinde değerlendirmişti. Burada bahsi geçen bilinçli olarak birbirlerini inkar ve karşıtlık temelinde parçalanma durumuna ve hangi amaca-kimlere hizmet ettiğine ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Bu parçalanmanın iktidarcı ve devletçi uygarlıkla kopmaz bağı var. İlkçağ ve Ortaçağ’da İmparatorluklar biçiminde şekillenen devlet yapıları böyle bir rol oynuyorlar. Bu coğrafyayı, coğrafya üzerindeki kültürleri, halkları bölüp parçalamaya çalışıyorlar. Ancak imparatorlukların şöyle özellikleri de var: Cihan imparatoru olmak istiyorlar, bütün uygarlık sahalarını kendi egemenliklerine almayı öngörüyorlar. Yani bir genişleme, yayılma ve bütünlük yaratma yönleri var. Bu nedenle parçalayıcı olmakta biraz sınırlılar, daha fazla yayılma ve bütünleştirmeyi öngörüyorlar.

İkincisi ise, yayılabilmek için de yerel dilleri, kültürleri, halk toplulukları, yerel yaşamı, kabile-aşiret-kavim oluşumlarını biraz dikkate alıyorlar, onlarla bir biçimde uzlaşma yaratıyorlar, yaşamalarına bir düzeyde izin veriyorlar. Kuşkusuz tahribatları bölüp parçalayıcıkları var, ama bir yerde sınırlı kalıyor. Dilden ve kültürden kaynaklı olarak katliamlar da yapıyorlar. Özellikle “Moğol İstilaları” denen oluşumlar gibi bazı katliamcı, askeri güçler var. Bu tür güçlerin ağır katliamları var, ama genelde belirttiğimiz özellik geçerlidir.

Bunun değişimi kapitalist modernite çağıyla bağlantılıdır. Kapitalizm çağı aslında imparatorlukların son bulduğu, ulus-devlet sisteminin geliştiği çağ ki, bu bölünme ve parçalanma ulus-devlet ideolojisi tarafından gerçekleştiriliyor. Böyle bir ideoloji devletleşiyor, askerileşiyor, ekonomik temelini oluşturuyor. Aslında bireyi ve toplumu devletleştirmeyi öngörüyor. Devleti toplum ve birey haline getirmeyi, toplumun ve bireyin bütün yaşam gözeneklerine kadar indirmeyi öngörüyor. Bu da dil, din, mezhep, kültür farklılıklarını öne çıkartıyor. Daha önceki dönemlerde toplumsallığın etkili olduğu, dolayısıyla farklı kültürlerin kardeşçe yan yana yaşadığı düzen bozulduğu gibi, o imparatorlukların yereli dikkate aldığı düzen de bozuluyor. Bir dilin egemenliğinde diğer dillerin yok edilmesi çağı başlıyor. Bu bölünme ve parçalanma kapitalist modernite sisteminin devlet ulusçu ideolojik-politik çizgisi temelinde yaratılıyor.

Bunun 1. Dünya Savaşı’nda Alman-Osmanlı ittifakı içerisinde faşizme vardığı, faşist-sömürgeci ve soykırımcı bir zihniyet ve siyaset olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Bu önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde yaratıldı. Daha sonra Anadolu’da Kemalizm, Avrupa’da Hitlercilik olarak 20. yüzyılın ilk yarısında hüküm sürdüler. Aslında siyasi-askeri olaylara damgasını vurdular. Faşizmin temel karakteri savaş ve soykırımcılıktır. Üstün dil, üstün kültür, bir dilin bütün diğer dillere hakimiyeti, saf bil dil yaratma hedefiyle diğer dil ve kültürleri kendi egemenliğini tek kılabilmek için yok etme zihniyeti ve siyaseti oluyor. Bunu yaratan kapitalist modernitenin ulus-devletçi çizgisidir. Her ulusa bir devlet, her ulusun devletinin tek dil, tek tarih, tek devlet, tek toplum biçiminde her şeyi tekleştiren, kendinden başka bir şeyi kabul etmeyen faşist baskı, terör, katliam zihniyeti ve siyaseti bütün bu parçalanmayı ortaya çıkartıyor. Bu neyin çıkarına yapılıyor? Buradan sömürü yapılıyor. Birey ve toplum yok ediliyor ve her şey devletleştiriliyor, devletlerin hizmetine koşuluyor, devletin toplum ve birey üzerinde tam bir hakimiyeti ve egemenliği gelişiyor. Bu da en ileri düzeyde sömürüye yol açıyor. Birey ve toplum adına her şey yok ediliyor, devlet her şeye hükmediyor. Devletin hükümranlığı adı altında da devleti elinde tutan güçlerin tüm imkanlara el koyması, tekelleşmesini ortaya çıkarıyor. Aslında bu tekelcilik diktatörleri ortaya çıkartıyor. Bütün dünyayı kendi denetimine almak, herkese hükmetmek anlayışını arzusunu taşıyan diktatörlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Hitlercilik böyle bir düzeye varmıştı.

Bu noktada da kuşkusuz en çok toplumsallığın ve devletçi uygarlığın tarihsel olarak geliştiği sahalar böyle bir yarılmanın merkezi yapılıyor. En kanlı katliamcı çatışmalar toplumların, farklı dil ve kültürlerin iç içe birlikte kardeşçe yaşadığı sahalar oluyor. Ulus-devlet milliyetçiliğinin olmadığı dönemlerde iç içe kardeşçe yaşayabilen, komşu olarak farklı dillerin, dinlerin bir arada yaşamasının mümkün olduğu durumlar ortadan kalkarak homojen tek dil, tek inanç, tek mezhep, tek kültür, tek insan biçiminde aslında birey ve toplumun yok edildiği, her şeyin robotlaştırıldığı, devletçi maddiyata boğulmak istendiği bir tarihsel süreç geliştirilmek isteniyor. Bütün bunlar da sömürüyle, tekçi egemenliklerle, diktatörlüklerle bağlantılıdır.

 

Öcalan; “Cumhuriyet tarihi boyunca aynı komplocu ve inkârcı zihniyet tarafından dayatılan asimilasyonist, kültürel soykırımcı yöntemler de gönüllü olduğu kadar belirleyici tarihi değeri olan ve ilk Anayasada (1921) da belirlenen statüyü geçersiz kılamaz’’ değerlendirmesi yapmıştı. Aynı savunmada Öcalan; “(Kürtler)ulus-devletlerin çatısı altında yaşamayı ancak demokratik özerk yönetimlerinin tanınması şartıyla kabul ederler. Bu yaşam tarzı devletlerin federal veya konfederal temelde düzenlenmesi anlamına da gelmemektedir. Devletlerle bu temelde anayasal uzlaşmaya gidilmemektedir. Toplumun demokratik özerk yönetiminin tanınması temelinde ‘demokratik anayasal uzlaşma’ya gidilmektedir. İkisi arasında köklü farklar vardır” şeklinde vurgu yapmıştı. Bu bağlamda 1921 Anayasası’nda belirlenen statü ve  Kürt Halk Önderi Öcalan’ın vurguladığı demokratik anayasal uzlaşıya ilişkin söyleyecekleriniz nelerdir?

16-17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen kapitalist ideolojik-siyasi yapılanmanın sürekli Ortadoğu üzerinde baskı yaptığı, 19. yüzyılda bu baskının çok ileri düzeylere ulaşarak Ortadoğu’nun kıyı alanlarında savaşlara yol açığı, birçok alanı Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopardığı biliniyor. Böyle bir yayılmanın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde 1. Dünya Savaşı’na dönüştüğü, bu savaşın temel alanının da Ortadoğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları olduğu, savaşın aslında Osmanlı topraklarının kapitalist modernite sistemi tarafından ele geçirilme, fethedilme savaşı olduğu bilinen bir gerçektir. Böyle bir savaş durumu kapitalist modernite sisteminin ulus-devletçi zihniyetini, ideolojik-siyasi duruşunu en keskin hale getiriyor.

Bunun zirvesi, savaşçı ve soykırımcı faşist zihniyet ve siyaset olduğunu belirttik. İttihat ve Terakki yönetimi altında bu zihniyet ve siyaset devlet tarafından savaş ve soykırım içerisinde oluşturulmaya çalışılan bir Türk milliyetçiliği konumunu alıyor. Binlerce yıldır kardeşçe iç içe yaşayan dilleri, kültürleri, tarihleri yok ederek katliamlarla, sürgünlerle, asimilasyonlarla, kültürel soykırımlarla yok ederek burada bir Türk uluslaşması, tek tip bir Türk milliyetçiliği, Türk milletleşmesini yaratmayı öngörüyor. Bu da Mezopotamya ve Anadolu’da var olan belli başlı dil ve kültürlere düşmanlık yapma, onlar üzerinde soykırım yapma temelinde gelişiyor. 1. Dünya Savaşı içerisinde gelişen Ermeni soykırımı, Asuri-Süryani soykırımı, Kürt soykırımı, Rum soykırımı daha sonraki süreçte de devam ediyor. Temelde bu dört dil ve kültür olmak üzere esasen Mezopotamya ve Anadolu’da var olan bütün dil, kültür farklılıklarının Türklük içerisinde yok edilmesi temelinde bir milliyetçi saldırı bunlara karşı yürütülüyor. Bunu biz net olarak biliyoruz.

1. Dünya Savaşı sonunda böyle bir zihniyet ve siyaset ile ortaya çıkmış olan güç yenilince, şaşkınlık ve arayış ortaya çıkmış oluyor. Bu yenilgiye karşı, kendini yenilgiden kurtarmayı öngören hareketler gündeme geliyor. Kemalist hareket, bunların başında gelen harekettir. İlk yenilginin en başta yaşandığı Anadolu’da öyle bir yeni karşıt hareketin gündeme gelmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Daha sonra Almanya’da örneğin Hitlercilik onu daha çok tamamlayan oluyor. Kemalizm; Anadolu ve Mezopotamya’da hakimiyet öngörürken, Hitlerciliğin 1. Dünya Savaşı içerisinde Alman emperyalizminin öngördüğü dünyayı fethetme zihniyet ve siyasetini yeniden gündeme getirerek bunu 2. Dünya Savaşı biçiminde gerçekleştirmek istediğini biliyoruz.

Kemalist hareketin böyle bir ortamda doğuşu sürecinde kendisini var edebilmesi için ortaya koyduğu ideolojik-politik yaklaşımlar var. Özünde İttihat ve Terakki’nin bir mezhebi ve türevidir. Onun içinde bir grup olarak doğmasına rağmen, yine o zihniyeti ve siyaseti kendisi de esas alıyor olmasına rağmen başarılı olabilmek için İttihat ve Terakki’nin siyasi-askeri hatalarından ders çıkartıp ondan farklı davranmayı gerekli görüyor. Burada da en önemli nokta; İttihat ve Terakki’nin serüvenci, Orta Asya’ya kadar yayılan, bütün Türklük alanlarını -ki dünyayı fethetme hayalleri güden yaklaşımlar yerine biraz daha realist ayaklarını yere basan, bu temelde kendisine bir yurt tanımlayan özelliği oluyor. Buna da “Misak-ı Millî” deniliyor, yani milli sınırların belirlenmesi oluyor. Amasya’da sonra Sivas ve Erzurum kongrelerinde bu sınırlar, Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı coğrafya parçası olarak çok somut olarak tanımlanıyor. Misak-ı Millî’nin çerçevesi budur. Böyle bir alanda yenilmiş imparatorluktan yeni bir hareket yaratıp muzaffer olabilmek için biraz Osmanlı devletinin kalıntılarını esas aldığı, özellikle ordu gücüne dayandığı gibi, topluma da dayanmak, farklı dil ve kültürlere, toplumsal kesimlere dayanmak durumunda kalıyor. Özellikle Kürt aşiretlerinin, kabilelerinin desteğini almayı başarılı olabilmesi için zorunlu görüyor. Türklerin Anadolu’ya gelişlerini inceliyor, 1071’de Malazgirt kapılarının nasıl açıldığına bakıyor. 9-10 ve 11. yüzyılda Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya nasıl geçildiğine bakıyor. Tarihte “Türk akımları şöyle güçlüydü, İslam’ın kılıcı oldu, Bizans’ı şöyle vurdu geriletti ve Avrupa’ya girdi. İstanbul’u fethetti…” deniliyor, ama bunu Arabistan’a ve Kürdistan’a dayanarak yaptı. Irak’tan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan, Kürdistan’dan aldığı güçle sırtını oraya dayayarak Bizans’a karşı savaştı. Bunu görüyor.

Arkasından Yavuz Selim’in devleti imparatorluk haline getirirken Mercidabık ve Ridaniye’deki savaşlarına bakıyor, ordusunun büyük bölümü Kürtlerdir, Kürtlere dayanmazsa adım bile atamayacaktır. Mustafa Kemal’in siyasi dehasını burada görmek lazım. Belli bir tarih bilinci var, bunları değerlendirerek tekrar esasta Kürt varlığına da dayanarak yıkılmış bir imparatorluğun enkazından yeni bir devlet, egemenlik sistemi yaratmaya çalışıyor. Bunun için biraz daha katılımcı ve herkese yer vermesi gerekiyor. 23 Nisan 1920’de Ankara’da meclisi açarken Amasya’dan, Sivas’tan, Erzurum’dan aldığı kararları orada yeni bir iktidar sistemine dönüştürmek istiyor. Dayandığı şey de Misak-ı Millî’dir. Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı kendi egemenlik alanı olarak ilan ediyor. Orduyu yeniden düzenleyip ona dayandığı gibi, bütün toplumsal kesimlerin desteğine de dayanmayı zorunlu görüyor.

Birinci Meclis, 1921 Anayasası bu esas üzerinde oluşuyor. Her toplumsal kesimin temsilcisi var. Kürdistan’dan, Lazistan’dan değişik dil ve kültürlerden, halklardan temsilciler geliyorlar. Gerçekten de Misak-ı Millî olarak tanımlanmış sınırlar içerisinde herkesin kendisini temsil edeceği, yan yana iç içe kardeşçe yaşayacağı demokratik karakteri olan yeni bir siyasi sistem yaratmak istiyorlar. 1921 Anayasası bunları gözetiyor, hak ve hukuk veriyor. Aslında Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu’da gelişen her devletçi uygarlığın yaptığının bir benzerini Kemalist harekette usta bir biçimde yapıyor. Bunu bilmek lazım. Bu bakımdan orada tekçilik yoktur. Bütün dillerin, kültürlerin, halk topluluklarının bir biçimde katılımı ve temsil edilmesi durumu var. Bunlar resmiyette de kabul görüyor.

Daha sonraki süreçte İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle anlaşıp batıda da Yunan işgali yıkıldıktan sonra ve Anadolu’da ayakları sağlama basınca, yeni doğan ve daha sonra adına “Türkiye Cumhuriyeti” denen devlet yapısı Mezopotamya’yı ele geçirme temelinde İttihat ve Terakki’nin başlattığı soykırımı devam ettirip tamamlama çizgisi izliyor. Ermeni soykırımını tamamlamak istiyor, Asuri-Süryani katliamlarını yapıyor, Rum katliamını yapıyor, Kürt katliamını da sürdürüyor. İşin gerçeği budur.

Önder Apo’nun bütün bunları tahlil ederek çıkardığı sonuç şöyledir: “1920-21’de Mezopotamya ve Anadolu’da yeni bir iktidar yaratılmak istenirken izlenen çizgi farklıydı, daha sonra İttihat ve Terakki’nin tekçi faşist zihniyeti esas alınarak Türk ulus devleti soykırımı sürdürdü.” Bir defa bu soykırımın görülmesi, yıkılması, aşılması gereklidir.

Bu bakımdan da anayasal uzlaşmalar nedir? Çözüm nasıl olacak? Buna ilişkin şunları söyleyebiliriz: Bir defa Önder Apo’nun yazdıklarını, değerlendirmelerini doğru anlamak lazım. Anayasal çözüm ve anayasal güvence gerekli, fakat anayasayı da insanlar yapıyor, bir zihniyet ve siyaset oraya yansıyor, onun için hangi zihniyet ve siyaset varsa ve egemense anayasa da ona göre oluşuyor. Faşist, ırkçı, şoven, milliyetçi, soykırımcı, sömürgeci zihniyet ve siyaset varsa, anayasa faşist bir anayasa olur. Halkçı, toplumcu, demokratik, paylaşımcı, farklılıkların kendilerini özgürce örgütleyip ve kendilerini yönetmeyi öngören bir zihniyet ve siyaset varsa, onun anayasal somutlaşması da demokratik olur. Böyle bir demokratik çözümün ölçüsü olarak Önder Apo Demokratik Özerkliği tanımladı. Yerel yönetimlerin önemine dikkat çekti. Demokratik öz yönetimleri ifade etti. Çözümü, Devlet + Demokraside gördü. Demokrasi olarak toplumun kendi kendisini yönetmesini, her farklılığın her toplumsal kesimin özgürce kendisini örgütleyip yönettiği bir sistemi öngördü.

Anayasa devletçi bir yapıdır. Önder Apo şunu öngördü: “Devlet + Demokrasi çözümünde eğer bir devlet sistemi içerisinde anayasal çözüm olacaksa devlet demokratik toplumu, demokratik yerel yönetimleri kabul edecek. Demokrasi de, devlet-iktidar gerçeğini kabul edecek, anayasal uzlaşma bu karşılıklı kabul temelinde olacak. Eğer devlet demokrasiyi, demokratik toplumu, yerel yönetimleri kabul etmezse ve bu bir anayasal güvenceye kavuşmazsa orada uzlaşma olmaz çatışma olur. Aynı şekilde demokratik toplum da devletle uzlaşmayı kabul etmez devleti yıkmayı öngörürse, şiddetle devletleri yıkıp devrim yapmak isteyen zihniyetler gibi orada da çatışma olur. Eğer çatışma olmayacak demokratik siyaset işleyecek, siyasi çözüm gerçekleşecekse, bu anayasal uzlaşmayla olur. Anayasal uzlaşma da devlet ve demokrasinin birbirini tanıması, anayasal düzeyde birbirinin varlığını kabul etmesiyle mümkündür. Biri diğerinin varlığını kabul etmezse orada uzlaşma olmaz, savaş olur.” Anayasal uzlaşma, anayasal çözüm bunu ifade ediyor.

“Anayasa bağlayıcı belgedir. Böyle bir bağlayıcı belge temelinde farklılıklar kabul edilmezse orada uzlaşma değil çatışma çıkar” diyor. Önder Apo çözüm olarak bunu koydu. Böyle bir durumda devletin federal ya da konfederal olarak tanımlanması çok önemli değil; mevcut devlet, demokratik toplumu, demokratik özerkliği, bütün farklı toplumsal kesimlerin, etnik grupların özgürce kendisini örgütleyip kendi kendilerini birliğe katılma temelinde yönetmelerini kabul ediyor mu, etmiyor mu, önemli olan toplumun özerkliğidir yoksa devletin kendi iç sisteminin federal, konfederal veya üniter olup olmayacağı değil, topluma karşı yaklaşımı nedir? Federal olur, ama toplum üzerinde en katı bir ulus-devlet milliyetçiliğini uygular ve diktatörlüğünü yürütebilir. O da bir devlet federasyonu olur. Burada önemli olan devletin yapılanması değil de devletin demokratik topluma yaklaşımının ne olacağıdır. O da demokrasiye duyarlı olup olmaması anlamına geliyor. Toplum üzerinde ulus-devlet zihniyeti ve siyasetini mi uygulamak istiyor, yine bireyi ve toplumu yok ederek her şeyi devlet mi yapmak istiyor, yoksa bir yere kadar toplumun demokratik varlığını kabul mu ediyor. Toplumun örgütlülüğünü, farklı toplumsal kesimlerin kadınların, emekçilerin, farklı etnik gruplarının kendi kendilerini örgütleyip kendilerini yönetmelerini kabul mu ediyor. Mesele buradadır. İşte anayasal güvence de bu noktada ortaya çıkmak durumundadır. Eğer böyle bir kabul anayasal düzeyde olursa bu da bir uzlaşmaya götürür. Ama bu anayasal düzeyde olmazsa ortaya çatışma çıkar.

 

Öcalan, “Türkiye Cumhuriyeti, dayandığı temel olan Misak-ı Milli’nin en önemli parçalarından biri olan Musul-Kerkük yani Irak Kürdistan’ı kopartılarak, daha doğuşunda topal yaşamaya mahkûm edilmiştir’’ demişti. Bugün AKP-MHP faşizmi yine Misak-ı Milli’ye dayandığını ileri sürerek Güney Kürdistan’ı işgal etmeye çalışıyor. Bu bağlamda, AKP-MHP faşizminin yürütmüş olduğu Misak-ı Milli propagandasının ikiyüzlülüğüne ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Tarihsel olarak 1. Dünya Savaşı içerisindeki olayları, savaş sonrasını, Kemalist hareketin Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortaya çıkardığı ve kendisini dünyada egemen kıldığı, daha doğrusu İngiliz-Fransız egemenliği ile uzlaştığı süreçlerde yaşanan olaylara bakmak ve iyi anlamak lazım. Evet, İngiliz-Fransız ittifakı karşısında Alman-Türk ittifakı yenildi. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve parçalandı. Onun yerini Mustafa Kemal öncülüğündeki hareket Türkiye Cumhuriyeti adıyla yeni bir devlet kurdu. Devletleşmenin sınırları olarak Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı toprak parçasını tanımladı ve bu sınırları “Misak-ı Millî” olarak ifade etti ve buna göre bir mücadeleye girdi. Bu mücadelede belli bir düzey kazandıktan sonra uzlaşma noktasına gittiler. Görüşmeler başladı, birkaç defa Lozan’a gidip geldiler. İngiliz-Fransız ittifakıyla yeni gelişmiş olan Kemalist hareket bir uzlaşma içerisine girdi. Cephelerdeki savaşı bir uzlaşmayla sonuçlandırmak istediler.

Sonunda bir uzlaşmaya da vardılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları belirlendi. İngiliz ve Fransız egemenliklerinin sınırları belirlendi. Önce 1920’de Ankara Anlaşmasıyla Türkiye-Suriye sınırını çizdiler. Daha sonra Haziran 1926’daki anlaşmayla da TC-İngiliz sınırı çizildi, yani bugünkü “Irak sınırı” denen, ama tarihte hiç çizilemeyen hiç de var olamayan bir sınırda İngiltere ile Türkiye Cumhuriyeti yönetimi anlaştılar. Bu sınırlar Misak-ı Millî’yi içermedi. Türklerin yaşadığı toprakları içerdi, ama Kürtlerin yaşadığı toprakların hepsini içermedi. Kürtlerin yaşadığı toprakların sınırlı bir bölümü Fransız egemenliğinde kaldı, önemli bir bölümü de İngiliz egemenliği altında kaldı. Aslında 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da süren savaş Kürdistan üzerinde bir paylaşım savaşına dönüştü. Kürdistan üzerindeki savaş da geldi Musul-Kerkük sorununda uzlaştı. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun belirlediği Musul Vilayeti’ydi, yani Güney Kürdistan’ın hepsi Musul Vilayetiydi. Daha sonra başka illere böldüler ve parçaladılar. Tüm bunların hepsi soykırım temelinde oldu. Aslında hepsini toplayıp Musul Vilayeti yaptın mı nüfus çoğunluğu Kürt’tür. Ama Kerkük, Duhok, Hewlêr, Süleymaniye, Musul diye ayırdın mı, şimdi ‘Musul’ diye tanımlanan yerde örneğin Kürt nüfus azınlık oluyor, Kürtlerin çoğunluk olduğu yerler Hewlêr, Süleymaniye diye ayrılıyor ve böylece Musul sorunu aslında yok edilmek istendi. Daha sonra bu kadar vilayet paylaştırması da sömürgeci paylaşım savaşının bir parçasıdır. Böylelikle bir biçimde soykırımın devam ettirilmesidir. İdari yöntemlerle sürdürülmesi, Kürt bütünlüğünün yok edilmesi; daha doğrusu geniş bir alanda Kürt egemenliğinin oluşmasının engellenmesi için yapıldı.

Musul-Kerkük üzerindeki mücadele biliniyor. “Cemiyet-i Akvam” denen uluslararası alanda oluşturulmaya çalışılan ilk sistemin en çok uğraştığı konu, sorun burasıydı. Türkiye önce tanımlamıştı ve almak istiyordu, fakat iç çatışmalar, Kürdistan üzerindeki paylaşım savaşı, emperyalist yayılma, Kürdistan üzerindeki egemenlik kavgası bu durumun değişmesine götürdü. Türkiye Cumhuriyeti devletine egemen olan faşist, ırkçı, ulus-devlet milliyetçisi, soykırımcı zihniyet aslında Türklerin ve Kürtlerin dediği coğrafyanın hepsini Türk milliyetçiliğinin egemenliği altında yeni bir Türk uluslaşması alanı olarak gördü. Hızla kendisini Kürt karşıtı bir güç olarak ortaya koydu. Ayakları yere basınca İttihat ve Terakki’den başlayan Ermeni, Rum, Asuri-Süryani, Kürt soykırımını devam ettirmek istedi. Buna karşı Kürtler aldatıldıklarını gördüklerinde tepki verdiler. Bu, 1920’den Koçgiri’den başladı, 25’te Amed ve çevresinde geniş bir alanda Şeyh Said direnişi oldu. TC’ye hâkim olan ırkçı, şoven, soykırımcı zihniyet ve siyasete karış Kürt direnişi gelişince TC yönetimi bundan korktu. Bir yandan İngiltere-Fransa ile paylaşım savaşı yürütürken bir yandan da Kürt direnişleriyle karşılaşması Kürdistan’ın hepsini kaybetme korkusunu ortaya çıkardı.

Bunun üzerine en son anlaştılar. Fransızlarla bir anlaşma yaptılar. 1926’da da İngiltere ile bir anlaşmaya vardılar. Musul’u İngilizlere vererek İngilizlerin Kürt direnişlerini desteklememesini; Qamişlo çevresini, Kobanê ve çevresindeki verimli alanları Fransızlara vererek Fransa’nın Kürt direnişlerini desteklememesini, bunun karşılığında Misak-ı Millî denen coğrafyadan da TC’nin vazgeçmesini sağladılar. Anlaşma bu temelde oldu. Bu, 1920’de Kahire’de başlayan karşılıklı tartışmalar, iç mücadele ve çekişmelerle sonunda Kürdistan’ı inkâr ve imha temelinde bir emperyalist uzlaşmaya götürdü. Kürdistan parçalandı, paylaşıldı, ortak bir biçimde yok sayıldı, yok edilmesine, soykırım uygulanmasına bütün devletler karar kıldılar. Bu temelde ortak bir yönetim ortaya çıktı. Karşılıklı bir mukavemete vardılar. Bunun yazılı belgelerinin olup olmadığını bilmiyoruz, ama fiiliyatta ortak bir yönetim ve ortak bir uzlaşmanın var olduğu ortayı çıktı. Bu neydi? Bir; hiç kimse diğer devletlerin izni olmadan kendi alanında Kürtlere herhangi bir hak vermeyecek. İki; diğer devletin sınırları içerisindeki Kürtlere destek vermeyecek, Kürt direnişlerini desteklemeyecek, tersine daha önce Osmanlı ve İran imparatorlukları nasıl birleşip Zagros eteklerinde Kürt direnişlerini ezmişlerse, bu sefer İngiliz-Fransız devletleri; TC, Suriye, Irak, İran devletleriyle birleşerek Kürt direnişlerinin ortak bir biçimde ezilmesi, Kürdistan’ın birlikte yönetilmesini ortaya çıkardılar. Önce Bağdat Paktı, daha sonra da CENTO yaptılar. Bu temelde karşılıklı olarak ortak yönetim anlaşmalarına da vardırdılar. İşin esası budur. Ciddi bir biçimde karşılıklı bir paylaşım savaşı var. Bir de paylaşmanın gereği olarak karşılıklı galebe çalamayınca, bir taraf yalnız başına egemen olamayınca Kürt soykırımı temelinde uzlaşılması var.

Kürt düşmanlığı, Kürdistan’ın bölünmesi, Kürt ulusunun-halkının inkâr ve imha edilmesi bir küresel sistemdir. Kapitalist modernite sisteminin küresel hegemonya kazanması döneminde ortaya çıkan bir zihniyet ve siyasettir. 1. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan sistem Kürdistan’ı parçaladı yok saydı ve yok edilmesi temelinde Kürt soykırımını öngördü. Bunu görmek lazım. Dolayısıyla herkes şimdi buna uyuyor, bu anlaşmanın gereklerine göre hareket ediyor. Ama bunu Kürtler kabul etmediler, çeşitli biçimlerde direndiler. Başur’da direndiler, Bakur’da direndiler, Rojava’da direndiler, Rojhilat’ta direndiler. Yenildiler-ezildiler, 5-10 yıl sonra yeniden direndiler. En son 70’lerin ortasından itibaren Kuzey Kürdistan’da Önder Apo öncülüğündü PKK direnişi gelişti. Bu bir mahalli direniş olmaktan, bir parça direniş olmaktan ve ülke-ulusun bütünlüğünü öngören bir direniş olarak gelişip mevcut 1. Dünya Savaşı ile çizilen sınırları işlemez hale getirince mevcut güçler, iktidar ve devlet yapıları eskisi gibi ortak yönetimi sürdüremez, egemenliklerini koruyamaz, sınırlarına sahip çıkamaz hale geldiler.

Böyle bir durumda Kürdistan’ın bütünlüğü ve Kürt özgürlüğü temelinde bölge devletlerinin demokratikleşmesi ve demokratik birliğe ulaşması imkânı çıktı. Bunu Önder Apo değerlendirdi, PKK değerlendirdi. Misak-ı Millî’den nasıl vazgeçtiğini, TC yönetiminin Kürtleri nasıl sattığını ortaya koydu. Kürtlere devlet tarafından nasıl ihanet edilmiş, arkasından da katliam ve soykırım uygulanmış olduğunu yürütülen mücadele ile ortaya çıkardı. Bu temelde tarihsel gerçekliği aydınlattı.

Bunları bastırmak ve bu aydınlatmayı yok etmek için küresel kapitalist modernite sistemi de saldırıyor. Daha çok da TC faşist yönetimleri saldırıyor. Son dönemde bunu AKP yürütüyor. Daha çok MHP ile ittifak halinde yürütmek istedi. AKP devlete muhalif olarak çıkmıştı, dolayısıyla devlete muhalefet alanlarını iyi tanıyordu. TC sistemine karşı en gerçekçi sonuç alıcı gücün Kürtler olduğunu biliyordu, bu nedenle Kürtlere ve Kürdistan’a ilgi duydu. Tayyip Erdoğan İstanbul belediye başkanıyken “Kürt Raporu” hazırlattı, sorunun Kürdistan sorunu olduğunu ortaya çıkardı. Kürtlerin özgür olmadan bu devletteki faşist zihniyet ve siyasetin değişmeyeceğini vurguladı. Bunları iyi biliyordu, fakat bu biçimde tehdit edip sonunda PKK öncülüğündeki Kürt direnişi diğer partileri ezip tasfiye ederek mevcut devlete iktidar olma kapılarını AKP’ye açınca ve mevcut devlet yönetimi AKP gibi bir güçle uzlaşma ihtiyacı duyunca giderek bu güçler birleştiler. AKP, o zihniyet ve siyasetten vazgeçti devletleşti. TC’nin Kürt karşıtı, Kürt düşmanı, faşist-soykırımcı sömürgeci zihniyet ve siyasetini giderek kuşandı ve esas aldı. Devlette iktidar kapılarını AKP’ye açtı.

Fakat AKP şunu gördü: Daha önceki dönemde uygulanan siyasetlerle TC sınırları içerisine hapsolmuş pasif siyasetlerle gelinen noktada artık Kürt direnişini ezmek, Kürdistan Özgürlük Hareketini gelişimini ve zaferini engellemek mümkün değil, o nedenle siyasi-askeri duruşunda önemli değişikliklere gitti. Şunu öngördü: Daha önce İngiliz ve Fransızlarla niye anlaşmıştı? Kürt direnişini yok etmek için anlaşmıştı. Kürdistan’ın özgürlük için ortaya çıkan direnişlerini birlikte ezmek için anlaşmıştı. Şimdi gelinen noktada AKP gördü ki, mevcut uzlaşmalarla ezilemiyor. O zaman Qamişlo ve çevresini Fransa’ya vererek, Musul’u İngiltere’ye vererek Amed’de, Dersim’de, Ağrı’da gelişen direnişleri birlikte bastırma ezme imkânı bulmuştu. Şimdi durum tersine dönmüştür. Başur ve Rojava bu biçimde oldukça Kuzey’deki direnişi ezmesi mümkün olmuyor. Kuzey’deki direniş Başur’da ve Rojava’da özgür alanlar yarattı. Irak ve Suriye’yi mecbur bıraktı. Onları yöneten Fransa’yı, İngiltere’yi, Amerika’yı buraları tanımaya mecbur bıraktı. Güney Kürdistan yönetimi ortaya çıktı. Şimdi Rojava ortaya çıktı. Bunlar var oldukça Kuzey’de Kürt soykırımını uygulaması mümkün değildir. Kürtleri, Kürt dilini, Kürdistan’ı inkâr etmesi mümkün değildir. O halde soykırımı sürdürebilmesi için ne yapması gerekiyor, Rojava ve Başur’u da ezmesi lazım. Tayyip Erdoğan’ın “hata yaptık” dediği buydu. Başur’da mevcut Hewlêr yönetimi ile uzlaşarak PKK’ye karşı savaş yaptılar, ittifak yaptılar, resmen varlığını tanıdılar, Irak Anayasasını kabul ettiler. Onların kabul etmesi temelinde Irak Anayasası Güney Kürdistan yönetimini içerdi. Aynı şeyi Rojava’da da yapmak istemiyor. Bunları engellemek, fırsat bulursa güneyde kabul ettiğini tersine çevirmek için PKK’yi bahane yapıyor. ABD öncülüğündeki sisteme götürüyor, “PKK bu sistemi değiştirmek istiyor” diyor. “Terör örgütü” demelerine dayanarak “PKK terörüne karşı savaşıyorum” adı altında geçmişin Misak-ı Millî denen sınırlarını ele geçirmek istiyor. Niye? Güney ve Rojava Kürdistan’ını ortadan kaldırmak, böylece Kuzey’deki Kürt direnişinin buralardan destek almasını önlemek için, Kürt soykırımını ancak bu biçimde gerçekleştirebilirim diyor. 1925’te parçalayarak, satarak kuzeydeki Kürt direnişini ezmişti, şimdi ise satarak bu artık mümkün oluyor, dünya değişti, Kürtler gelişme sağladılar bilinçlendiler, örgütlendiler. Kürt özgürlüğü önemli bir güç oldu. Önderlik “parlayan yıldız oldu” dedi. Ortadoğu’daki siyasi-askeri mücadelede önemli yer tutan bir güç haline geldi. Bu durumda mevcut haliyle Kuzey’deki direnişi ezemiyor, çünkü güneyden-batıdan destek alıyor, oraya dayandı mı Bakur’daki Kürt direnişi yenilmez oluyor. O halde onu ezebilmek için Başur’daki, Rojava’daki Kürt varlığını da ezmesi gerekiyor. Yani işgali geliştirerek soykırımı buralara da yaymak istiyor. Bu nedenle Efrîn’den başlayan, Xakurkê’de sürdürülmeye çalışılan kesinlikle bir Osmanlı Kürdistan’ını ele geçirmek üzere TC’nin bütün Kürt halkının yaşadığı topraklara dönük bir işgal saldırısıdır. Bunu da soykırımı sürdürmek, soykırımı gerçekleştirebilmek, sonuca götürebilmek için yapıyor.

Gördü ki, Avrupa ya da Amerika gibi güçler Kürt soykırımını eskisi gibi kabul etmiyorlar. Kürt devletini kabul etmeseler de ama Başur Kürdistan’ın özerkliğini kabul ettiler, şimdi Rojava’nın özerkliğini kabul ediyorlar. Onlar eskisi gibi ezmiyorlar o halde ben işgal edeyim, ezeyim, Kürt soykırımını yapayım diyor. Yani 1919-20’de Amasya’dan Ankara’ya kadarki süreçte tanımlanan Misak-ı Millî’yi Türklerin ve Kürtlerin ortak yurdunu ve yönetimini yaratmak için değil, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için Güney ve Batı Kürdistan’a Efrİn’e ve Bradost’a saldırıyor. Bu işgalci ve sömürgeci bir saldırıdır.

 

Kürt Halk Önderi Öcalan, “Kürtler hiçbir devlet tarafından fethedilmemişlerdir. Kendilerine yönelik hiçbir fetih, işgal ve ilhak statüsü yoktur. İlgili ulus-devletlerin bu gerçeği çok doğru kavrayıp, dayattıkları inkâr ve imha siyasetini terk ederek, tarih ve toplumla barışarak hakikate değer vermeleri gerekir. Aksi halde çoktan anlaşıldığı gibi sadece topal yürümekle kalmayacaklar, her faşist ulus-devletin başına geldiği gibi kendi felaketlerini de bu imha ve inkâr siyaseti ve uygulamalarında yaşayacaklardır’’ değerlendirmesinde bulunmuştu. 1923’ten bugüne topal yürüyen Türk ulus-devletinin AKP-MHP faşist iktidarında her geçen gün böyle bir felakete doğru sürüklendiği göz önünde bulundurulduğunda bu faşist bloğun varlığını sürdürmesi halinde bölge halklarının karşılaşacağı olası gelişmeler nelerdir?

Bu durumu iki noktada değerlendirmek lazım. Birincisi; Kürdistan’ın fethedilmemişliği noktasıdır. Bu inkarın özüdür. Kürt inkârı zihniyet ve siyaset olarak bu biçimde ortaya çıkıyor. Fethedilmek bir statüdür. Farklı bir güç var, başka bir yer var, ülke var, toplum var, ulus var ve sen o ülkeyi fethediyorsun, o toplumu tahakküm altına alıyorsun, onun üzerinde egemenlik kuruyorsun, baskı uyguluyorsun, sömürgeleştiriyorsun, dolayısıyla bir statüdür. İlhak bir statüdür. Fetih bir statüdür. Sömürgecilik bir statüdür. Kürdistan’ı yok sayan ve yok etmek isteyen Türk faşist-soykırımcı zihniyet ve siyaseti bunların hiçbirisini kabul etmiyor. Bunları kabul etse Kürt varlığını kabul edecek, çünkü Kürt varlığını kabul etmiyor. Kürt aslında ‘kökendir, Türkleşti’ diyor. Ucube bir Türk millet tanımlaması var. “Türklük bir sürü ulustan oluşmuş bir devlet varlığıdır” diyor. TC, Türklüğü yarattı. TC’den önce Türk’te yoktu. “Türk milleti eşittir Türkiye Cumhuriyeti Devletidir” diyor. Devlet-ulusçu zihniyet ve siyaset o kadar köklü ki, Kürt’ü, Ermeni’yi, Rum’u, Süryani’yi yok edebilmek için Türk’ü de tarihi olarak yok sayıyor. Her şeyi kendisinden başlatıyor. Yüz yıllık bir Türklük var, çünkü yüz yıldır TC devleti var, işi o noktaya getiriyor. Bunun için Önderlik “fetih yoktur” deyişinde bu gerçekliğe dikkat çekmek istiyor. Yani Kürdistan’da uygulanan egemenlik, soykırım başkalarına benzemiyor. İnkâr var, imha bu inkâr üzerinden gelişiyor ve yok sayılıyor. Bir olgu, var olan bir şey yok sayılıyor. Zaten Tayyip Erdoğan “düşünmezseniz Kürt yoktur” dedi. Kürt’ün varlığı diye bir düşünceyi aklınıza getirmezseniz Kürdistan da yoktur, Kürt’te yoktur, dolayısıyla Kürt sorununuz da yoktur. Zihniyet böyledir. Bu boyutu var. Bu da çok amansız tehlikeli bir zihniyet ve siyasettir. Bir olguyu yok say ve ondan sonra da yok etmek için her türlü faşist-soykırımcı barbarca zihniyet ve siyaset yürütürsün, her türlü katliamı orada yaparsın. Çünkü kendinde hak sayarsın. Mesela şimdi bu devlet Kürt halkına her şeyi yapmayı hak görüyor. Dikkat edilirse her türlü eşi benzeri görülmemiş saldırılar ve katliamlar yapıyor, hakaretler yapıyor. Hiçbir hakkı olmayacak bir şekilde bunu yürütüyor. Bunu işte bu zihniyete ve siyasete dayandırarak yapıyor. Bu çok kötü ve çok tehlikeli bir durumdur.

Diğer yandan böyle bir zihniyet ve siyasetle kendini var etmek isterken, Kürt’ü inkâr ederken kendisini de inkâr etmiş oluyor. Daha öncede belirttik, TC’den önce aslında Türk’te yok diyor. Tayyip Erdoğan şimdi “atalarımız, ecdadımız” diyor, ama hangi ecdat? TC’den önce var mıydı? Vardıysa, o zaman onlar Türk devletleriydiyse Kürdistan nerede kalıyor. 16 Türk devletinden söz ediliyor, bu 16 Türk devleti Orta Asya’da kurulmuş, o zaman sonuncusu olarak mevcut TC’nin Mezopotamya’daki varlığı nedir? Sömürgecidir, işgalcidir, egemendir. O zaman buraların sahibi kim? Hangi halklar, hangi topluluklar, hangi uluslar yaşadılar bunları itiraf et, gerçeği ortaya koymak lazım.

Diğer konu topallık meselesi, dikkat edelim TC devletinin Osmanlı’nın kalıntıları üzerinden varlığı, Kemalist hareketin bir devlet kurabilmesi Kürtlere dayanmasıyla oldu. Mustafa Kemal bizzat gitti Kürt aşiret reislerinin elini öptü, ayaklarına gitti, onlarla ittifak yaptı. Şex Mahmud’a Süleymaniye kralı olarak ne kadar mektup gönderdi, birlik çağrısı yaptı. Neden? Çünkü o desteği almazsa yenilmişti, tarihten siliniyordu, yeniden dirilemezdi. Destek aldı, biraz güç aldı, ayakları yere bastı, siyasi-askeri olarak gücünü geliştirdi bu sefer de bunu Kürt düşmanlığına dönüştürdü. Musul-Kerkük’ü satarak, Kobanê-Qamişlo’yu satarak, Kuzey’de Amed-Dersim-Ağrı’da Kürt soykırımları yaparak Kürt’ü inkâr ve imha zihniyet ve siyasetini benimseyerek var olacağını sandı. Oysa Kürt’e dayanarak var olmuştu. 1071 Malazgirt Savaşı’nı Kürt savaşçılarının katılımı ve desteğiyle kazanmıştı. Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya 10. yüzyılda Kürt desteğiyle gitmişti. Bir Ortadoğu İmparatorluğu halini 16. yüzyılın ilk yarısında Kürt desteğiyle almıştı. Bütün savaşlarda Yavuz Selim’in ordusunun en büyük savaşçıları Kürt savaşçılarıydı, bunu herkes biliyor. Mustafa Kemal, Yunan işgaline karşı İngiliz-Fransız emperyalizminin Kürdistan üzerindeki egemenliğine karşı TC’yi kurma savaşında desteği Kürtlerden almıştı. Misak-ı Millî “Türklerin ve Kürtlerin yurdu” olarak iki ayak üzerinden tanımlanmıştı. Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklar, Kürt’ü yok sayıp ve yok etmeye kalkınca iki ayak üzerinde olan bir yurt tanımlamasının bir ayağını kesmiş oluyorsun, o zaman tek ayaklı kalıyorsun.

Bu cumhuriyet yüz yıldır soykırım savaşı yürüten bir cumhuriyet oldu, her şeyini pazarlar duruma geldi, bu kadar tarihsel geçmişi varken, gücü ve imkanı varken sonuna kadar bağımlı, işbirlikçi bir konumda kaldı. Şimdi de bir felakete götürüyor. Önder Apo “Kürtsüz-Türk, Türksüz-Kürt olmaz” dedi ve net olarak tanımladı. Mezopotamya’da Kürtlüğün bitirilmesi, Anadolu’da Türklüğün bitirilmesini getirir. Anadolu’ya Türk’ün gelişi de, yerleşimi de, imparatorluk olması da, TC’yi kurması da hepsi Kürt’e dayanak oldu, bu tarihsel bir gerçektir. Herkes bunu görmeli ve itiraf etmelidir. O zaman Kürt’e dayanarak var olmuş bir Türklük, Kürt’ü yok ederse kendisini de yok eder. Bakın Kürt’ü inkâr etmek için TC’den önce Türk varlığını da inkâr ediyor. Zihniyet öyle oluyor. Şimdi Kürt’ün yok edilmesine yol açarsa kendi mezarını da kendisi kazmış olacak. Birçoğu bunun farkında değildir. Böyle bir felakete götürüyor.

Bugün AKP-MHP faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaseti aslında Türkiye toplumunu sadece savaşa sürmüyor, katliamlardan geçirmiyor, her gün onlarca Türk gencinin savaş meydanlarında ölmesini yol açmıyor. Türkiye’nin imkanlarının dış güçlere pazarlanmasına Türkiye toplumunun aç susuz, işsiz, yoksul kalmasına, sömürülmesine, baskı altında yaşamasına yol açmıyor, dahası geleceğini karartıyor, yok olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Büyük bir felakete götürüyor. Bu bir gerçektir. Mevcut faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyetin yol açtığı sonuç kesinlikle budur. Dolayısıyla Türkiye toplum olarak özgürce, demokratikçe var olacaksa bu ancak özgür Kürdistan’ın, özgür Kürt toplumunun varlığıyla mümkün olabilir. Kürtlerin özgürlüğüne dayanarak var olabilir; yoksa Kürt düşmanlığıyla, Kürt katliamıyla, Kürt soykırımıyla ancak tekçi faşist barbar zihniyetle siyaset var olabilir. O zihniyet Enver paşalarla hangi sona gittiği ortadadır. Yeni Enver Paşa olmak isteyenlerin sonu da önceki Enver Paşa’dan farklı olmayacaktır. Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli’nin atına bindi kendisini Ortadoğu’nun en azgın faşist diktatörlüklerin uğradığı akıbete götürecek. Saddam Hüseyin haline gelecek. Öyle bir çizgiye girdi ve gidişi böyledir, bu kendisi için de felakettir, Türkiye toplumu için de bir felakettir. Dikkat edilirse toplum bu kadar acı çekiyor, yokluk içerisindedir, baskı ve terör ortamındadır. Bunu hak etmiyor. En özgür demokratik yaşamın kurulabileceği bir alanda en ağır baskı ve sömürü düzeni ortaya çıkarılıyor. Bu mevcut zihniyet ve siyasetten kaynaklıdır. Bir kader değil, bir zorunluluk değildir. Tamamen AKP-MHP faşizminin yol açtığı bir sonuçtur. Faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetin ortaya çıkardığı bir durumdur. Dikkat edilirse toplumu yok ediyor, katliama götürüyor, en ağır sömürü altına alınıyor. Güncel olarak kendi kasasını şişiriyor, kendisini büyütüyor, ekmek bulamayan Tayyip Erdoğan’ı sarayda yaşar hale getirdi, hanedanlık kurdurdu, ama sonu faşist diktatörlerin sonu gibi olacak.

 

Öcalan, “Genelde olduğu gibi Kürt-Türk ilişkilerinde de tarih boyunca ortak kültürel temellerde yaşanan bütünselliği her koşul altında savunmak, sosyalist olmanın diğer bir ilkesidir’’ diyerek 2 Mayıs ve sonrası gerçekleşen görüşmelerde ortaya koymuş olduğu tutumun ardında yatan sosyalist duruş ve tutarlılığı yıllar önce yazmış olduğu savunmasında ortaya koymuştu. Bu bağlamda genelde kapitalist modernite, özelde de AKP-MHP faşizmine karşı mücadelede Ortadoğu’da demokrasi güçlerinin bugün gelmiş olduğu aşamaya ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Sosyalizm, Türkçesi toplumculuktur. Onun da esası toplumun özgürce kendisini örgütleyip yaşattığı, yönettiği sistem, yani demokrasi demektir. Demokrasi; halkın, toplumun kendi kendini yönetmesidir, örgütlü kılmasıdır. Toplumun çıkarlarına göre hareket edilmesidir. Bu da bütün farklılıkların özgürce örgütlenip birliğe katıldığı bir demokratik sistemi ifade ediyor. Farklılıklara dayalı bir eşitliği içeriyor. Başka türlü olmaz. Özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik, dayanışla, paylaşım böyle bir toplumculuğun özüdür.

Türkiye’de toplumcu olabilmek için özgürlükleri, farklılıklara dayalı eşitliği, paylaşımı en ileri düzeyde savunacaksın. Kürt’ün özgürlüğünü ve varlığını savunamazsan Türkiye’de hangi varlık olur, özgürlük olur, eşitlik olur, demokrasi olur! Olamaz. Yok sayılan Kürtlük faşist diktatörlük altına alınan Türklük oluyor. Özgürleşen Kürtlük, demokratikleşen Türklük olacak. Aynı şey Ortadoğu için de geçerlidir. Önder Apo bu formülasyonu çok iyi tanımladı. “Özgür Kürdistan Demokratik Ortadoğu” dedi. Çözüm budur. En somut çözüm ilkesi, projesi budur. “Demokratik Türkiye Özgür Kürdistan”, “Demokratik Irak, Özgür Kürdistan”, “Demokratik İran, Özgür Kürdistan”, “Özgür Kürdistan, Demokratik Ortadoğu” Kürt özgürlüğü ile Ortadoğu’nun demokrasisi etle tırnak gibi bu kadar iç içe geçmiş, bütünleşmiştir. Özgürlüğü ve demokrasiyi savunan sosyalizmdir. Bunu görmeyen, bunu gerçekleştirmeyen, bu temelde hareket etmeyen bir sosyalizm, sosyalizm olamaz. Şimdiye kadar ki sosyalist anlayışlar aşırı derecede iktidar ve devlet paradigmasına dayanıyorlardı. Devlet odaklı, iktidar endeksli partiler oldular. Devlete dayanarak özgürlüğü ve eşitliği getirmek istediler, ama bunu yapamadılar. Sonunda bir ulus-devlet ideolojisine dayalı oldular. Milliyetçiliği ürettiler. Özgürlüğü ve demokrasiyi geliştiremediler. Kürtler karşısında da hep sosyal şoven bir duruş sergilediler. Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında sosyal şoven bir yaklaşımla sömürgeci sistemi desteklediler. Demokratik bir zihniyet, program, mücadele ortaya çıkaramadılar.

Kürdistan’da Özgürlük Mücadelesi’nin bu düzeydeki gelişimi, Kürt toplumunun bu kadar bilinçlenip örgütlenmesi, Kürt özgürlüğünü bedeli ne olursa olsun her türlü bedel ödeyerek savunması ve geliştirmesi başta Türkiye olmak üzere bütün Ortadoğu’ya büyük bir demokratikleştirme, demokratik devrim, zihniyet devrimi, kültür devrimi geliştirme hareketi oluyor. Bir aydınlatma bir Rönesans bir değişim dönüşüm hareketini geliştiriyor. Zihniyette, duyguda, kültürde, siyasette bütün bunlara dayatıyor, yaşatıyor. Türkiye’ye dayatıyor. Arabistan’a dayatıyor. İran’a dayatıyor. Bu temelde herkese dayatıyor. Bu açık bir gerçektir. Bu kuru kuruya bir dayatma olmuyor, somutta böyle bir gelişmeyle, özgür Kürt gelişmesiyle Türkiye’deki Arabistan’daki, İran’daki toplulukların da özgür olacağını, demokratik ve kardeşçe bir arada yaşar hale geleceğini, bu ulus-devlet siyaseti ve zihniyeti kırılarak yerine özgürlükçü demokratik bir zihniyet ve siyasetin buna dayalı gelişeceğini pratikte gösteriyor. Herkesi eğitiyor, yeni bir anlayış kazandırıyor. Pratikte göstererek bunu yapıyor.

Bu yönlü bir değişim-dönüşüm var. Özellikle faşist El Kaide, DAİŞ, AKP-MHP yapılanmalarına, saldırganlıklarına karşı Bakur’da, Rojava’da, Başur’da yürütülen mücadele bu konuda önemli bir gelişme sağladı. Somut durumu ve gerçeklikleri ortaya koydu. Ulus-devlet diktatörlüklerinin ne olduğu, Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasetin Türkiye, Arabistan, İran açısından ne anlama geldiği, onları nasıl bir felakete götürdüğü; Kürt özgürlüğünün ise nasıl eşitlik, kardeşlik, paylaşım getirdiğini herkese gösterdi. Kürt özgürlüğünün Türkiye, Arabistan, İran halklarının da savunucusu, koruyucusu, onların özgürce demokratik yaşamının güvencesi olduğunu gösterdi. Bu önemli bir gelişmedir. Bir aydınlanma hareketi oluyor.

Bu temelde Kürdistan’da faşist soykırımcı-sömürgeci zihniyet ve siyasete karşı yürütülen mücadelenin bölgenin her alanında etkisi görülüyor. Bölge hakları, toplumları tarafından aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçileri tarafından Kürdistan’daki gelişmelere ilgi daha fazla artıyor. Bu temelde faşizme karşı yürütülen mücadele daha doğru ve derinden anlaşıldığı gibi, bu mücadeleyi var eden, yolunu çizen Önder Apo gerçeği; Önder Apo’nun, demokratik ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasının temel özellikleri daha doğru ve derinden anlaşılmaya, bunlara daha çok ilgi duymaya dönük önemli bir gelişme durumu yaşanıyor. Bu bir gerçektir. Eskiye göre bir yenilenme var, değişim-dönüşüm var. Hem demokratikleşme bilinci Türkiye’de, Arabistan’da, İran’da gelişiyor hem de bu doğru temellerde gelişiyor. Eskinin o sosyal şoven solculuğu aşılıyor. Gerçekten de özgürlüklere dayalı, farklılıkları kabul eden, eşitliğe dayalı doğru bir demokrasi bilinci ve demokratik tutum siyasi yapılanma gelişme gösteriyor. Öncelikle bunu görmek lazım. Fakat bu yeterli midir, ne kadar etkili? Toplumları ne kadar kucaklamış? Örgüte ve eyleme ne kadar dönüşüyor? Bu sorular temelinde de durumu değerlendirmek lazım.

Önceki sorular temelinde meseleye yaklaştığımızda kuşkusuz daha işin başındayız, gelişmeler zayıf ve yetersizdir. Önemli yeni gelişmeler var. Bu gelişmelerin de belli bir başlangıcı da var, fakat henüz çok zayıf, siyasi etkisi az, pratikteki değiştiriciliği sınırlıdır. Bu konuda daha işin başında olduğu söylenebilir. Mevcut olanı eleştirmek gerekiyor, yeterli görmek mümkün değil, bu konuda dar ve tutucu, eski alışkanlıkları aşamayan, şovenizmi ve sosyal şovenizmi ruhta, duyguda, düşüncede kıramayan duruşlar ve tutumlar gözüküyor. Bunu eleştirmek lazım, biraz daha radikal olmak gerekiyor. Zihniyet devriminin, vicdan devriminin daha derinlikli ve köklü yaşanmasına ihtiyaç var. Önemli bir konum yakalanmış, üzerinde ciddiyetle durulur ve başlayan süreç büyük çabalarla devam ettirilirse güçlü gelişmeler sağlanabilir. Fakat mevcut haliyle böyle bir gelişme sağlanmış değildir, bu durum mücadele gerektiriyor.

 

Öcalan AİHM savunmasında; ‘’Hem sınıflı, kentli ve devletli uygarlık kültürü, hem de bu üçlüye karşı varlığını koruyan toplum kültürleri bir bütündür. Bütünlük hem birbirlerine karşıtlık temelinde hem de kendi içlerinde geçerlidir’’ değerlendirmesinde bulunmuştu. Burada kastedileni; devletli uygarlığa karşı halkların ortak cephesi, demokrasi bloğu olarak değerlendirecek olursak bugün tecridin kırılması, faşizmin yıkılması, Kürdistan’ın özgürleşmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi yürüten HBDH’nin tarihsel olarak sahiplenmiş olduğu rol ve misyona ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Tanımlamaları doğru anlamak lazım. Toplum bir bütündür, toplumsallık bir bütündür. Toplumu bölüp parçalamak doğru değildir. Örneğin sınıfsal ayrışma, ulusal farklılıklar dil, kültür farlılıkları evet var, ama bunlar toplumsallığı ortadan kaldırmıyor, insan türünün toplum olarak yaşama gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu nedenle toplum bütünlüğünü bunlarla bıçakla keser gibi kesip ayırmamak lazım. Bir toplumun içerisinde ortaya çıkan gerçekliklerdir, bunlar toplumsal bütünlüğün ürünüdür.

Diğer yandan iktidar-devlet gerçeği de bir bütün, Önderlik, “Sümer’den günümüze kadar kar topu gibi büyüyüp geldi” dedi. Yani ‘şu devlet yıkıldı, bu devlet kuruldu birbiriyle savaştılar karşıt oldular, işte ne kadar farklı ayrı süreçlermiş gibi görmemek lazım. Niye bu belirtiliyor, çünkü böyle görenler oldu. ‘Ayrı devletler’ dendi. Halbuki isimleri ayrı, ortaya çıktıkları yer ayrı, yönetenleri ayrı, ama işin özü aynıdır. Devlet devlettir. Nerede olursa olsun rolü ve misyonu aynıdır. Toplum üzerinde egemenlik kurmuş bir baskı ve sömürü çetesidir. Bu kadar açıktır. Sümer’de de böyleydi, bugün de böyledir. Bu gerçekliği görmek lazım.

Böyle bir isteme karşı mücadelede başarılı olabilmek için önce doğru anlayış ve doğru tanımlamalar gerekiyor. Ardından da doğru ve yeterli bir tarz, üslup ve tempoyla büyük bir cesaret ve fedakarlığa sahip olma temelinde örgütlü bir mücadeleye ihtiyaç duyuluyor. Bunun dışında bir yaklaşımla başarılı olmak, sonuca gitmek mümkün değildir. Böyle bir bütünlüklü mücadeleyi başlangıçta amatör ve bilinç yetersizliği olsa da, giderek bilinç ve tecrübe edinme temelinde Önder Apo öncülüğünde ve PKK örgütlülüğü temelinde Kürt halkı, gençleri ve kadınları geliştirdiler. Önemli bir düzeye getirdiler. Dünya gericiliği ile iktidar ve devletçi sistemin kapitalist modernite biçiminde ortaya çıkışıyla savaşır, mücadele eder bir konuma ulaştırdılar. Uluslararası Komplo temelinde onlar saldırı yürüttü, 21 yıldır böyle bir komploya karşı Kürt halkı PKK öncülüğünde kahramanca büyük bir mücadele veriyor. “Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgür, Türkiye’yi demokratik yapalım” mücadele hamlesi de 2018 kasımından itibaren böyle büyük bir mücadelenin son bütünlüklü hamlesi olarak gelişiyor. Kürdistan’ın inkâr ve imha edilmesi, Türkiye’nin demokrasiden yoksun kılınması, Türkiye’de AKP-MHP faşist diktatörlüğünün 12 Eylül faşist askeri darbesi temelinde inşa edilmeye çalışılmasının günümüzde hepsi İmralı işkence ve tecrit sistemine dayandırılmaya çalışılıyor. Uluslararası Komplo ve onun ortaya çıkardığı İmralı işkence ve tecrit sistemi aslında Kürt’ü inkâr eden ve imha etmeyi öngören zihniyet ve siyasetin 1998’deki saldırı biçimiydi.

Bu zihniyet ve siyaseti kırmak için gelişen PKK öncülüklü mücadeleyi tasfiye etme amaçlıydı. Bunun için de Önder Apo’nun imhasını ve tasfiyesini öngörüyordu, bu doğrultudaki saldırı 15 Şubat Komplosu temelinde İmralı işkence ve tecrit sistemini ortaya çıkartmakla sonuçlandı. Şimdi de Kürdistan’daki inkâr ve imha savaşı, Türkiye üzerindeki faşist diktatörlük bu tecrit ve işkence sistemine dayandırılarak var ediliyor. İmralı işkence ve tecrit sistemi; Türkiye’de ve Kürdistan’da bir işkence ve tecrit sistemi biçiminde bir yönetim tarzına dönüşüyor. Bunu yıkmak için büyük bir mücadele verildi, veriliyor. Leyla Güven öncülüğünde iki yüz gün açlık grevi yapıldı, ölüm orucuna girildi. Zindanlarda, dışarıda şehitler verildi. Halk direnişi zindanlarda ve Avrupa’da şehitler verdi. Gerilla durmadan savaştı onlarca şehit verdi, vermeye devam ediyor. Hala kahramanca direniyor.

Böyle bir direniş ile faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset kırılmaya çalışılıyor. Bir defa direniş halkın direnişidir. Kürt gençlerinin ve kadınlarının direnişidir. Direniş devrimci bir direniştir. İdeolojiktir, politiktir, askeridir. Kahraman gerilla öncülüğünde bu direnişler oluyor. Bu gerçeği görmek lazım. Önder Apo’nun aydınlattığı yolda Parti ve gerilla öncülüğünde topyekûn bir demokratik halk direnişi var. Bu direnişlerin siyaset alanında somutlaşması demokratik siyaset alanı oluyor. Bu direniş faşist sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasete darbe vuruyor, faşist saldırganlığı kırıyor, gerçekleri ortaya çıkartıyor. Demokratik çözümü dayatıyor, ama direniş çözüm gerçeğini açığa çıkartıyor, dayatıyor. Çözümü de demokratik siyasetin yaratması gerekiyor. Bir demokratik siyaset hareketi olarak HDP’nin önemi burada ortaya çıkıyor, HDP’ye burada rol düşüyor. HDP gerçeğini doğru anlamak lazım, hem önemsemek gerekli hem de abartmamak gereklidir. Mesela mevcut Parti ve gerilla öncülüğündeki topyekûn halk direnişi olmadan HDP’nin varlığı bile olmazdı, hiçbir anlamı olmaz, her şeyi bu direniş temelinde yapıyor.

Demokratik siyaset 1990 başından itibaren 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı’nın kahramanca yürüyüşü sonucunda ortaya çıktı. Gerillanın varlığına dayanıyor, gerillasız demokratik siyaset olmaz, dolayısıyla demokratik siyaset hareketi olmaz. Bir defa neye dayandığını, neyle var olduğunu iyi görmek gerekiyor. Bu konuda yanlış ve yanılgı içinde olmamak gereklidir. Çünkü o tür yanılgılar ortaya çıkabiliyor. Oysa bu gerilla direnişi olmazsa HDP bir gün bile var olamaz. Türkiye’de demokratik siyasetin adı bile okunmaz. Biz o dönemleri de çok iyi biliyoruz.

Diğer yandan ise, böyle bir direniş demokratik siyaseti ortaya çıkartıyor, faşizmi darbeliyor, çözüm imkanlarını yaratıyor, ama kalıcı çözümü demokratik siyasetin bulması gereklidir. Demokratik siyasetin işlevli olması gerekiyor. Demokratik siyaset rol oynamazsa, işlev görmese de o zaman faşist saldırganlıkla devrimci halk direnişi devam edip gidiyor. Çatışmalı durum sürüyor, çözüm ortaya çıkmıyor. İşte HDP’nin, demokratik siyasetin buradaki rolü ve misyonu nedir? Bir; nereden ortaya çıktığını, neye dayandığını iyi bilecek. İki; kendisini var eden gerçekliğin önüne koyduğu görev ve sorumluluğun gereğini yerine getirecek. Bu da yürütülen devrimci halk direnişinin ortaya çıkardığı gelişmelere dayanarak Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünü gerçekleştirmek; burada rol oynamak. Toplumu demokratik konfederalizm çizgisinde örgütleyerek devlet karşısında devlet + demokrasi çözümünü var edecek; demokratik toplumu ortaya çıkartmak, örgütlü kılmak, eylemli kılmak ve böylece bir müzakere gücü haline gelmek; bir anayasal uzlaşma ortaya çıkartacak, bir taraf olabilmek, demokratik toplum tarafını örgütlü olarak var etmek. Demokratik siyasetin rolü, misyonu ve görevi budur. HDP bu düzeye gelirse rol oynar. Yoksa devlet beni kabul etsin biçiminde her şeyi devletten beklerse hiçbir şey yapamaz, kendisini de doğru tanımlayamamış olur, çünkü o devletten doğmadı, devrimci direnişten doğdu, halk direnişinden doğdu. Onu örgütleyip devlet karşısında demokratik siyaset temelinde bir anayasal çözüme götürmekle yükümlüdür. Bunu başardığı ölçüde rolünü, görev ve sorumluluğunun gereğini yerine getirmiş olur, tarihsel büyük bir rol oynamış olur.

Önderlik bu konuda “büyük bir teorik, ideolojik boşluk var” dedi. Toplumu örgütlemede, bilinçlendirmede, eğitmede yoksun; kendisinin ortaya çıktığı kaynaklardan yoksun; yani yaratıcı değil, mücadeleci değil, örgütleyici değildir. Dar, söylemci, marjinal, iddiacı aslında devlet ortamında siyaset yapmayı öngörüyor. Onunla ayakta kalacağını var olacağını sanıyor, büyük bir yanılgı içindedir.

 

Kürt Halk Önderi Önderi Abdullah Öcalan; “İster egemenler ister boyun eğdirilmişler açısından olsun bütünlük esastır. Bütünlükle birlikte kavranması gereken diğer husus yerel farklılıktır’’ vurgusu yapmış,Eğer ulus-devletler bu gerçekleri ve demokratik anayasal çözümleri kabul etmezlerse, (halklar) kendini demokratik özerk bir siyasi otorite olarak yaşatabilecek ve savunabilecek güç ve kararlılıktadır’’ değerlendirmesinde bulunmuştu. Bu bağlamda; tekçi, inkar ve imhayı esas alan AKP-MHP faşizminin bu bütünlüğü inkar eden yaklaşımla varlığını kalıcılaştıramayacağı göz önünde bulundurulduğunda, demokratik siyasi çözümün görmezden gelinmeye devam edildiği bir ortamda Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin tutumu nasıl olacaktır?

Çok açık ve net ifade edelim: Öyle tartışma götürmeyen bir durumdur. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin tutumu, AKP ne yapıyor, MHP ne yapıyor, devlet ne yapıyor? biçiminde hep bu sorulara kendilerini kilitleyen, onlara bakan, devletten bir şey bekler konumda olan bir durum olmayacak; tam tersine kendini eğiten, örgütleyen, kendi demokratik toplum yaşamını organize eden, sürdüren, büyüten ve böylece özgür ve demokratik toplum varlığına yönelen her türlü saldırı karşısında savaşarak, direnerek onu kıran bir mücadeleciliği gösterecek. Mücadelesiz demokrasi olmaz. Önder Apo “demokrasinin dili eylemdir” dedi. Eylemsiz bir demokrasi olmaz. Radikal demokrasi olarak da bu demokrasiyi yanlış tanımlamalardan ayırmak istedi. Doğru bir demokrasi anlayışı kazandırmak istedi. Bu bakımdan mücadele edecek. Sadece devlet beni kabul etsin, devlete kabul ettireyim diye olmayacak.

Şunu söylemek istiyorum: Farz edelim ki bir gelişme sağladı, demokratik toplum örgütlülüğü oldu, belli bir düzeyde bir uzlaşma arayışına girildi, görüşmeler oldu devlet + demokrasi uzlaşması ortaya çıktı, ama bu mücadele bitti, farklılıklar bitti, artık çelişkiler bitti anlamına kesinlikle gelmiyor. Yeni bir türde çelişkilerin, buna dayalı mücadelenin ortaya çıkması anlamına geliyor. Mücadelenin yeni biçimler, türler kazanmasını ifade ediyor, ama mücadele yine vardır. Çünkü çelişkiler var, farklılıklar var. Devlet bir şey vermişse, kendisinden bir şey kaybetmişse fırsat yakalayıp onu geri almak için mücadele edecektir. Dolayısıyla, bir; devletten gelebilecek her türlü saldırıya karşı kendi gücünü korumak için demokrasinin direnmesi gerekiyor. İki; devletle sürekli uzlaşmak zorunda değildir. Devlet var olduğu kadar özgür ve demokratik yaşamı engelliyor demektir, özgür ve demokratik yaşımın ilerlemesi için devletin sürekli daraltılması, sınırlandırılması, küçültülmesi ve sonunda yok edilmesi lazım. Yani devletsiz toplum var olamaz diye bir gerçeklik yok, toplumsuz devlet var olamaz, ama devletsiz toplum var olur. Geçmişte var idi, bugün de var olabilir. Devlet sonradan ortaya çıkmış bir sapma bir sömürü biçimidir, toplum değil. O bakımdan gerçek özgür ve demokratik topluma ulaşmak için devleti yok edici bir mücadele yürütmek gereklidir.

Bu bakımdan da Kürt halkının, demokrasi güçlerinin tutumu her zaman kendini eğitmek, bilinçlendirmek, örgütlemek ve mücadeleci kılmaktır. Gerçekleri ve doğruları görerek nasıl bir örgüt ve eylem içinde olması gerekiyor, yaratıcı bir biçimde bu sorunun cevabını bulup aktif bir biçimde cesaret ve fedakarlıkla öyle bir mücadeleyi yürütmek olacak. Bu kesinlikle gereklidir. İşte şimdi seçim oluyor, faşizm darbe yiyor. Yarın İstanbul seçimi olacak AKP-MHP faşizmi darbede yiyebilir, gerileyebilir de hatta yıkılabilir Tayyip Erdoğan yönetimi iktidardan bile düşebilir. Örneğin Tayyip Erdoğan yönetimi 23 Haziran seçiminden sonra iktidardan düştü, mücadele bitti her şey ortadan kalktı değildir. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi hiç durmadan yeni biçimlerde devam edecektir. Özgür ve demokratik yaşamı geliştirmek için sürecek. Belli bir darbe yedi biraz geriledi, kendini güçlendirmek için faşist saldırıları sürdürüyor, ona karşı da mücadele edecek. Dolayısıyla mücadele esastır. Mücadelesiz varlık olmuyor. Mücadelesiz yaşam olmuyor, mücadelesiz özgürlük ve irade olmuyor, ruh ve duygu olmuyor. Dolayısıyla mücadele ederek, çalışarak bilinç ve örgüt geliştirerek var olacağız ve yaşayacağız. Yaşamı mücadelesiz gören zihniyet, hastalıklı ve ölü zihniyettir. Bir defa o zihniyetten kurtulmak lazım. İşte egemen faşist güçler toplumları böyle bir zihniyetten uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Toplum kırımın en büyük tehlikesi budur. Mücadelesiz, rahat, böyle ot gibi -otlara da hakaret oluyor- ama bir yaşamın var olması var olduğunun sanılması, aranması gibi bir durumun insan beyninde yaratılması oluyor. Bireyin ve toplumun faşist zihniyet tarafından en çok zayıflatıldığı, geriletildiği nokta budur. Bu yanlıştır, buradan kurtulmak lazım. Bu zihniyeti kesinlikle kırmak gereklidir.

Yaşam felsefemizin doğru olması lazım. Mücadelesiz var olunamayacağının, özgür ve demokratik yaşanamayacağının bilinmesi lazım ve mücadeleciliğin bir yaşam gerçeği olarak esas alınması lazım. Ama mücadelede de hayalci, tepkici, sekter olmamak lazım. Mücadelenin yol ve yöntemlerini, tarz ve üslubunu da doğru kılmak gerekiyor. “Ayağı yere basan” denir, somut gerçekliği doğru gören, kendisini de karşıtını da iyi tanıyan ve gerçekten de sonuç alıcı, başarı elde edici, hep inşa edici, kazanımcı bir mücadeleyi öngörmek esastır. Tarzı yaratıcı, üslubu kazanımcı olmalıdır. İnşa edici, geliştirici, güçlendirici olmalıdır. Böyle bir mücadelecilik, sonuç alıcı başarıya götüren mücadeleciliktir. Biz Önder Apo’dan bunu öğrendik, hareket ve halk olarak uygulamaya çalışıyoruz. Eksiklerimiz oluyor, eskinin etkisinde kalmamız oluyor, Önder Apo bunları haklı olarak eleştiriyor, bizi yanlışlardan kurtarıp düzen etkilerinden kurtarıp doğruya çekmeye çalışıyor. Biz de bu temelde gerçekleri daha çok anlamaya, özeleştiriyle kendimizi yetkinleştirip doğru Apocu çizgide başaran, hep gelişme yaratan ve zafer kazanan bir mücadele yürütmeye çalışıyoruz. Bugün böyleyiz, yarın da böyle olacağız. Ne kadar gelişme sağlar başarılı olursak da yine böyle devam edeceğiz, zayıf düşsek de umutsuz olmayacağız, kendimizi özeleştiriyle toparlayıp tekrar başarı kazanan bir mücadele gerçeğine ulaştıracağız. Yaşamın bize öğrettiği budur, bu tarzın da başarı getirdiği ortadadır.

Bu temelde savunmalar üzerinde daha çok yoğunlaşmak, Önder Apo’nun felsefesini, ideolojik-siyasi duruşunu, mücadele tarz, üslup ve temposunu doğru ve yeterli anlayan ve başarıyla uygulayan bireyler ve topluluklar haline gelmek için araştırma-inceleme yapmayı, tartışma yapmayı önemsiyoruz. Bu tartışmaları da bunun bir parçası olarak gördük ve ele aldık, anladığımız kadarıyla kısa dar bir çerçevede biraz katkı sunmaya çalıştık. Eğer başarılı olduysa, belli bir katkı olduysa ne mutlu diyoruz ve bu temelde herkesi yaşam gerçeğini Önder Apo’nun önümüze koyduğu temelde ve onun mücadeleyle bağını daha doğru anlamaya ve bu temelde özgürlük ve demokrasi mücadelesini daha örgütlü, etkili ve bütünlük içerisinde yürütmeye çağırıyoruz.