Sömürge hukukunun tetikçisi kayyumlar - I

Son derece bilinçi, planlı ve Türk devlet kodlarına uygun olarak belediyelere atanan kayyumlar, yeniden Türkleştirme için seferber olarak sömürge hukuku uygulamakla yetinmeyip büyük bir yolsuzluk ve talana da imza attı.

Kayyum sonrası belediyelerin taşınmaz mülkleri haraç mezat işbirlikçilere peşkeş çekilerek satıldı ve sadece 2 yılda belediyeler yine borç batağı içine itildi. Kayyumların hizmette değil rantta yarıştıkları Sayıştay raporlarıyla da ortaya döküldü.

OHAL gerekçesi ile yayınlanan 674 Sayılı KHK ile Cumhurbaşkanı’na belediyelere kayyum atama, valilere ise belediyelerin taşınır mallarına el koyma ve çalışanlarını görevden uzaklaştırma yetkisi verildi. Bu KHK’ye dayandırılarak HDP’nin bileşeni olan DBP’den seçilen belediyelere 11 Eylül 2016 itibarıyla el konularak kayyum atamalarına başlandı. 3 büyükşehir belediyesi olmak üzere, 10 il, 63 ilçe ve 22 belde ile DBP’li toplam 95 belediyeye devletin memurları atandı. Buna paralel olarak Kürdistan’da kamuda ve belediyelerde çalışan 15 bine yakın Kürt işçi ve memur, 300’e yakın muhtar ihraç edildi. HDP Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ve milletvekilleri Selma Irmak, İdris Baluken, Gülser Yıldırım, Sabahat Tuncel, Ferhat Encü, Abdullah Zeydan, Çağlar Demirel, Sırrı Süreyya Önder’in yanı sıra 93 belediye eşbaşkanı, yüzlerce belediye meclis üyesi ve il genel meclis üyesi ve sayısı binleri aşan parti il ve ilçe teşkilatlarında çalışan parti yöneticisi ve çalışanı tutuklandı. Kayyumlar, vakit kaybetmeden asimilasyoncu imha politikalarını uygulamaya koyuldu.

DEVLET MEMURLARI ATANDI

Kayyum atamaları son derece planlı, ideolojik bir hamle olup Kürt kentlerindeki yerel yönetimleri merkezi devletin uzantısı haline getirme çabasının da önemli bir parçasıdır. Türk kentlerinde görevden alınan belediye başkanlarının yerine yine meclis içinden seçilmiş bir kişi atanırken, Kürdistan’da görevden alınan belediye eşbaşkanlarının yerine vali ve kaymakamlar doğrudan devletin yerellerdeki temsilcisi olarak atandı. AKP iktidarı, DBP’li belediye başkanlarının belediye hizmeti vermediğini ve kaynakların dağa gönderildiğini, atanan kayyumların ise kentlere hizmet getirdiğini iddia ederek meşruiyet arayışına girdi.

DEVLET KENDİSİNİ YALANLADI

Bütün bunların yalan olduğu devletin kendi belgelerine yansıdı. 1999’dan kayyum atamalarının yapıldığı güne kadar geçen süre içinde Maliye ve İçişleri müfettişleri sürekli olarak belediyelerde kaldı, bütün hesapları ve işlemleri didik etti. Öyle ki, belediyelerde müfettişler için makam odaları bile tahsis edildi. Bütün bu araştırmaların ve Sayıştay raporlarının sonuçlarından da görüleceği gibi, usulsüz tek bir işleme ve hizmet dışında harcanmış tek kuruşa rastlanmadı. Neredeyse bütün belediyeler ürettikleri hizmetlerin yanında, ekonomik çöküntü halinde devraldıkları önceki yönetimlerin borçlarını ödeyip kasalarında para bıraktı. AKP’nin iddialarının tam tersine, kayyum sonrası belediyelerin taşınmaz mülkleri haraç mezat işbirlikçilere peşkeş çekilerek satıldı ve sadece 2 yılda belediyeler yine borç batağı içine itildi. Kayyumların hizmette değil, rantta yarıştıkları Sayıştay raporlarıyla da ortaya döküldü.

ASİMİLASYON VE HAFIZA KIRIMI

Kayyumların en önemli diğer pratikleri ise asimilasyon ve hafıza kırımıdır. İşgal eder gibi büyük bir polis gücüyle girdikleri belediyelerde ilk işleri çok dilli belediye tabelalarını indirmek oldu. Belediye binaları karakollara çevrildi, Kürtlerin pek çok tarihsel ve kültürel değerine ve hafıza mekânlarına çeşitli saldırılar gerçekleştirilmiştir. ‘Kayyum Rejimi’ geçmişteki inkâr, asimilasyon ve imha politikalarının bir devamıdır. Kayyumlar, belediye yetkilerini önemli oranda aşan yetkilerle donatılarak, ortak bir amaç çerçevesinde ve planlarını sistemli bir şekilde hayata geçirmeye çalıştı. Onların eliyle bir anlamda sömürge hukuku uygulandı.

MEKANIN YENİDEN ‘FETHİ’

Belediye binaları adeta karakola dönüştürüldü. Politika ve uygulamaları, şiddeti yeniden tetikledi ve belediye binaları irade gaspıyla birlikte şiddetin ve güvenlik politikalarının merkezleri haline getirildi. Belediyeler, halktan izole edildi, halk tehlikeli görüldü ve belediyenin kamusal hizmetleri güvenlik duvarlarının içine hapsedildi. İki yıldır, yurttaşlar belediyeden bilgi almak için bile gittiğinde önce güvenlik turnikelerinden üst aramalarına maruz kalarak geçiyor. Belediye bahçelerinde sürekli savaş araçları, TOMA ve akrepler duruyor. Belediye kapısında ve bina içinde de uzun namlulu silahlarla bekleyen PÖH elemanları ve diğer devlet güçleri koridorlarda keyfiyete göre dolaşıyor.

KAYYUMLAR VE ÖLÜM SİYASETİ

Kayyum rejimi boyunca temsiliyet gaspı ve otoriterlik, belediyelerin bütün mekanizmalarında ortaya çıktı. Bu süreç boyunca belediye meclisleri ve meclis üyeleri tamamen işlevsiz hale getirildi. Seçilmiş belediye meclis üyeleri ile hiçbir şekilde toplantılar yapılmadı. Kent konseyleri, mahalle meclisleri tamamen siyasal alanın dışına itildi, kent ile ilgili tüm kararlar kayyum etrafında oluşan dar bir grup tarafından alındı. Cenaze merasimleri dahi yapılamadı, mezarlıklar tahrip edildi. Çatışmalarda hayatını kaybedenlerin gece defnedilmeye zorlanması, aile bireylerinin dahi defin törenine katılımının sınırlandırılması, cenaze merasimlerinin ve taziyelerinin kamusal alanda kurulmasının engellenmesi yürürlüğe konuldu. Adli Tıp Kurumlarında cenazeler bekletildi, teşhis edildiği halde cenazeler ailelere verilmeyip DNA testleri istendi, bu testlerin aylarca sürmesi ile de cenazeler kimsesizler mezarlıklarına defnedildi. Yani devletin şiddetinden sadece yaşayanlar değil, Kürt ölüleri de nasibini aldı.

Kürtlerin ölülerine karşı gerçekleşen kötülük, büyük bir hafıza kırımı olarak kendini gösteriyor. Şêx Seîd, Seyîd Riza, Saidê Kurdî gibi Kürt halk öncülerinin mezar yerlerinin bugün hâlâ bilinmemesi devletin Kürtlerin ölülerine dönük sistematik politikasının devrede olduğunu ve bu politikanın hafıza ile doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor. Bugün Kürtlerin ölülerine yapılan kötülüklerin 30’lu yıllarda gerçekleşen pratiklerle ve Vedat Aydın’ın cenaze töreninde olduğu gibi 90’lı yıllarda yine Kürt öncülerinin ölü bedenlerine yönelik yapılan kötülüklerle bağı var. Bu uygulamalar, devletin nekro-siyasetinin bir parçası.

Bütün toplumlarda mezarlıklar o toplumun hafızasıyla güçlü bir bağ oluşturuyor. Her mezar, bedenin coğrafyaya kazınmasıdır; Kürdistan’da mezarların tahrip edilmesi ve/veya cenazelerin mezarlardan çıkarılması tam da bu nedenle mekânın hafıza kırıma uğratılması anlamına geliyor.

Kürdistan’da belediyelere kayyumların atanması ile beraber cenazelere araçların tesis edilmemesi ve Diyanet imamlarının cenazeleri yıkamayı reddetmesi gibi toplumu dehşete düşüren pratikler olağanlaşmaya başladı. Geleneksel, kültürel, dinsel ve etik değerleri reddeden devlet, ölülere yapılan kötülükleri “devletin güvenliği” çerçevesinde ele aldı/alıyor. Birçok ölünün mezar taşları kayyumların gece yarısı “mezarlık operasyonları” ile kırılıp değiştirilerek Kürtçe ifadeler yerine Türkçe ifadeler yazıldı. Kayyumların bu pratiği bu nedenle hem hafıza kırımı hem de asimilasyon pratiği olarak kendini gösterdi. Aynı dönemde, bazı mezarlar belediyelerin iş makineleri ile yerle bir edildi. Bitlis’in Yukarı Olek Köyü’ne bağlı Xerzan Mezarlığı’nda 267 cenazenin olduğu mezarlık yıkılarak kemiklerin mezardan çıkarıldığı gibi bazı yerlerde devlet güçleri ailelere dahi haber vermeden cenazeleri kaçırarak yerinden etti. Kayyum atanan belediyeler ve devletin Adli Tıp gibi farklı kurumları da ölülere yönelik gerçekleştirdikleri kötü pratiklerle aynı hıncı bünyesinde taşıyan kurumlar haline geldi.

Cenazelere araç temin edilmesi, defnedilmesi sürecinde ailelere destek verilmesi ve taziye için yer tesis edilmesi; ölenin ve yakınlarının dini, dili, kültürü, ideolojisi ve politik görüşü ne olursa olsun belediyelerin yurttaşlara sunması gereken kamusal bir hizmettir. Yaşamını yitirmiş insanların bütün medeniyetlerde kutsal bir değeri ve hatıra sembolü olan bir mezara sahip olma hakkı vardır. Bu hak, kanunla yazılı olarak düzenlenmeyi bile gerektirmeyecek kadar doğal ve tartışmasızdır. Tarih boyunca bütün inanç, kültür ve toplumlarda bireylerin kendi geleneklerine ve örf adetlerine uygun biçimde layıkıyla gömülme hakkı olmuştur.

Ölenin yakınlarının ise defnetme, dini ve ahlaki görevlerini yerine getirme ve insani değerlere uygun biçimde son yolculuğa uğurlama, matem tutma ve ölüyü anma hakkı bulunmaktadır. Bu konuda örf, adet, gelenek, görenek ve inançlar toplumun temel referanslarıdır. HDP Milletvekili Nimetullah Erdoğmuş’un bu konu ile ilgili söyledikleri dikkate değerdir: “Bir insan vefat edince kim olursa olsun, inancı, milliyeti ve cinsiyeti ne olursa olsun, düşman olur, dost olur, hangi şartlar ve sebeplerle yaşamını yitirmiş olursa olsun, örfümüzdeki uygulama hepimizin bildiği gibi cenazeye ayrı bir saygı duyularak bir an önce teçhizi, tekfini, defin işlemi ve taziyesi gerçekleştirilir. Bu bir haktır, hem cenaze sahipleri yakınları ve etrafı için ilahi doğal bir haktır hem de bizzat ölen insanın hakkıdır. Cenazeyle ilgili defni ile ilgili namazıyla ilgili farz-ı kifaye denilmiştir ki yani belli bir kesim tarafından o vazife, o vecibe, o sorumluluk yerine getirilmezse bütün ülke insanı o vebalin altındadır. Maide Süresi sekizinci ayeti kerime mealen diyor ki; ‘Bir kavme olan kininiz veya düşmanlığınız sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin.’ Ulema buradan birçok sonuç çıkarır. Senin karşındaki düşman da olsa ona karşı adil davranmak zorundasın. Bu gün aileler devletten hizmet beklemiyorlar, beklememektedirler, böyle de bir talepleri yoktur. Sadece talep şudur; bizim cenazelerimizi alma, defnetme, dini vecibelerini yerine getirme konusundaki engellerin bir an önce kalkması gerekiyor. Devletin görevi yurttaşların maruz kaldığı travmatik süreçlerin atlatılmasında sorumluluk sahibi olmaktır, travmayı sürekli acıya dönüştürmek değildir. Bugün devletin Kürtlerin ölülerine yönelik gerçekleştirdiği pratikler yalnızca ölüleri değil, geride kalan sevenlerinin belleğini derinden yaralamakta ve toplumda ciddi bir yara oluşturmaktadır.”

Devam edecek…