‘Türk devleti yeni sistemde Kürtlerin yer almasını istemiyor’

Süleymaniye'de düzenlenen, “Ortadoğu'daki değişimler, bölgenin geleceği ve Kürtler” konulu konferansta konuşan Varto, Türk devletinin Ortadoğu’da yaşanan değişim ve yeni kurulacak sistemde Kürtlerin yer almamasını istediğine söyledi.

“Ortadoğu'daki değişimler, bölgenin geleceği ve Kürtler” konulu konferans devam ediyor. Konferansta bir konuşma yapan KCK Dış İlişkiler Komitesi üyesi Serhed Varto, Başur ve Rojava Kürdistan’ına dönük işgal saldırılarının bu maksatla olduğunu kaydetti.

Süleymaniye’de sabah saatlerinde başlayan konferansta gün boyu düzenlenen panellerde bölgede yaşanan sorunların çözümüne ilişkin önemli değerlendirmeler yapıldı.

Konferansa “Türkiye’nin Başurê Kurdistan’ı işgalinin nedenleri ve hedefleri” konulu bir sunum yapan KCK Dış İlişkiler Komitesi üyesi Serhed Varto dünya sisteminin büyük bir yapısal kriz içinde olduğunu söyledi.

Kriz ve kaosun en fazla, Ortadoğu’daki savaş ve çatışmalarda açığa çıktığını da kaydeden Varto, “Dikkat edilirse, dünyanın ve bölgenin belli başlı bütün güçleri, Ortadoğu’daki savaşın içerisinde yer almaktadır. Bu anlamda Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşıdır. Bu savaşı, 1. ve 2. dünya savaşlarından ayıran en önemli özelliği, tarafların sınırlı güç kullanmasıdır” dedi.

Varto konuşmasında şunları dile getirdi:

“Hiç kuşkusuz, tıpkı 1. ve 2. dünya savaşlarının neticesinde olduğu gibi, bu savaşın neticesinde de yeni bir Ortadoğu ve dünya sistemi kurulacaktır. Kürtlerin yeni sistemde yer alıp almayacağı, bu savaşın en önemli konularından biridir. Bu konu, yeni sistemin hem biçimini hem de özünü belirleyecektir. Eğer Kürtler yeni sistemde yer bulurlarsa biçim olarak ulus devletler zayıflayacak, içerik olarak da Ortadoğu demokratikleşecektir. Hiç şüphesiz Kürtler, tek başlarına bu savaşın konusu değildirler; Hiçbir güç de Kürtler statü kazansın ve Ortadoğu demokratikleşsin diye bu savaşa girmiş değildir. Bu konuda kesinlikle kendimizi yanıltmamalıyız.

Ama Kürtlerin statü kazanmaması, yeni Ortadoğu sisteminde yer almaması ve Ortadoğu’nun demokratikleşmemesi için bu savaşa giren güçler vardır. Bu güçlerin en önemlisi de Türkiye’dir. Dünya sistemi, başından beri Türkiye’yi, Ortadoğu’daki ulus devlet sisteminin bekçisi olarak kurguladı. Türkiye Cumhuriyeti de kendi ulus devletini Kürtlerin ve diğer halkların inkarı ve asimilasyonu üzerinde inşa ettiği için, Kürtlerin varlığını hep kendisi için en büyük tehdit olarak gördü. Bunun için de sadece Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin durumuyla ilgilenmedi; diğer parçalardaki Kürtlerin durumunu da yakından takip etti. Kürtlerin bir varlık ve hak kazanmamaları için, sürekli olarak İran, Irak ve Suriye’yle yakın temas içerisinde oldu. Bu amaçla Sadabad, Bağdat ve CENTO paktlarının kuruluşuna ön ayak oldu. Hatta bir zamanlar Mısır radyosu Kürtçe yayın yapamaya karar verince, Türkiye oraya bile müdahale etti.

Tüm bunlara rağmen, başta Kuzey Kürdistan olmak üzere, her parçada Kürtlerin mücadeleleri büyüdükçe Türk devletinin korkuları da büyüdü. Devlet, Kürtlerin varlığını, kendi yokluğu olarak gördü. Bu nedenle de tüm Kürtlere açık bir düşmanlık ilan etti. 2001’de, ABD’de ikiz kuleler vurulunca, ABD’nin öfkesini, terörizmle mücadele adı altında Kürtlere yöneltmeye çalıştı. Bunda başarılı olamadı. 2010 yılında, ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk isyanları başladığında da bunu hem yeni Osmanlıcılık zihniyetiyle Ortadoğu’ya hakim olmak için, hem de Kürtleri tasfiye etmek için bir fırsata dönüştürmek istedi. TC devleti, DAİŞ ve Nusra gibi onlarca örgütü bu amaçlar için destekledi ve kullandı. DAİŞ’in, aynı dönemde hem Kobanê’ye hem de Hewlêr’e saldırması, kendi siyaseti ve iradesi değildi. TC devletinin siyaseti ve kararıydı. DAİŞ, Şengal, Maxmur ve Kobanê’de kırılınca TC devleti, yeni Osmanlıcılık siyasetini geriye çekerek, tüm siyasetini tamamen Kürt düşmanlığı üzerine inşa etti. İç siyasette kurulan AKP-MHP-Ergenekon ittifakı da dış siyasette Rusya, İran ve Suriye rejimleriyle kurulan ittifak da TC’nin Kürt düşmanlığı politikasının sonucudur. TC devleti, Kürt düşmanlığı nedeniyle hem 90 yıllık dış politikası ve müttefiklerinden uzaklaştı; Ortadoğu siyasetinin merkezine Kürt soykırımını koydu.”

Türk devletinin şimdi bir yandan Kürtlerin bir şey kazanmaması için herkese taviz verdiğini, bir yandan da her parçadaki Kürt kazanımlarına saldırdığını da sözlerine ekleyen Varto, “Bu durumu iyi gören güçler de bundan yararlanmaktadır. Efrîn’de yapılan buydu. Rusya, İran ve Suriye rejimi, başka bazı tavizlerin yanında, Kürtleri teslim almak için TC’nin Efrîn’e saldırmasına onay ve destek verdiler. Aynı durum Güney Kürdistan’ın işgali için de geçerlidir. Sömürgeci güçler, kendi Kürt karşıtlığı politikalarını, Türkiye’nin eliyle yürütüyorlar. Türkiye ise, Kürt düşmanlığını bütün sömürgeci güçler adına yapıyor. Burada Irak’ın durumuna bir şerh koymak gerekiyor. Kürtlerin, Irak devletiyle bazı sorunları olmakla birlikte, Irak, anayasal olarak Kürt varlığını ve statüsünü tanıyan tek ülkedir. Aslında TC devleti, referandum sürecindeki sorunlardan da yararlanarak, Irak’ı yeniden Kürt karşıtı bir siyasetin içerisine çekmek istiyor” dedi.

Türkiye’nin Efrîn ya da Güney Kürdistan’ı işgal ederken hedefinin Kürtler olmadığını, PKK, YPG ve PYD’yi hedeflediğini söylemeye özen gösterdiğini de belirten Varto, bunun da sömürgeciliğin çok eski bir demagojisi olduğunu da sözlerine ekledi.

Türk devletinin Rojava, Güney Kürdistan’ı işgalindeki asıl hedefinin Kürtler olduğunu da vurgulayan Serhed, Kürt kazanımlarının Türk devleti, Rojava’nın statü kazanmasını engellemek olduğunu, Güney Kürdistan’ın statüsünü ortadan kaldırmak istediğini de belirtti.

‘BÖLGE YÖNETİMİ İŞGALE KARŞI BİR TUTUM ALMADI’

Türk devletinin işgal saldırılarına karşı Kürdistan Bölge yönetiminin net bir tutum ortaya koymadığını da söyleyen Serhed, “Bunlar aksine, ‘PKK olmasaydı, işgal de olmazdı’ söylemiyle, işgali meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Doğrusu, referandum sürecinde, Erdoğan ve Bahçeli’nin, kendilerine ve halkımıza yaptığı onca hakaretten sonra, böyle davranmalarını anlamak çok zordur. Bunun ne siyasette ne sosyolojide ne de ahlakta bir yeri vardır. Bunca hakarete rağmen KDP’nin işgali kınamaması, onun bu işgal harekatı temelinde TC ile kirli ilişki içerisinde olduğunu gösterir. Yoksa hiçbir egemen güç, sömürgeci bir ordunun kendi ülkesine girmesine sessiz kalmaz. Hiç kuşkusuz KDP’nin, TC. İşgalinin arkasına gizlediği bazı hesap ve planları vardır” diye konuştu.

“Güney Kürdistan’daki siyasi partilerin çoğu işgale karşı tepki ve protestolarını ortaya koydular. Bunlar, oldukça değerli ama yetersizdir. Tepkiler daha çok açıklamalar, kınamalar ve sivil bazı eylemlerle sınırlı kalıyor. Eğer işgal edilen topraklar, dost bir ülkenin toprakları olsaydı, bunlar yeterli olabilirdi. Ama işgal edilen topraklar bizim ülkemizdir. Sadece kınama, açıklama ve sivil eylemlerle işgalcileri püskürtemeyiz. Bu konuda çok daha ciddi siyasi, diplomatik, toplumsal ve askeri eylemlere ihtiyaç vardır” diyen Sehded, en başta da Güney Kürdistan Parlamentosu ve hükümetinin işgale karşı resmi tutumunu ortaya koyması gerektiğini söyledi. Aksi halde de hükümetin toplum nezdinde zan altında kalacağını da belirtti.

Serhed şöyle devam etti: “Güney Kürdistan halkımız, sivil toplum örgütleri, aydın, yazar ve sanatçıları, daha ilk günden işgale karşı tutumlarını eylemleriyle ortaya koymuşlardır. Gençler ve kadınlar bu eylemlere öncülük yapmıştır. Zaten yüz yıl boyunca kesintisiz bir biçimde sömürgeciliğe karşı direnen bu halkın, barbar TC sömürgeciliğine sessiz kalması da beklenemezdi. Eylemler yaygın olmakla birlikte, hem yeterince örgütlü değil, hem de işgali püskürtmeye yetmemektedir. Bu nedenle işgal karşıtı mücadele ve eylemlerin ortak bir örgütlülüğe kavuşturulması gerekmektedir. Bu bağlamda işgal karşıtı mücadele ve eylemler kendisini siyasi, diplomatik, serhildan ve öz savunma alanlarında örgütlülüğe kavuşturmalıdır. Örgütlülük ve eylem hem işgalcileri geriletmeli hem de çeşitli yerel, bölgesel ve uluslararası güçleri, işgale karşı tavır almaya zorlamalıdır.

Biz bu temelde halkımızın, kendisini işgale karşı her düzeyde örgütleyeceğine ve irade oluşturacağına inanıyoruz. Hareket olarak işgale karşı ilk günden itibaren büyük bir direniş içerisindeyiz. Gerilla, destansı direnişiyle işgalcilere büyük darbeler vurmaktadır. Bu nedenle işgalciler aylardır Lêlîkan’da birkaç tepeye çakılmış ve ilerleyemez durumdadır. Hiç şüphesiz bu direnişi zafere kadar sürdüreceğiz. Halkımızın özgürlük ve kazanımlarına yönelik saldırılar nereden gelirse gelsin, tıpkı Şengal, Maxmur ve Kobanê’de olduğu gibi halkımızla beraber direneceğimiz ve kazanacağımız şüphesizdir.”