Karayılan: 21. yüzyıl gerillası gelişiyor

Halk Savunma Merkezi Karargah Komutanı Karayılan, “Kürdistan somutunda 21. yüzyıl gerilla modelini ve çizgisini geliştiriyoruz. Kararlılığımız ve ısrarımız çok net ve keskindir” dedi.

ANF’ye konuşan Karayılan, HPG toplantısında kararlaştırılan Yeniden Yapılandırma Projesi’nden bahsetti.

Karayılan, bu projenin klasik gerillanın tümden aşılması, savaş, hareket, üslenme ve örgütlenme tarzının ve sisteminin tümden değişimini öngören, gerillayı adeta yeniden yaratan bir proje olduğunu belirtti.

Halk Savunma Merkezi Karargah Komutanı Murat Karayılan, projeyi şöyle özetledi: “Bununla gerillanın savaş, hareket, üslenme anlayışında çok köklü bir değişimi öngörüyoruz. Çağın gelişen teknolojisine karşı durabilen, düşman istihbarat ve tekniğini boşa çıkarabilen, gerilla taktik ve tekniğini yetkince kullanarak zafere yürüyebilen 21. yüzyıl gerillası. Gerektiğinde çok küçük birimler halinde araziye serpilen, gerektiğinde koordineli gerilla tarzıyla yoğun ve yaygın biçimde düşmanı vurabilen, gerektiğinde ortaya çıkıp hedefleri yok edebilen gerektiğinde aniden kaybolabilen, adeta bir hayalet ordusu. Teknikte oldukça yetkin ve uzmanlaşmış, partileşmede netleşmiş; parti yaşam ölçülerine sahip, askeri kültür, disiplin ve gizlilik esaslarını yaşamının vazgeçilmez bir parçası haline getirmiş; savaş konusunda taktik zenginliği yakalayabilen profesyonel modern gerilla. Kürdistan’da zafer gerillasını yaratma esasları üzerinde yoğunlaşıyor ve şu anda bunu pratikleştirmenin çabalarını geliştiriyoruz.”

HRK VE ARGK’DEN HPG’YE...

Karayılan, Kürdistan’da ordulaşma tarihini, ana kesitleri; zaaf, eksiklik, başarı ve değişim gereksinimleriyle birlikte anlatarak, siyasi paradigma değişimi ile teknolojik değişimin askeri yapılanma ve savaşa etkilerini izah etti.

HRK, ARGK ve HPG’ye uzanan çizginin, temel motivasyonunun altını çizen Karayılan, açık ve net bir şekilde yeniden yapılanmanın zorunluluğunu, model ve strateji değişiminin tüm unsurlarını paylaştı.

-Genel bir soruyla başlamak istiyoruz. Doğal ve meşru savunma sisteminden devletlerin zor aygıtı orduya nasıl varıldı ve bunun karşısında ne yapıldı?

Doğadaki her canlının sahip olduğu bir savunma sistemi vardır. Hem doğanın zorlu mevsimsel koşullarından hem de diğer canlıların saldırılarından dolayı, bir savunma mekanizmasına sahip olmayan canlılar varlıklarını sürdüremezler, yok olup giderler. Doğadaki her hayvanın ve bitkinin mutlaka kendini savunma sistemi vardır. Yaşamı korumaya dönük savunma, tarih boyunca meşru ve kutsal bir görev olarak ele alınmıştır. Doğal toplumdan günümüze kadar insanların savunma tarzında koşullara göre büyük değişimler yaşanmıştır. Doğal toplumun bütün birikimini tahakkümüne alan egemenlikçi-devletçi zihniyet, doğal toplumun bütün değerlerinde olduğu gibi, öz savunma sistemini de çarpıtarak ordulaşma düzeyine çıkarıp kendi çıkarlarının zor aracı haline getirmiştir.

Büyük işgalci ve talancı orduların saldırısına maruz kalan ezilen sınıf ve toplumlar, bu saldırılar karşısında direnmek ve özgürce var olabilmek için halk ordularını kurmaya yönelmişlerdir. Açık ki, ordu olgusu aslında toplum üzerinde tahakküm kurmayı amaçlayanların aracı halinde ortaya çıkmıştır. Fakat devrimciler buna karşı devrimci ordular kurarak, özgürlüğe yürümek zorunda bırakılmışlardır. Kısacası, topluluklar ve toplumlar kendi özgürlüklerini, yaşam tarzlarını ve kültürel hakikatlerini savunabilmek ve de devam ettirebilmek için değişik formlardaki örgütlenmelere gitmişlerdir. Bunlar; kabile, aşiret ve aşiret konfederasyonu örgütlenmesi tarzında gelişen, özü itibariyle toplumun kendini çok boyutlu savunmasını içeren toplumsal yapılardır. Ancak egemen sınıflar, bunu daha üst bir aşamaya taşırarak ordulaşma, devletleşme ve iktidarlaşma (askeri zor, ideolojik tahakküm ve ekonomik sömürü) biçiminde somutluk kazanmış olan orduyu günümüzdeki devlet gerçekliğiyle büyük bir tahakküm sistemi haline getirmişlerdir.

KÜRDİSTAN’DA ORDULAŞMA

-Kürdistan’da ordulaşma gelişti mi veya savunma biçimi neydi?

Kürdistan’da Med İmparatorluğu’ndan sonraki süreçte herhangi bir ordulaşma durumunun gelişmesinden ziyade Kürtler daha değişik toplumsal formları geliştirerek ve belli düzeyde kendini savunarak bugünlere kadar geldi. Zaman zaman kimi Kürt mirleri on binleri aşan savunma yapıları oluştursalar, yine Başûr ve Rojhilat’ta pêşmerge örgütlenmeleri geliştirilse de Kürdistan genelinde sistematik bir savunma mekanizmasının geliştirildiğine rastlamıyoruz.

Özellikle ateşli silahların gelişmesi, bununla birlikte orduların tümüyle bu silahlarla donatılması, ağır silah denilen silah biçimlerinin geliştirilmesiyle birlikte ordularda ve savunma sistemlerinde değişimler yaşandı. Kürt toplumunun bölgesel düzeyde var olan savunma sistemleri, bu büyük ve ateşli silahlara sahip olan ordular karşısında tutunabilme ve başarma şansını yitirdi. Kürdistan üzerindeki egemen devletlerin her çeşit silahla donanmış orduları karşında Kürt toplumunun aşiret yapılarına dayalı savunma sistemleri örgütlenme ve askeri strateji - taktikler bakımında yetersiz kaldı ve çoğunlukla yenildiler. Kürt toplumu açısından bu ordulara karşı direnebilmek, onları yenebilmek ve gücünü kırmak için çağdaş stratejik-taktik esaslara dayalı daha ileri bir savunma örgütlenmesine gidilmesi zorunluluğu kendisini hep hissettiren bir gerçeklik olmuştur.

-Kürt Özgürlük Hareketi’nin oluşum sürecinde bu konu tartışıldı mı, nasıl bir karar varıldı?

Hareketimizin ortaya çıkışı ve ideolojik perspektifinin netleşme süreci boyunca en çok tartışılan konulardan birisi de buydu. “Kürdistan halkının özgürlük mücadelesini yürütecek olan bir örgütlenmeye nasıl gidilebilir?” hususu tartışılırken, ordulaşma olgusu, yani mevcut sömürgeci orduya karşı halk ordusunu kurulması gündeme geldi. Şahsen benim, Hareketimizi tanıdığım ve sempati duyduğum o ilk toplantıda, Kemal Pir yoldaşın, “Kürdistan halk ordusu tarafından 3. Ordu Kürdistan’dan sökülüp atılmadan Kürdistan halkının özgürleşmesi mümkün değildir” sözleri hepimizi ikna eden tılsımlı bir söz oldu.

Gerçekten de eğer bir ülkede hak-hukuk yoksa, işgal varsa ve her şey ordunun şiddet gücü ile bastırılıyorsa bu durumda işgalci sömürgeci orduya karşı ancak halk ordulaşma faaliyeti geliştirilerek kurtuluşu sağlamak mümkün olabilir. Yoksa onun dışında zorba bir sistemde özgürlük mümkün olamaz. Yine Diyarbakır Zindanı’ndayken mahkemeye çıkarılan yoldaşlara Türk yargı hakiminin “siz halk ordusu kurmuşsunuz” söylemine karşı, Kemal Pir yoldaş da “Biz halk ordusunu kurmadık. Eğer kurmuş olsaydık, burada sayımız daha az fakat sesimiz daha gür olurdu” biçiminde cevap verdiğini biliyoruz. Yani kurtuluş için ordu kurmak, daha başından beri bir amaçtı. Hatta bir ara, ulusal kurtuluş ordusu tartışmalarının yapılması nedeniyle gruba UKO’cular(Ulusal Kurtuluş Ordusu) da denildi. Çünkü Önderliğin ve grubun tartışmalarının bu eksende yoğunlaşması durumu vardı.

UZUN SÜRELİ SAVAŞ STRATEJİSİ

-Bu yoğunlaşmalar, hemen ordulaşmayı mı getirdi?

Önderlikteki bu yoğunlaşmalar, hemen ordu ile işi başlatma değil de ideolojik, politik, örgütsel faaliyetleri güçlendirip, ardından ordulaşmaya gitme perspektifi vardı. Bu nedenle ilk çıkışıyla birlikte gelişen silahlı savunma faaliyetleri, parti adına yürütülen faaliyetlerdir. Uzun süreli halk savaşı stratejisini uygulamak için de aynı zamanda askeri bir örgütlenmeye, askeri savunma sistemine ihtiyaç vardı. Önderlik bu konuda acele etmedi. Pratik süreçteki gelişmelerle birlikte bunu düşünmenin daha doğru olacağı gerçeğini esas aldı.

KÜRDİSTAN’DA GERİLLA TARZI

-O doğru zaman hangi dönemdi, ne yapıldı?

15 Ağustos Atılımı’na karar verildiğinde bu atılımı yürütüp geliştirecek askeri bir örgütlenmenin geliştirilmesi kararı üzerine HRK (Hêzên Rizgariya Kurdistan-Kürdistan Kurtuluş Güçleri) kuruldu.

-Böylece gerilla mücadelesi başlıyor. Kürdistan’a gerilla tarzını taşımak, deneyim ve tarihsel miras düşünüldüğünde sorun olarak örülmedi mi?

Gerillanın Kürdistan’da oturtulması ve gerilla taktiğinin Kürdistan özgürlük mücadelesinde geliştirilmesi süreci başlı başına bir olaydır. Çünkü daha önce Ortadoğu’daki halkların özgürlük mücadelesinde gerilla tarzı yoktur. Gerilla yerine değişik direniş biçimleri vardır. İlkin İspanya’da değişik biçimlerde gelişen ve daha sonra birçok ülkede zaman zaman uygulanan ama esas olarak Mao Zedung’un Çin’de teorisini belirleyip pratikleştirdiği, daha sonra da başta Vietnam olmak üzere birçok ülkede yaygınlaşan gerilla mücadele stratejisi ve gerilla gerçeği, Ortadoğu’da pek bilinen ve uygulanan bir savaş tarzı değildi. Büyük ordular karşısında küçük gruplar halinde direnerek var olma, kendini savunma ve giderek kendini büyütme temelinde o orduyu ülkesinden söküp atacak düzeye gelme stratejisini izleyen gerilla hareketi, Ortadoğu halklarının mücadelesinde gelişmiş değildi. Bölgede esas olarak, vur kaç tarzına bir yatkınlık da yoktu. Daha çok göğüs göğüse mevzi savaşı tarzı ön plandaydı.

Bu yüzden Kürdistan’a gerillayı taşırma, gerilla mücadele tarzını oturtma, onun zihniyetini oluşturma, en temel sorun olarak kendini ortaya koydu. Zaten Önderliğin de en başta ortaya koyduğu çerçeve doğrudan gerillalaşma değil de, silahlı propaganda birliklerinin örgütlendirilmesiydi. 1. PKK Konferansı’nın ortaya koyduğu taktik çerçeve de buydu. 12 Eylül faşist askeri cuntasının gelişiyle birlikte ortaya çıkan yeni durum, Apocu Hareket’in yaşadığı örgütsel sorunlar ve toplumdaki örgütsüzlük neyle aşılabilir gibi sorulara silahlı propagandayla cevap verildi. Bu temelde 1983’te öncü birlik çalışmaları temelinde ajanlara ve değişik komprador yapılara karşı yapılan bir takım eylemler vardır.

ASKERİ YAPILANMAYA NE ZAMAN KARAR VERİLDİ?

-Doğrudan sömürgeciliği hedef alan askeri yapılanmaya ne zaman karar verildi, bunun için ne yapıldı?

Doğrudan orduyu ve sömürgeciliği hedefleyen askeri bir yapılanmaya 15 Ağustos’un ön gününde karar verildi. Temmuz 1984’te Egîd arkadaş, Besta’nın Mêrgûmar alanında bir araya topladığı küçük bazı gerilla gruplarının resmi içtimasında HRK’nin kuruşunu ilan eden bildiriyi okuyarak, ilk kez askeri bir örgütlenmenin kuruluşunu ilan etti. Daha sonra aynı bildiri, 15 Ağustos Eruh eyleminde cami hoparlöründe de okunarak HRK’nin kuruluşu kamuoyuna da ilan edildi. İlk savunma örgütlenmesi bu biçimdeki tarihsel bir atılımla ilan edilerek, yeni bir mücadele dönemi başlamış oldu.

15 AĞUSTOS ÖNCESİ DURUM...

-15 Ağustos öncesi durum neydi, kısaca hatırlatır mısınız?

Bilindiği üzere 12 Eylül 1980’de gerçekleşen faşist askeri cuntanın temel amacı, o zaman belli düzeyde yoğunluk ve gelişme kazanan Türkiye sol sosyalist hareketini ezmek ve Kürdistan özgürlük mücadelesini de tümüyle ortadan kaldırmaktı. Bu amacı gerçekleştirmeye dönük faşist askeri cuntanın, Türkiye emekçi sınıflarına ve Kürdistan halkına karşı çok büyük bir vahşet, şiddet ve işkence dönemini yaşattığı biliniyor. Buna karşı, başta Diyarbakır Zindanı olmak üzere Mamak ve diğer zindanlarda devrimcilerin direniş sesi yükseldi. Toplumun tümüyle susturulduğu bir ortamda zindanların direnişi üstlenmesi çok büyük ve değerli bir durumdu. Özellikle Mazlum yoldaşın 1982’deki Newroz direnişi, aynı yıl 18 Mayıs’ta Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner yoldaşların eylemi, yine 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemcileriyle zirveye taşınan o büyük ve kapsamlı direniş, devrimin kolay kolay ezilemeyeceğini ortaya koyarken, aynı zamanda PKK’nin Direniş Ruhu olarak, yeni bir atılım ruhunu açığa çıkardı.

Faşizmin zulüm olarak kol gezdiği o süreçte topyekun bir saldırı durumu söz konusuydu. Özellikle Kürdistan’da cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan fiziki soykırımların daha sonra kültürel soykırımla tamamlanarak Kürt toplumununu tümden eritme, başkalaşıma uğratarak yok etme politikası zaten hep yürürlükteydi. Bu soykırım politikası, 12 Eylül cuntası ile zirveleşti. Bu faşist dalgayla Kürt toplumu yok edilmenin eşiğine getirildi.

15 AĞUSTOS ATILIMININ ROLÜ VE SÖMÜRGECİ KARŞILIK

-Böyle bir ortamda 15 Ağustos Atılımı’nın anlamı ve rolü neydi, buna karşılık sömürgeci devlet ve müttefikleri nasıl cevap verdiler?

Şanlı 15 Ağustos Atılımı, Kürdistan’da insanlığa sahip çıkma atılımı olarak da rol oynadı. Çünkü Kürdistan halkı şahsında insanlık gerçeği ve insan olmanın onuru ayaklar altına alındı. Kürt halkı adeta kadavraya çevirilerek, yok oluş derekesine getirildi. Kürt’e reva görülen bu ölüm fermanına başkaldırı, açıkça 12 Eylül faşist cuntasına meydan okuma çıkışı başlı başına büyük bir tarihsel değeri ifade etmekteydi.

Sorunuzun ikinci kısmına gelince; elbette cuntacı güçler buna karşı sezsiz kalmadı ve büyük operasyonlar başlattı. Fakat sessiz kalmayan sadece cuntacı güçler ve Türk devleti değildi. NATO güçleri de bu atılımı kendisine karşı geliştirilmiş bir hamle olarak gördü. Tümüyle karşı çıktı ve Türk devletinin bu atılımı bastırması için her açıdan destek verdi. O zaman ’sosyalist devletler’ vardı. Onlar da zamansız ve sorumsuz bir adım olarak değerlendirdiler. Onların temsilcileri konumundaki güçler de, bu yönlü açıklamalar yaptılar. Bu biçimde tutum aldılar.

Sadece karşı tutum alma da değil, esas olarak Avrupa’ya dayanan bazı sol örgütlerin kaynaklık ettiği bir tasfiye hareketi dayatıldı. Semir tasfiyeciliğini partimizde geliştirerek ülkeye geri dönüşü engellemek istediler. Faşist sömürgeci cuntaya karşı, askeri eylemin, askeri bir mücadelenin başlatılmasının intiharla eş değer olduğunu iddia eden bir provakasyon süreci dayatıldı. Bütün bunlara karşı, hareketin Kürdistan’a dönüşü gerçekleştirmesi ve insanlığa sahip çıkma adına faşist cuntanın vahşetine karşı mücadelenin başlatılması kararlılığını ve inancını ortaya koydu. Dıştan geliştirilen dayatmalar, propagandalar, içe kadar sızdırılmış tasfiyeciliğin yıkıcı faaliyetlerinin bir biçimde içimize yansıması da diyebileceğimiz bir ürkeklik ve hamlesel çıkışı sürece yayma yaklaşımı da kendini gösterdi. Önderlik buna karşı, çok keskin ve sert bir mücadele yürüttü. 15 Ağustos Atılımı’nın 1983’te değil de bir yıl gecikmeli gerçekleştirilmesini eleştiriye tabi tuttu. Nihayetinde geliştirilen 15 Ağustos Atılımı, bütün bu engelleri aşarak gerçekleşen büyük bir devrimci hamle olarak pratikleşti.

15 AĞUSTOS'UN SONUÇLARI...

-Kürdistan halkı, atılımı nasıl karşıladı, kaygılar da var mıydı?

Kürdistan halkı, bu atılımı büyük bir sevinçle karşıladı. Bu atılımdan çok etkilendi. “Bundan sonra ne olacak acaba?” biçiminde kaygılı bir yaklaşımı da söz konusuydu. Özellikle 15 Ağustos Atılımı’nın Egîd yoldaşın öncülüğünde başlatılmış olmasının ardından bir takım eylemler olduysa da, daha sonra devamının getirilememesi bu tereddütleri besledi. Bir isyan, büyük devrimci bir çıkış oldu ve beraberinde toplumda büyük bir etki yarattı. Bestler’de ve değişik yerlerde katılım eğilimleri de vardı. Buna rağmen hem buna denk eylemsellik tırmandırılamadı hem de katılım istemleri karşılanmadı. Militan güç bu anlamda, gelişen süreci bir büyüme ve giderek ayaklanmaya dönüşen bir mücadele süreci olarak değil de biraz sürece yayan bir tarzı geliştirince bu da kitlelerdeki kaygıyı daha fazla arttırdı.

-Bu tarzın, halktaki kaygıyı artırma dışında da sonuçları oldu mu?

Önderliğin sağ savrulma olarak değerlendirdiği bu pratiğin bir sonucu olarak ağır kayıplar yaşandı. 1985’teki sayımıza göre yaşanan kayıplar çok fazlaydı. Mesela sadece Garzan’da 5 ayrı grup imha oldu, ki bazılarının nasıl imha olduğu bile hala bilinmemektedir. Türk devleti çok kapsamlı yönelimler gerçekleştirdi. Özellikle 1985’te bu biçimdeki yetersiz pratik performansı gidermeye dönük Egîd arkadaşın çabaları vardı. Çünkü Egîd yoldaş, 15 Ağustos Atılımı’nın sonuçlarını Önderliğe rapor etmek üzere, o zaman Merkez Komite tarafından görevlendirilmişti. Dolayısıyla Önderlik sahasına geldi. Tekrar geri dönüşü, Botan’a ulaşması doğal olarak bazı gecikmelere neden oldu. Ondan kaynaklı pratik sahada bir boşluk da yaşandı denilebilir.

Egîd yoldaşın 1985 ortalarından sonra alana yeniden ulaşmasıyla birlikte, geliştirdiği bir takım çabalar vardır. Özellikle 3. Kongre’ye gelemeyince 1986’da bu çabalarını daha da tırmandırma çalışması içerisindeyken Mart 1986’da bilinen şehadeti yaşandı.

EGÎD'İN ŞEHADETİ VE YOL AÇTIĞI SONUÇLAR

-Sözünü ettiğiniz durumla birlikte Egîd’in şehadeti yeni tereddütlere neden olmadı mı?

Hem bu şehadetin yarattığı ağır atmosfer, hem de komuta kademesinin belli bir kesiminin 3. Kongre için alandan çekilmiş olması, 1986’nın da daha cılız yaşanmasına yol açtı. ’Bu gerilla tarzı Kürdistan’da tutar mı, tutmaz mı?’ tartışmasına kadar gelindi. Dıştaki güçler, zaten sürekli bir inançsızlığı yayıyorlardı. Tümden karşıydılar. Özellikle o zaman bazı Kürt reformist güçleri vardı, onlar var güçleriyle karşıydılar. İnançsızlığı yayalım ki direniş başarıya ulaşmasın yaklaşımı çok ileri düzeydeydi.

-Bütün bunları aşmak zor olmadı mı, aşmak için neler yapıldı?

Şu gerçekliğin farkındaydık; eğer Türk devletine karşı silahlı bir savunma direnişi de başarılı olamayacaksa, o zaman hangi yöntem başarılı olacak? Zaten siyasi yöntemlerle mücadele etmenin koşulları ortadan kaldırılmıştı. Böyle bir zemin yoktu. Tek çıkar yol; silahlı savunmaydı. Savunma diyoruz, çünkü toplum topyekun bir saldırı altındaydı. Toplumun yer altı ve yer üstü kaynaklarının talanını bir yana bırakalım, toplumun dili, kültürü, toprağı ve varlığı tehlike altındaydı. Bu noktada siyaset yapmanın zemini kalmış mıydı? Hayır, Türkiye’de öyle bir zemin kalmamıştı.

Zaten 15 Ağustos Atılımı, Kürt’ün kendi kendisiyle hesaplaşma sürecini başlattı. Öyle hemen düşmanı kovma, onu darbelemeden ziyade kendi kendisiyle hesaplaşma anlamındaki bir süreçti. Bu da çeşitli tereddüt ve karşıt faaliyetlerle karşılaşınca, içte de belli bir daralmayı yarattı. Bu anlamda 3. Kongre müdahalesi tarihsel bir rol oynadı. 1986’nın sonbaharında kongre öncesi gerçekleştirilen özeleştiri platformları -ki hareketimizde ilk kez özeleştiri platformları orada oldu- başlatıldı.

Bunun ardından başlatılan kongreyle bu gidişata müdahale edildi. Bütün o karamsar ve tereddütlü tutumlara karşı Önder Apo’nun gerçek bir Önderliksel çıkış olmayı ortaya koyması, süreci çok kapsamlı bir biçimde değerlendirmesi, “burada çözümlenen an değil tarihtir, kişi değil toplumdur” tarihi sözleriyle çok derin tespitler yapıldı. Başlatılan tarihsel adımın herhangi bir biçimde gevşetilmesi şurada kalsın, bu zemine dayanarak güçlü bir çıkışla uzun süreli halk savaşını kararlıca sürdürme kararı alındı.

HRK'DEN ARGK'YE... 

-Bunun askeri ifadesi ne oldu?

Artık sadece HRK (Kürdistan Kurtuluş Güçleri) adıyla değil, doğrudan halk ordusu adıyla hareket etmenin gerekliliği vurgulandı. ARGK’nin (Artêşa Rizgariya Gelê Kurdistanê) kuruluşu bu biçimde gündeme geldi. HRK adıyla başlatılan sürecin önemli bir ilanı gerçekleştirmesi, tarihsel bir mücadele sürecini başlatması ancak Kongre bu süreç ardından yaşanan bir takım daralma ve sorunlara cevap olarak yeni bir perspektif açığa çıkardı. Bu perspektifin en önemli örgütsel boyutu da Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu’nun kurulması kararı oldu. Böylece içteki ve dıştaki bütün tereddütleri cevaplayacak daha güçlü bir gerillalaşmayı hedefleyen temel bir yapı olarak ARGK oluşturuldu. ARGK bir müdahaledir aslında. Bir müdahalenin adıdır, diyebiliriz. Başlangıçta biraz silahlı propaganda perspektifi vardı. Bir nevi ön yoklama, ön denemeydi. O açıdan kurtuluş güçleri adına hareket etmek aslında doğaldı ve doğruydu. Ama bu adım atıldıktan sonra 2 yıllık mücadelenin ortaya çıkardığı zemine dayalı olarak, artık doğrudan gerillalaşmayı hedefleme, ordulaşmayı gündeme koyma ve bu temelde kararlıca devrimci halk savaşını geliştirme görevi kaçınılmaz tarihsel bir görev olarak açığa çıktı. ARGK’nin kuruluşu böylesi tarihsel bir sürece cevap olma amacıyla geliştirilmiş bir karardır.

25 Ekim 1986 tarihi 3. Kongre’nin başlangıç günüdür. Zaten 25 Ekim’den 30 Ekim’e kadar toplam 5 gün sürdü. Bu açıdan 25 Ekim ARGK’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilebilir, bu mümkündür. Kongre’nin sonu olan 30 Ekim mi kabul edilebilir? O artık netleşmeye bağlı bir şeydir. Yani ARGK bu kongrede kurulmuştur. Kongrenin bütün tartışmaları aslında yeni bir sürecin başlaması üzerine kurulu tartışmalardı. Bu yeni sürecin en önemli örgütsel formu olarak da ARGK belirlendi.

-Bu ismi kim önerdi, hatırlıyor musunuz?

ARGK ismini ilk olarak kimin önerdiğini şu an itibariyle bilmiyorum. Fakat artık tereddütün aşılması, yeni bir çıkışla halk ordulaşmasının geliştirilmesi gerektiği Önder Apo’nun çözümlemelerinde, kongre konuşmalarında vardı. Sonrasında komisyonlar kuruldu. O komisyonlardan sonra Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (ARGK) biçiminde somutluk kazandı. Öyle bir seferde birilerinin önermesiyle değil, yoğunlaşan bir sürecin, dayatılan bir mücadele döneminin perspektifi olarak halk ordulaşması gündeme girmiştir. Dikkat edilirse, Hareketimizin hiçbir şeyi öyle birden bire gündeme girmemiştir. Birileri akıl etmiş ve hemen şunu kuralım, dememiş. Böyle olmamıştır. Önder Apo’nun tarzı, doğalına bırakarak mücadeleyi yürütme ve ihtiyacın doğduğu yerde gerekeni yapma biçimindeki bir tarzdır. Bu açıdan ordulaşma zaten daha başlangıçtan beri tartışılan bir konuydu. Dolayısıyla bu konuda da acele edilmedi ve 1986’da devrimi ilerletmek ve faşist cuntaya karşı başlatılan mücadeleyi başarıya taşımak için ulaşılması gereken bir örgütlenme perspektifi olarak gündeme oturmuştur. Bu temeldeki karar tasarılarıyla resmileşerek kongrenin en önemli bir kararı olarak tarihe mal olmuştur.

AKADEMİ KARARI

-Akademi kararı da 3. Kongre’de alındı, değil mi?

Evet. Ordunun örgütlenmesi, ordu komutasının şekillendirilmesi, askeri teknik esaslarının öğretilmesi için Mahsum Korkmaz Akademisi’nin de kurulması kararı alındı. Zaten orduyla akademinin kararları aynı taslakta yer aldı. Egîd yoldaşın anısına akademinin kurulması ve bu biçimde ordunun temelinin akademide atılması gelişti. Zaten yıllarca akademi binalarının birinin dış duvarında “Kürdistan Halk Ordusunun Temeli Burada Atıldı” diye yazılıydı.

-O dönem yapılan en önemli eleştiriler neydi?

O dönem yapılan en önemli eleştirilerden birisi, katılımların geliştirilmemesi, gücün büyütülmemesi, fırsatların doğru ve yeterince değerlendirilmemesiydi. 15 Ağustos ruhuna uygun hareket edilmemesi ve sürecin esnetilmesiyle birlikte kayıplara yol açılması yönündeki eleştirler ön plandaydı. O zaman dağ yaşamında, gerilla yaşamında büyük acemilikler, toyluklar vardı. Onun yarattığı bir takım ciddi yetersizlikler de söz konusu olabiliyordu. Bu nedenle ARGK’nin kurulmasının bir amacı da gücü büyütmekti.

-Nasıl büyütülecekti?

Askeri kanun da bu kongrede kararlaştırıldı. Bu yasanın doğru uygulandığı yerlerde aslında sonuç alındı ama doğru uygulanmayan yerlerde ise ters tepti. Yurtseverlik temeli olan, örgütün çalışma yürüttüğü ve halkın sempati duyduğu bir köyde halka anlatılıp kavratılarak her evden bir kişinin mücadeleye katılmasını sağlama kanunuydu. Var olan gençlerin saflara katılması için tam ikna olmasa da yarı iknayla askeri kanun kapsamında alınan savaşçılar Hareketle bütünleşip önemli roller üstlenen arkadaşlar haline geldiler. Yurtseverlik temeli olan yerlerde doğru yöntemle uygulanan bu kanun daha çok Botan’da sonuç aldı.

KÜRDİSTAN'DA YENİ DÖNEM

-Olumsuz sonuçlarını da kısaca paylaşır mısınız?

Şöyle; birçok yerde zemini oluşturulmadan, el koyma tarzında gençlerin alınması pratiği hem onların saflarda tutunmamasına neden oldu hem de düşman o zaman ’Pişmanlık Yasası’ ve yine ’Koruculuk Yasası’nı çıkardı. Devlet, birçok kesimi bu tür yanlış uygulamalara dayanarak kendi tarafına çekmeyi başardı.

Her şeye rağmen ordulaşma faaliyetiyle birlikte artık Kürdistan’da yeni bir dönem başladı.

ARGK'NİN İLK EYLEMLERİ

-ARGK’nin ilk eylemi ya da ilk eylemleri nasıl oldu?

ARGK’nin ilk eyleminden ziyade, bir süreçten bahsetmek gerekiyor ama eylemlerin ilk uygulandığı saha 1987’nin baharında Mardin alanı oldu ve giderek Botan’da yaygınlık kazandı. Bu dönemde, özellikle kongre sonrası açığa çıkan bir takım tasfiyeci tutumlar süreci biraz geciktirdi.

-Tasfiyeci tutumlardan kastınız?

Özellikle o zaman Kör Cemal ve Terzi Cemal pratikleri kongre sonrası açığa çıktılar. Bu kişiler 3. Kongre’de hazırdılar ama gerçeklikleri, sonraki pratiklerinde daha net açığa çıktı. Hatta engelleyici tutumları pratik üzerinde etkide bulundu. Özellikle Rojhilatê Kurdistan tarafına çekilmiş kadro gücünün zamanında sürece dahil olamamasında etkili oldular. O koldan gelen Bedran (Mehmet Sevgat) arkadaşın talihsiz bir biçimde şehadete ulaşması beraberinde ciddi bazı sorunları yaşattı.

Fakat genel olarak 1987 baharıyla birlikte ARGK’nin mücadele süreci başlatıldı. Çok önemli bir süreçtir. Hem Hogircılığın geliştiği, yine bizim Dörtlü Çete dediğimiz çeteleşme faaliyetlerinin Hareketi içten içe kemirdiği ve önemli tahribatların yaşandığı bir süreç hem de gerillanın Kürdistan toplumu nezdinde kendisini kanıtladığı, dolayısıyla toplumun gerillaya bir kurtuluş gücü olarak bakmaya, inanmaya ve umut bağlamaya başladığı, bu bakış açısının şekillendiği bir süreçtir.

KAYGILAR... 

-Biraz önce sözünü ettiğiniz toplumdaki kaygılar giderildi mi?

1986’dan 1990’a kadarki süreç bu kaygıların toplumda giderildiği, gerillanın kendi mücadelesiyle kendisini kanıtladığı, gerçek bir kurtuluş gücü haline geldiği, toplumda umudu yeniden yeşerttiği, bu umut ve inancın gelişmesiyle birlikte artık katılımın daha güçlü bir biçimde yaşandığı bir süreç gelişti. Biz buna Diriliş Devrimi diyoruz. Gerçekten de Kürt toplumu adeta ölüm döşeğinde can çekişirken 15 Ağustos’un bir ilaç gibi gelmesi ve giderek toplumun kendine gelerek ayağa kalkışı gerilla mücadelesiyle birlikte gerçekleşti. Bu dönem Diriliş Devrimi’nin gerçekleştiği, artık Hareket’in toplumsallaştığı, halkın serhildanlara kalktığı ve gerillanın büyüdüğü bir dönemdir.

90'LI YILLAR...

-Bu şekilde 1990’a gelindi. 90’la birlikte nasıl bir süreç başladı?

1990’la birlikte başlayan ve 1994’e kadar devam eden süreç, ikinci dönemdir. Türk ordusu, daha 1987-88’de Gabar’ın, Bestler’in birçok yerini tuttu. Mesela 90’daki operasyon çok kapsamlıdır. Hemen hemen her yeri askerlerle doldurdular. Buna rağmen gerilla karşısında sonuçsuz kaldılar. Bu hem oradaki düşmanda belli bir geri çekilmeye hem de kitlede belli bir canlanmaya yol açtı. Mesela orada birçok yeri bırakmak zorunda kaldı. Türk ordusu orada kendini savunmak için içe doğru çekilmek zorunda kaldı. Ve kitlelerde katılım süreci başladı.

Özellikle bu süreç boyunca Azimeler’in baştan beri kararlı duruşu, yine Rûkenler’in, Havvalar’ın, Sultanlar’ın, Saadetler’in bu süreçteki direniş ve şehadetleri, yine Rojavayê Kurdistanı’ndan Rûken ve Dicle gibi militanların gerilla saflarındaki şehadeti ve en son da Berivan yoldaşın Cizre pratiği, direnişi ve akabindeki şehadeti, Kürt kadınında da toplumsal bir uyanış ve katılımın gelişmesine yol açtı. Bu temelde 1991 yılı itibariyle hem erkek hem de kadın olarak yoğun bir katılım sürecinin başladığını belirtmek mümkündür. Buna ikinci aşama denilebilir.

-Aslında 1991-92 yılı süreçlerinin büyük devrim fırsatının doğduğu ama bunu değerlendirme yerine sınırlı bazı gelişmelerle yetinildiği eleştirisi var, biraz açar mısınız?

Doğrudu, mesela bu dönemde gerilla büyük bir taktik aşama kaydetti. Gerilla doğrudan karakollara yöneldi, karakolları fethetme, düşürme taktiğini geliştirdi. O zamanki gerilla komutanları bunu yeterli görme tutumundaydı. Hatta giderek, bazılarında erken iktidar hastalığı gelişti. Çünkü hem başarılı eylemler oluyordu, hem halk desteği ve katılımı yoğunluk kazanıyordu. Bu başarıları kendine ait görme tutumlarının baş göstermesi, erken iktidar hastalığının bu biçimde erkenden boy vermesi, sürecin yeterli görülmesini getirdi ve ortaya çıkan devrim fırsatlarını doğru değerlendirilmesini engelledi.

Önderliğin 4. Kongre’ye perspektif olarak sunduğu ve kongrede de kararlaştırılan Botan-Behdinan Savaş Hükümeti perspektifi önemli bir perspektifti. Buna göre hareket edilmiş olunsaydı, aslında 1991-92 süreci daha büyük bir devrimsel çıkışla cevaplandırılabilirdi. Böylece o muazzam devrim fırsatı da değerlendirilirdi ama böyle olmadı. Azla yetinme, çabuk tatmin olma yaklaşımı ve erken iktidar hastalığı bu sürecin yeterince değerlendirilmesini engelledi. Başûrê Kurdistan’daki ayaklanma sürecinin de geliştiği bu dönemde hem Başûr’da, hem de Bakur’da önemli çıkışların gerçekleşmesi imkan dahilindeydi.

DEVLET DOĞAN BOŞLUKTAN NASIL YARARLANDI?

-Sizin bunu yapamamanızdan devlet nasıl yaralandı?

Biz bunu yapmayınca, düşman tarafı boşluğu gidermeye ve toparlanmaya çalıştı. NATO’nun müdahalesi söz konusu oldu. Bu temelde uluslararası komplonun ilk adımı olan Eylül 1992’den itibaren başlayan ilk önce Mahsum Korkmaz Akademisi’nin uluslararası dayatmalar sonucunda kapatılması ve ardından gelişen ’Güney Savaşı’, aslında karşı tarafın devrim imkanlarını ortadan kaldırma müdahalesidir. Bunun ardından 1993’teki mücadele sürecinde gerillanın yükselişi yaşaması ve bir takım çabaları sergilemesi istenilen sonucu açığa çıkaramadı. Çünkü artık düşman kendi boşluğunu doldurmuş ve tedbirler almıştı. Arkasında da NATO vardı ve hazırlıklarını sürdürüyordu.

İKİNCİ DÖNEM BİTTİ, YENİ DÖNEM NASIL BAŞLADI, NELER OLDU?

-Bu şekilde 1994’e gelindi ve sizin tabirinizle ikinci dönem bitti, sonraki yılları da belirleyecek bir dönem başladı. Nasıl oldu?

1994’te kapsamlı büyük savaş süreci yaşandı. 1990-94 arasını, ARGK’nin en önemli hamlesel eylemlerinin olduğu bir dönem olarak belirlemek mümkündür. 1994 sonrası süreç ve 5. Kongre kararları ordulaşmada yetkinleşmenin hedeflendiği bir süreçtir. 1991, 92 ve 93’e kadar başlayan gerillaya katılım dalgası gerilla ordusunu on bine çıkaracak bir düzeyi yaratmıştı. Aslında bunu daha da büyütmek mümkündü. Fakat belirttiğimiz gibi o fırsatları tam olarak değerlendirememe durumu nedeniyle, daha büyük bir ordulaşma sürecinin gelişmesi söz konusu olmadı. Var olanı daha iyi örgütleme, eğitme ve savaştırma sorunu başlı başına önemli bir yük olarak gündemdeydi. Kuşkusuz burada taktik öncülüğün yeterince rolünü oynamaması ve komuta düzeyinin yeterli bir performansı geliştirmemesiyle bağlantılı bir husustur. Ordulaşma belli bir düzey kazandı ama yetkinleşmeyi tam olarak geliştiremedi. O yüzden 1994 süreci 1995, 96, 97 ve 98 süreçleri mevzileri koruma ve kendini tekrar etme süreçleri olarak değerledirilen bir dönemdir. Aslında bu süreç aynı zamanda uluslararası komplonun da taşlarının örüldüğü bir dönem oluyor. İşte bu da üçüncü dönem diyebileceğimiz bir süreç oluyor.

ÖCALAN'A KOMPLONUN ÖNÜNE GEÇİLEBİLİRDİ

-Bu sürecin doğru değerlendirilmemesi, komploya zemin mi hazırladı?

Bu süreç doğru değerlendirilseydi, Önderliğin amansız çabaları karşılık bulup komuta kademesi rol oynayıp pratikte gelişmeler yaşansaydı, durum farklı olabilirdi. Sürecin kendini tekrar etme biçiminde yaşanmış olması aynı zamanda uluslararası komplonun da kendisini örgütlemesine zemin sundu ve böylece komplocu güçler, 9 Ekim’de komplo sürecini Önderliğimize ve Hareketimize dayatma zeminini yakalamış oldu. 15 Şubat’ta Önderliğimizin esir alınmasında gerilla ordulaşmasının sorumluluklarını yerine tam getirmemesinin rolü vardır. Eğer kendini tekrar durumu değil de hedeflenen gelişme süreci yaşanmış olunsaydı bu komplonun önüne geçilirdi. Böyle bir gelişmenin yaşanmaması, ancak kendi mevzilerini korumayla yetinen bir düzeyin açığa çıkması aynı zamanda komplonun yol almasına da zemin sunmuş oldu. Bunda gerillanın ve en önemlisi de komuta kademesinin önemli payı ve sorumluluğu vardır.

-Öcalan, bunun için mi ’yetersiz yoldaşlık’ diyor?

Önderlik, bunu ‘yetersiz yoldaşlık’ olarak değerlendirdi. Kuşkusuz yerinde olan bu değerlendirme, mevcut gerçeğimizi ifade etmede hafif kalan bir değerlendirmedir de diyebiliriz. En azından ’yetersiz yoldaşlık’ bu biçimde kendisini açığa çıkardı ve böylece komplo gerçekleşti. Bu, çeşitli biçimlerde değerlendirilebilecek ve muhasebesi yapılabilecek bir konudur. Taktik önderliğin yeterince rolünü oynamamasıyla ilgili bir durumdur. Ki bu bizim için mutlaka doğru değerlendirilmesi ve aşılması gereken bir dönem görevi olarak açığa çıktı.

-Öcalan’ın esareti karşısında refleksiniz ne oldu?

Uluslararası komplonun 15 Şubat esareti ile sonuçlanması, bizler açısından çok ciddi, önemli ve yeni bir durumdu. Biz, Hareket olarak bunun karşısında savaşı yükselterek ve çok kapsamlılaştırarak düşmanı Önderliğe muhtaç hale getirme tutumunu sergiledik. O zaman devam etmekte olan 6. Kongre’nin kararlaşması bu temeldeydi. Bizlerde sarsıcı bir etki yaratmış ve artık köklü bir değişimi de dayatmıştı.

-Önderliğiniz bunu onayladı mı?

Hayır, Önderlik öyle düşünmedi. Bizim düşünme tarzımızda duygusallık ön plandaydı. Önderlik o esaret koşullarının yarattığı zorluklara rağmen en aklıselim, gerçekçi ve derinlikli yaklaşımı bu dönemde geliştirerek uluslararası komployu boşluğa düşürmenin büyük hamlesini başlattı.

-Neydi bu büyük hamle?

Paradigmasal bir yenilenmeyi gündeme koydu. Gerçekten de artık gelinen nokta bir tıkanmayı ifade ediyordu. Artık paradigma değişikliği bir zorunluluktu. Önderlik daha dışarıdayken bunun yoğunlaşması içerisindeydi ve hazırlığı vardı. Fakat o günkü koşullarda bizim bunu düşünme veya fark etme gibi bir durumumuzdan ziyade, bilinen tarzda mücadeleyi yükseltme yaklaşımımız ön plandaydı. Ancak Önderlik bizim aksimize önceden bunu sezdi ve gördü. Zaten daha önceden yoğunlaştığı çerçeveyi, düşünsel değişimi ve özellikle de son yıllardaki çözümleme düzeyini, 5. Kongre’den bu yana geliştirdiği reel sosyalist sistem eleştirilerini, yaşadığı yoğunlaşmaları İmralı Süreci’nde paradigmasal bir yenilenmeyle zirvelendirdi. Bu önemli bir şeydi. Yani o zamana kadar Reel Sosyalizm dogmatizmini yaşayan Hareket, paradigma değişimiyle bütünüyle o etkilerden sıyrılma, daha gerçekçi bir gözle yaşanan süreçleri değerlendirme yoluna girdi. Önderliğin kapitalist modernite karşısında devrimci mücadelelerin neden sonuç alıcı olamadıklarını, başarısız kaldıklarını açığa çıkarma ve aşma temelindeki yeni paradigması, salt Kürdistan için değil kapitalizme karşı tüm mücadelelerin yeni perspektifi olabilecek iddia, düzey ve kapsamda gelişen büyük bir düşünsel çıkıştı. Önder Apo, Reel Sosyalizm’in iktidar ve şiddet anlayışını, demokrasiye ve kadın sorununa bakışı gibi temel konularda yetersizliklerini aşma perspektifini geliştirdi.

YENİ PARADİGMANIN ASKERİ YAPILANMAYA ETKİSİ

-’Reel Sosyalizm’ ve ’Kapitalist Modernite’ eleştirisi üzerine geliştirilen alternatif paradigmanın şiddete ilişkin yaklaşımı ve bunun askeri yapılanmanıza etkisi ne oldu?

Şiddete olan yaklaşımımız da değişti. Şiddeti mutlaklaştıran, iktidarı tabulaştıran tutum yerine, şiddeti ancak savunma çerçevesinde meşru gören, “yaşam kutsaldır, yaşamı savunmak da kutsaldır” ilkesinden hareketle bireyin ve toplumun en yaşamsal olmazsa olmazlarından biri gören meşru savunma hakkı temelindeki anlayışı esas aldı. Şiddeti bu eksene oturtan ve bu eksende devrimin bir ayağı olarak faşizme ve saldırgan sömürgeci soykırımcı güçlere karşı bir toplumun kendini meşru savunma hakkı olarak şiddetin icrasının doğru olacağı kanaatine varıldı. Bunun dışındaki şiddet biçimlerinin doğru olmadığı noktasından hareketle şiddete yaklaşımımızda da önemli bir değişiklik yaşandı.

İşte paradigmasal değişim doğrultusunda ordu değil de, bir savunma gücünün varlığı daha doğru olacaktır yaklaşımı böyle öne çıktı. Devletleşme, ordulaşma, iktidarlaşma ve böylece sosyalizmden kopup kapitalistleşme karşısında devrimcilerin burjuvazinin, egemen sınıfların taklidiyle ve sözde karşıtı gibi görünen benzeşen yapılanmalarla değil, kendi özgün yapılanmalarıyla sosyalizme gidebileceği görüldü.

-HPG böyle mi doğdu?

Toplumsal ihtiyaçların gerektirdiği kadar yapılanmaların geliştirilmesi perspektifiyle ordu değil, Halk Savunma Güçleri’nin daha doğru bir isim ve amaca uygun bir yapılanma olacağı ferasetinden hareketle PKK’nin 7. Kongresi’nde ARGK yerine HPG’nin kurulması karar altına alındı. Bu sadece bir isim değişikliği değil, özü itibariyle yapılması gereken bir değişiklikti. Yeni paradigmamızın bakış açısına uygun, şiddeti meşru müdafaa çerçevesinde kullanan ve ülkeyi bu temelde savunmayı esas alan devrimci bir gücün, aslında Kürt halkının öz savunma gücünün örgütlenmesi olarak HPG (Hêzên Parastina Gel-Halk Savunma Güçleri) ismi uygun görüldü.

UZUN SÜRELİ HALK SAVAŞI STRATEJİSİ AŞILIYOR MUYDU?

-Uzun süreli halk savaşı stratejisi aşılıyor muydu, iki strateji arasındaki temel farklar nedir?

Bu değişim, uzun süreli halk savaşı stratejisinin de aşılması anlamına geliyordu.Uzun süreli halk savaşı stratejisinde gerilla ve gerilla ordusu başattı. Toplum ve diğer bütün çalışmalar, kurumlar gerillanın hizmetine koşulur ve gerilla ordusunun büyütülmesi hedeflenir, gerilla ordusunun da ülkeyi kurtarması esas alınırdı. Ama Önder Apo’nun yeni geliştirdiği Meşru Savunma Stratejisi ve onun devamı, son aşaması olarak gelişen Devrimci Halk Savaşı mücadele stratejisi, uzun süreli halk savaşının belirlediği gibi sadece gerillaya dayanmıyor. Eski stratejiye göre gerilla esastı, halk ise gerillanın güçlenmesine hizmet eden güçtü. Sadece son merhalede halkın etkili olarak devreye girmesi vardı. Önderliğin öngördüğü Devrimci Halk Savaşı stratejisinde ise gerilla bu devrimin bir ayağı iken, diğer ayağı ise halktır. Yani halkın serhildanlarıyla devrim mücadelesine etkili katılması ve devrimin önemli bir ayağı olarak örgütlendirilmesi esas alındı.

Bunun yanı sıra bu halkın savunma gücü olarak da HPG’nin örgütlendirilmesi, hatta halkla HPG arasında halka olacak ayrı bir öz savunma yapılanmasının geliştirilmesiyle Devrimci Halk Savaşı perspektifinin pratikleşme çerçevesi öngörüldü. Kısacası, stratejiler arasında esaslı farklılıklar vardır. Bizim o zamana kadar yürüttüğümüz uzun süreli halk savaşına bakış açısının değişmesi ve bu halk savaşını yürütecek olan temel güçlerin bu biçimde yeniden belirlenmesi durumu söz konusudur. Bu temelde ARGK’den HPG’ye doğru bir isim değişikliği uygun görülmüştür.

-Bu husus tam olarak anlaşıldı mı?

Bir çok arkadaşımız ve tabanımız tarafından anlaşılmayan en önemli husus budur. Bu yeterince anlaşılmadığı için Demokratik Özerklik direnişleri döneminde ciddi zorlanmalar yaşandı. Direnişin bir ayağı olan halk, bu sürece hazırlanmadığı için direniş tek ayak üzerinde kaldı ve bilinen sonuç ortaya çıktı.

KISA VADEDE DEMOKRATİK VE BARIŞÇIL ÇÖZÜM MÜMKÜN MÜ?

-Gerilla mücadalesi açısından uzun bir süreden söz ediyoruz. Daha kısa sürede demokratik ve barışçıl çözüm mümkün değil miydi?

3. Kongre’den bu yana ele alırsak toplam 32 yıl oluyor ama önceki iki yılla birlikte ele alındığı vakit 34 yıllık bir gerilla mücadele süreci söz konusudur. Bu mücadele süreci aslında ilk 6 yılda toplumsal dirilişin yaşanmasını yarattı ve Kürt sorununu açığa çıkardı. Demokratik ve barışçıl yollarla çözümün zeminini geliştirdi. Bu mümkündü fakat Türk devleti, Kürt halkına dönük geliştirdiği soykırım politikasından ve Kürtleri bitirme siyasetinden vazgeçmediği için demokratik yöntemlerle, diyalog yoluyla gelişecek çözümler hep engellendi. Ya bu yola gelinmedi ya da gelinir gibi görünen Türk devleti, özünde hep bir özel savaş planı çerçevesinde yaklaşım gösterdi. Gerçek anlamda Kürt sorununun çözümüne dönük bir politikanın sahibi olmadı. Zaman zaman yapılan ateşkeslere karşı çıkmadı, hatta Oslo görüşmelerinde ve yine en son İmralı görüşmelerinde çözüm istermiş gibi geliştirdiği süreçlerde bile aslında Hareketi esnetme, gevşetme ve tasfiye etmenin alt yapısını oluşturmaya dönük özel savaş projesini gerçekleştirmenin çabası içerisinde oldu. O yüzden de bilinen süreç bugüne kadar uzadı.

-Gerillayı da tasfiye edemedi. Bunu başarsaydı ne olurdu?

Gerilla, varlığıyla Kürt sorununun çözümünü ve Türkiye’de demokratikleşmeyi dayatan temel bir aktör olma rolünü hep oynadı. Gerilla, Türk devletinin çoğu kere hedeflediği gibi tasfiyeye uğramış olsaydı, hem Türkiye’nin demokratikleşme tartışmasının önü kapanmış olacak hem de Kürt sorunu tümden gündem dışı bırakılarak soykırım siyaseti hakim kılınacaktı. Kürt sorununu asimilasyonla, soykırım siyaseti ve şiddetle bastıran bir devlet erki devam ettiği müddetçe demokratikleşmenin gelişmesi de mümkün olamaz. Bu nedenle Kürt sorununun çözümü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi koparılamaz bir biçimde, etle tırnak gibi birbirine bağlıdır. Bu yüzden özgürlük gerillasının mücadelesi, Kürt sorununun çözümü kadar aslında Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi olarak da rol oynadı/oynuyor. Birileri bunu tersinden ele alıp farklı okuyorsa artniyetli ve yanlış bir okumadır. Gerilla direnişi olmasaydı faşizmi bir sistem olarak örüp tam teşekküllü şekilde kurumsallaştıracaklardı. Bu yalın hakikat geçmişte, günümüzde ve gelecekte de böyledir. Günümüzde de eğer gerilla olmasa zaten her şeyi eline geçirmiş olan AKP, bütünüyle kendisini sistemleştirecek ve yıllar yılı sürecek faşist kurumlaşmasının önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Bu açıdan gerilla, Kürt halk özgürlüğünün ve faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını geçmişte yaptığı gibi günümüzde de yapmaktadır.

GERİLLANIN ROLÜ, MİSYONU, ETKİSİ... 

-Kürdistan gerillasının rolü, misyonu, toplumsal ifadesinin, dünyadaki örneklerden farkını ve tetiklediği toplumsal dönüşümü biraz daha izah edebilir misiniz?

Konumuz gereği onun siyasi rolü, misyonu ve boyutları değil de daha çok askeri örgütsel durumu üzerinde durmamız gerektiğinin farkındayız. Bu eksende yaklaştığımızda gerilla örgütlenmesi, eski tabirle gerilla ordulaşması süreci, aslında devrimsel gelişme paralelinde gelişen bir süreçtir. İlkin az bir güçle başladı. ARGK kurulduğunda ARGK üyesi olabilecek gücün sayısı birkaç yüz kişiydi. ARGK’nin kurulmasıyla birlikte gelişen direniş süreci giderek kar topu gibi bir büyümeyi beraberinde getirdi. Benim bildiğim kadarıyla 1989’un sonunda toplam gerilla sayısı 925’tir. 1990’lar, devrimin halklaşması ve gerillanın büyümesi sürecidir. 1991 ve 1992’e gelindiğinde gerilla sayısı 10 bin civarındadır. Yani 2 yıl içerisinde 10’a katlandı.

Öncülükteki, komutadaki bilinen yetersizlikler söz konusu olmasaydı belki de bu çok daha fazla gelişebilirdi. Gerilla belli bir düzeyde kalmış olsa da toplumda milyonlaşmayı yaşadı. Bu milyonlar giderek katlandı ve toplumda köklü devrimsel bir sürece dönüştü. Sosyal ve düşünsel devrim, kadın devrimi, demokratikleşme devrimi bu biçimde boyutlandı. Bunlar, gerillanın mücadelesiyle yarattığı, yürüttüğü gelişmelerdir.

Kürdistan’daki gerilla, ideolojik politik bir gerilladır. Onu bu karakterinden soyutlayamayız. Kürdistan gerillası, farklı ülkelerdeki gibi askeri ve ideolojik öncülükleri ayrı bir formasyon değildir; askeri, ideolojik ve politik temsiliyeti kendinde barından komple bir devrim öncülüğüdür.

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Bakurê Kurdistan’da Kürt adına ne varsa hepsi hedeflendi, yıpratıldı, deforme edildi, yok sayıldı ve unutturulmaya çalışıldı. Gerilla mücadelesi ile bunların hepsi yeniden yeşerdi. Birçoğu bizzat gerillanın bünyesinde doğup gelişti. Örneğin kimlik bilinci; yani Kürt bilinci, bilgilenme ve tarih bilinci, yurtseverlik bilinci, özgürlük bilinci, demokrasi bilinci, var olma bilinci, toplum olma bilinci ve kadın olma bilinci gerillada gelişerek topluma yayıldı. Bu nedenle gerilla, salt askeri bir varlık değildir.

Gerilla ideolojik, felsefik, siyasi ve toplumsal bir varlık olarak Kürdistan dağlarında konumlanırken aynı zamanda kendisiyle birlikte toplumu da değiştirdi, şekillendirdi. Bugün Kürdistan’da gerillada Berivanlar’ın, Azimeler’in o direngen, çarpıcı ve cesaret veren pratiği; Bêrîtanlar’ın, Zîlanlar’ın o kahramanlık duruşu, fedai çıkışları ve onların ordulaşması olan YJA Star şahsındaki özgür kadın militan duruşu, fedakarlığı, cesareti olmasaydı Kürdistan kadınında bu denli büyük ve köklü devrimsel hamle gelişebilir miydi? Mümkün değildir. Bugün Kürdistan toplumundaki Kürt kadınının güçlü öncü pozisyonunun kaynağı, kadının gerillada yaşadığı yüceleşme, büyüme ve iradeleşmedir.

Kürdistan gerillasının kendi şahsında sömürgeciliğe karşı direnip varlığını koruması ve giderek bu varlığını büyütmesiyle birlikte toplumda yarattığı umut ve geliştirdiği devrimsel dönüşüm büyük bir gelişme ve yenilenme düzeyini geliştirdi, yeni bir bakış açısı oluşturdu. Gerilla, toplumu baştan başa yeniden yaratan temel bir aktör oldu.

Elbette ki gerilla bütün bunları Önder Apo’nun felsefik ideolojik düşünce gücünü şahsında toplayıp topluma örnek olan pratiğiyle geliştirdi. Bunu çok iyi bilen Önder Apo bu yüzden gerilla hakikati üzerinde hep önemle durmuştur. Enerjisinin, gücünün çoğunu sürekli bu alana sarf etmiştir. Mücadele tarihimiz incelendiğinde Önder Apo’nun ne denli devasa çaba, ısrar, karar ve çalışmalarla bu gerçekliği yarattığı çok iyi görülür. Gerillanın 34 yıllık mücadele süreciyle yaratılan toplumsal gerçeklik, özgürlük ve demokrasi için mücadele eden bir halk gerçeği yaratma durumudur. Yani birkaç yüz kişilik bir yapı ve ölüm döşeğindeki bir toplumdan yola çıkılarak, eğer Kürdistan’ın diğer parçalarını da sayarsak, bugün sayıları on binleri geçen, özgürlük ve demokrasi için mücadele eden bir halk gerçeği yaratan bir gerilla hakikatinden söz edebiliriz. Bu gerilla bugün artık sadece Kürdistan toplumu için değil, yine sadece Türkiye toplumu için de değil, tüm Ortadoğu halkları açısından yeni bir çığır açmaya dönük önemli rol ve misyonu üstlenmiş bulunmaktadır. Bu anlamda gerillanın başarısı tüm bölge halklarının başarısı olacaktır. Önder Apo’nun kadın özgürlüğüne dayalı demokratik ekolojik paradigması ve demokratik modernite alternatifi temelinde gerillanın bugün mücadelesini boyutlandırmış olması, tüm bölgeyi etkileyecek bir düzeye varmış bulunmaktadır.

GERİLLANIN TÜRK DEVLETİNE ETKİSİ

-Gerilla ordulaşmasının karşıtı olan Türk devleti ve ordusuna gerilla nasıl bir etkide bulundu?

Bu konu da önemlidir. Hakikaten de bakıldığında 1980’lerdeki Türk ordusu şimdi yoktur, o da değişmiştir. ’Devrim kendisiyle beraber faşizmi de örgütleyerek gelişir’ belirlemesi doğrudur. Yani devrim geliştikçe karşıtı olan karşı devrimciler de kendilerini daha fazla örgütlemeye yönelirler. Bu tespit, Kürdistan’daki savaşta da görülen bir olgudur. Kürdistan’da gerilla mücadelesi geliştikçe karşıtı olan ordu da kendini hep yenileme ve geliştirme ihtiyacı hissetti. Mesela bilebildiğimiz kadarıyla 1980’de Türk ordusunun her bir bölüğü 150 kişiden oluşuyordu. Ondan sonra eğitimi çok dağınık ve yetersizdi. Hatta 1990’ların ortalarına kadar da günlerce havan atıyordu ama hiç birisini tutturamıyordu. Yani böyle uzmanlığı olmayan, yığın halindeki bir yapıydı. Gerilla karşısında ayakta durabilmek için darbe aldıkça kendini yenileyen, eğiten, sayısını savaşa göre uyarlayan bir sürece girdi. Mesela şimdiki bölükleri 50-60 kişiden oluşuyor. Onlar da gerillaya bakarak kendilerini küçülttüler. Hareket tarzlarını gerillaya göre uyarladılar. Birçok şeyi gerilladan öğrendiler. Savaş tarzından tutalım dağlarda yaşamaya kadar bir sürü şeyi gerilladan örnek aldılar. Ama tabi ki gerillayı geriden takip eden bir pozisyondadırlar.

KARA SAVAŞINDA ÇÖZÜMSÜZ KALDILAR

-Bütün bu çabalarına rağmen kara savaşında gerilla karşısında başarılı oldular mı?

Gerilla karşısında kara savaşında çözümsüz kaldılar.

-Neden?

Çünkü her ne kadar gerilla savaşı onları bazı şeylere zorlamış olsa da gerillanın arazi koşullarına adaptasyonu ve sınırlı da olsa geliştirdiği taktik yoğunluk, halka dayanma gerçeği karşısında etkisiz kaldılar. Bunun için gerillayı yenemediler ve stratejik açıdan kendileri yenilmiş oldular.

Günümüzde savaşı daha çok profesyonel güç, istihbarat, teknik ve psikolojik savaşla yürütüyorlar. Şimdi Türk devleti de bunları fark ediyor ama askerini, ordusunu modernize etmek için sayısını küçültmesi gerekiyor. Lakin buna cesaret edemiyor.

TÜRK DEVLETİ NEDEN ORDUYU KÜÇÜLTMEYE CESARET EDEMİYOR?

-Neden cesaret edemediğini izah edebilir misiniz?

Cesaret edemiyor, çünkü sayıyı azaltıp orduyu modernize etmek isteseler birçok boşluk doğacağını düşünüyorlar. Kürdistan’ın bir çok ilçesinde ve ilinde 25-30 bin askerleri vardır. İlçelerin dört bir tarafına askerleri konumlandırmıştır. Beytüşebbap’a, Çelê’ye (Çukurca), Şemzînan’a, Şirnex’e bakın; etrafında ne kadar tepe varsa hepsini üzüm salkımı gibi askeri birliklerle doldurmuş olduğunu görürsünüz. Çelê’deki halkın nüfusu 9 bindir ama etrafındaki asker sayısı 24 bindir. Gerillanın şehir içine sızmasını önlemek için etrafındaki bütün tepeler askerle doldurulmuştur. Onunla da yetinilmemiş; ikinci sıradaki arka tepeler de askerlerle doldurulmuş. Bunların hepsi büyük sayıdaki güçlerle tutulan alanlar oluyor. Dolayısıyla on binlerce askere ihtiyaç duyuyorlar. Kendilerince güya sayı azaltılsa PKK gerillaları oradan sızar, eylem yapar, birçok yere girer ve artık çıkaramazlar. Bu yüzden Türk ordusu sayıyı azaltmaya yanaşmıyor. Bunu yapamayınca da ordusunu modernize edemez. Modernizasyon az sayıyla olur ve büyük bir masraf gerektirir.

PARAMİLİTER GÜÇLER

-Başka arayışları olmadı mı?

Bunun yerine paramiliter bir güç oluşturma çözümünü buldular. Adına Jandarma Özel Harekat (JÖH) dedikleri parayla güç oluşturmaya çalıştılar.

-JÖH işlerine yaradı mı?

Salt paraya dayalı bir güç de savaşın bütün ağırlığını kaldıramaz, zorlandığı yerde çöker ve kaçar. Nitekim şimdi savaş meydanında öyle olduğunu her gerilla eyleminde bizzat görüyoruz. Adına JÖH dedikleri bu güçlerin savaş performansları böyledir. Boş meydanda 2-3 kişiyi kuşattıklarında yetkin gibi gözükebilirler. Zaten hep böyle propaganda ediyorlar ama zorluklarla karşılaştıklarında irade gösterme, direnme durumları pek gelişmiyor. Çünkü savaşın gerektirdiği diğer esaslı faktörlerden olan inanma, yani ideolojik inancı yoktur ya da çok zayıftır. Salt kendini zenginleştirmek için ya da toplumda başka hiçbir iş bulamadığı için gelmiş olan birisinde bu inanç olmayabiliyor. Nitekim JÖH güçlerinin önemli oranda böylesi zaaflı bir gerçekliği vardır. Dolayısıyla kara savaşında gerilla karşısında kırılmayı yaşamaktadır.

-Türk ordusu bunu aşmak için neler yaptı?

Bu yüzden yapılan büyük yatırımlar ordunun yenilenmesine değil, savaşı karadan hava savaşına dönüştürmeye yatırıldı. Şimdi Türk devletinin yaptığı şey budur. Ordusunun sayısı olduğu gibi korunuyor, yama tarzındaki paramiliter güç ise ordunun bir köşesinde duruyor ama esas olarak bugün gerillaya karşı yaşadığı tıkanmayı hava savaşıyla aşmayı hedefliyor. Yani bu biçimde istihbarat ve tekniğe dayanarak sonuç almayı esas alıyor. Çünkü gerilla karşısında savaşma iradesi oldukça zayıflamıştır. Özellikle son İHA’lar, SİHA’lar ve koordinata dayalı vurabilen füzeleri adeta can simidi gibi imdadına koşmuş bir kurtarıcı olarak görülüyor. Bu nedenle tümüyle bunlara sarılmış ve bunlarla sonuç alacaklarını düşünüyor.

TÜRK ORDUSU VE STRATEJİSİ ÇÖZÜMSÜZ BIRAKILDI

-Bu düşüncelerini geçersiz kılmak için neler yapıyorsunuz?

Türk devletinin bu istihbarat ve tekniğini boşa çıkarmanın yol, yöntem ve taktikleri vardır. Şimdi biz onun üzerinde duruyoruz. Bu nedenle gerilla karşısında bu da bir çözüm olamayacaktır. Çözümsüzlük yeniden farklı boyutlarda ve alanlarda kendini Türk devletine dayatacaktır. Gerilla karşısındaki Türk ordusu ve stratejisi sonuçsuz bırakılmıştır. Dolayısıyla Türk ordusu gerilla karşısında kara savaşında yenilmiştir, bunun için de tüm imkanlarıyla hava savaşına ağırlık vererek bu durumdan kurtulmanın çabası içindedir.

GERİLLA RUHUNUN DAYANAKLARI

-Gerillada fedai ruh üzerinde duruluyor. Bu ruhun dayanağı, Kürt Özgürlük Hareketi’ndeki gelişimini biraz da örneklerle payalaşabilir misiniz?

Gerilla açısından da Hareketimizin özünde var olan, Önder Apo’nun ilk çıkışında etkili olan ve daha sonra Mazlumlar, Ferhatlar, Kemaller ve Hayrilerin şahsında kendini açığa vuran fedai ruh, gerillada en etkin duruş olarak şekillendi. Yani Kürdistan Özgürlük Gerillası’nın en belirgin yönü büyük cesaret, güçlü irade ve yüksek saldırı ruhuydu. Bu ruh, 15 Ağustos Atılımı’nın ilk eyleminde Egîd, Erdal ve Bedranlar’ın şahsında kendini açığa vurduğu gibi daha sonraki süreçlerde de en belirgin duruş tarzı olarak gelişti.

-Bu ruhun, giderek planlı eylemlere dönüşmesi ne zamandı?

Bu ruh, Zîlan (Zeynep Kınacı) yoldaş şahsında planlı bir eyleme dönüştü. Uluslararası komplonun doğrudan Önderliğe yöneldiği 9 Ekim 1998’den itibaren zindanlardan başlamak üzere tüm toplumda bu fedaileşme düzeyi daha da yükseldi. “Güneşimizi Karartamazsınız” sloganıyla Halit Orallar’ın başlattığı ve onlarca yoldaşın bedenini ateşe verip Önderlik etrafında ateşten bir çember oluşturarak uluslararası komployu durdurmaya dönük fedai eylemleri gelişti. Tayhan (Ahmet Yıldırım) ve Jêhat (Remzi Akkuş) yoldaşların Moskova’daki eyleminden tutalım zindanlarda, Avrupa’da ve Kürdistan’ın her tarafında bu fedai eylemlerin nasıl geliştiği biliniyor.

Özellikle komplo Önderliği esir aldıktan sonra gerillada da bu fedai ruh ve bizzat fedai eylem yapma tutumu çok daha fazla öne çıktı. O dönemin eylem biçimi olarak geliştirilmesi gereken bir eylemdi fedailik.

-Peki bunun eğitimi var mıydı; yöntemi ve araçları biliniyor muydu?

Yolunu, yordamını bilme durumu zayıftı. Sadece özel ilgi duyan bazı arkadaşlarımız bunun yöntemini bilebiliyordu. Örneğin bir patlayıcının dizayn edilmesi, sabotaj branşının yaygın tarzda kullanılması gibi bir durum o zaman yoktu. O yüzden fedai eylemlere gidecek arkadaşların eğitilmesi zorunlu hale geldi. Böylece 13 Mart 1999’da bir eğitim devresi başlatıldı. O devre aynı zamanda şimdiki Hêzên Taybet’in ilk devresi haline geldi. Yani ondan sonra artık giderek savaşın tekniğinde de derinleşme düzeyi gelişti.

1990'A KADARKİ SAVAŞ NASILDI?

-1999’a kadarki savaşta gerillanın fedai ruhu, saldırı tarzı ve göğüs göğüse yakından vuruş performansın yüksek, manevra kabiliyetini iyi ama zengin taktikleri kullanmada, uzmanca savaş tekniğini kullanmada zayıf olduğunu belirtiyorsunuz. Bunun nedeni, eğitim ve modelle ilgisini anlatabilir misiniz?

Savaş bilimini, tekniğini öğrendiğimiz yer Filistin ve Lübnan sahasıydı. Bu anlamda ilk baştaki askeri araçlara, askeri yol, yöntem ve taktiklere hakim olma bakımından Filistin ve Lübnan sahasının önemli katkıları oldu. Daha sonra Mahsum Korkmaz Akademisi’nin 1986 sonunda Lübnan’da kurulup 1992’ye kadar devam etmesi önemli sayıda kadro gücünün askeri ve ideolojik olarak eğitimini sağladı. Bizim halen devam eden askeri bilincimizin temelini Mahsum Korkmaz Akademisi ve Önder APO’nun buradaki çözümlemeleri yarattı. Fakat 1992’den sonra bu konuda bizde bir körelmenin, kötürümleşmenin yaşandığını söyleyebiliriz.

Geçmişte bizim geliştirdiğimiz gerilla daha çok Çin ve Vietnam modelini eksen alan bir gerillaydı. Vietnam, Kürdistan koşullarına daha çok benziyordu. Bu nedenle biraz da onun örnek alınma durumu vardı fakat bu konuda birçok hususta yanlışlıklar yapıldı. Daha doğrusu başka ülkedeki bir olgunun olduğu gibi Kürdistan’da uygulanmaya kalkışılması beraberinde hatalı durumlara düşülmesine yol açtı.

-Bunu örneklerle somutlaştırabilir misiniz?

Örneğin bunlardan birincisi; siyasi komiser sistemidir. Devrim yapan bu ülkelerde askeri yetenekleri olan, askeri açıdan güçleri sevk-idare eden, yönlendiren, yöneten askeri bir komutan; bir de güçleri ideolojik olarak eğiten, partilileri gözeten, geliştiren, güçlerin kültürel, siyasi ve ideolojik eğitimiyle ilgilenen siyasi komiser vardı. Biz de bunu Kürdistan’da olduğu gibi uygulamaya çalıştık. Fakat her ne kadar çaba gösterdiysek de bu siyasi komiser sistemini uygulayamadık. Her defasında başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Komutanın duruş biçimiyle alakalı eleştiriler geliyordu. Askeri komutanın ideoloji ve siyaseti hiçleştirdiği tutumundan ileri geldiği sanılarak bu yönlü eleştiriler yapıldı ama zamanla hakikat açığa çıktı ki, böyle bir sistem Kürdistan koşullarına uygun değildir.

-Neden Kürdistan koşullarına uygun değildi?

Çünkü Kürdistan’da her şey parti ile yaratıldı. Yani önce Önderlik ve parti ortaya çıktı. Parti, bu mücadeleyi başlattı ve yurtseverliği de gerçek anlamıyla geliştirdi. Dolayısıyla her şey parti ile olmak durumunda. Yani Çin’de, Vietnam’da veya başka bir ülkede, kendi ülkesi için mücadele etmek durumunda olan yurtsever insanlar vardır. Bu yurtsever insanların zamanla askeri özellikleri gelişerek komutan veya general de olabiliyorlar. Bir insan partili olmadığı halde bu düzeye ulaşabiliyor. Kürdistan'da bu çok denendi, ısrar da edildi ama gelişmedi. Çünkü Kürdistan’da her şey partiyle başlamış, partiyle yaratılmış ve partiyle geliştirilmiş. Dolayısıyla partili olmayan, Apocu kültürle yenilenmeyen bir kişinin komutanlaşması gelişmiyor. Çünkü komutan olan kişinin aynı zamanda partiyi de şahsında temsil etmesi gerekiyor. Yani askeri ve ideolojik öncülük tek bir kurumda, kişide somutlaşmadıkça gereken öncülük tam yapılamıyor. Ya da insanların ‘bu kişinin askeri tecrübesi, yetkisi var, onun emrinde savaşırım, ne derse talimatını uygularım ama yaşamına karışmam. Partili değilse de dediğini uygularım’ gibi bir yaklaşımı Kürdistan’da sergilemesi mümkün değildir. Hem ideolojik anlamda parti yaşamında, yoldaşlık ilişkilerinde öncü olacak hem de askeri çalışmalarda öncü olacak. Yani kişi hem ideolojik parti öncülüğünü temsil etmeli hem de bizzat savaşçı ve komutan olmalıdır. O zaman yapı kendisini dinler, o zaman komutanlaşma gerçeği gelişir. Bu olmadan Kürdistan koşullarında komutanlaşma olmuyor. Kürdistan’da her şey parti ile başlamışsa komutanlık da ancak partililik ile olabilir. Ayrı bir siyasi komiserlik bundan dolayı pratikleşmedi. Halen de görüyoruz, partiyi ideolojik planda doğru temsil edemeyen komutanlaşmayı da gerçekleştiremiyor. Yani her şey parti ile bütünleşmiş bir biçimde gelişmek durumundaydı. İşte Kürdistan’da komutanlaşma bu çerçevede şekillendikçe gerillada gelişebiliyordu. Biz bunu çok uzun zaman sonra anladık. Siyasi komiserlik, ARGK dönemi sonlarına doğru zaten işlevsel olmayan bir kurum haline dönüştü. Böylece komutanlık hem ideolojik hem de askeri öncülük yapma durumunda kaldı.

-İkinci örnek neydi?

İkincisi de yeni katılan bir savaşçıya ne kadar eğitim vermek gerektiği konusuydu. Biz o zaman Vietnam’a baktık, yeni katılan bir kişiye 5 gün eğitim veriyorlarmış. İki gün yurtseverlik üzerine, üç gün de askerlik üzerine. Biz de “bizim koşullarımız Vietnam’ınkine benzemez, bizde yurtseverlik bilinci azdır, toplumumuz yoğun bir asimilasyon baskısı altındadır, bilinç ve kişilikte çarpıtma vardır. Dolayısıyla bizde 5 gün eğitim yetmez, bizimki Vietnam’ın üç katı yani 15 gün olsun” dedik. Uzun bir süre yeni katılan savaşçılara sadece 15 gün eğitim verilerek saflara katılımı sağlandı. Bu, bizim ordulaşma faaliyetimizde beraberinde en tahrip edici, zarar verici bir sonucu yarattı. İlk adımda 15 gün eğitim gören bir savaşçı, bazı askeri dersleri çok yüzeysel alıyor, ondan sonra da pratikte ustalaşıyor, komutanlıkta yükseliyor, tabur veya eyalet komutanı oluyor ama kendisinde askeri bilincin alt yapısı fazla yoktur. Askeri araçları, tekniği anlama ufku çok dardır. Bu, bizde askeri açıdan çok ciddi bir kötürümleşmeyi beraberinde getirdi.

-Akademide tam bir program yok muydu, neden uygulanmadı?

Önderliğin ilk eylemi eğitimdir ve eğitim sürekliydi. Fakat her dönemde çizgi, ideolojik duruş sorunları yaşadığımız ve bu sorunlar öne çıktığı için eğitimlerimiz de ağırlıklı olarak ideolojik eğitimler olmak durumundaydı. Bu yüzden pratikte daha çok ideolojik eğitim vardı. Bu bir mecburiyetti. Bununla birlikte askeri eğitimleri de süreklileştirme olabilirdi ama bu olmadı. Dolayısıyla askeri eğitim ve askeri bilinçlenme, savaş tekniğini doğru kullanma yönünde bir bilinçsizlik ve daralma durumu yaşandı. Mahsum Korkmaz Akademisi’ndeki eğitim programı hem ideolojik hemde askeri açıdan aslında tam asker yetiştirmeye dönük hazırlanmış bir programdı. Günün yarısı ideolojik yarısı da askeri eğitimdi. Fakat sonradan bu program böyle sürdürülmedi. Daha çok güncel sorunlara dönük eğitsel faaliyetler ağırlık kazandı. O da daha çok ortaya çıkan örgütsel ideolojik sorunlarla, çizgi dışılık vb. konularla ilgiliydi. Dolayısıyla askeri eğitim çok geride kaldı. Yani diyebiliriz ki 2000’lere geldiğimizde gerilla güçlerinde cesaret, saldırı ruhu, yakın çarpışma kabiliyeti gelişkindi. Bunlara karşın uzaktan düşmanı vurma veya çeşitli savaş araçlarını, silahlarını etkili bir biçimde kullanma yönü ise çok zayıftı. Bu durum gerillanın belli mesafelerdeki çatışmalarda etkisini çok zayıflatıyordu. Çünkü silahı tekniğine göre kullanma yönü zayıftı.

YENİ TAKTİK YAKLAŞIMLAR

-Bunlar tespit edilip çözüm geliştirme arayışı başlayınca neler yaptınız?

Zaten 1999’da kendisini gündemimize dayatan Hêzên Taybet örgütlenmesi ve onun öncülüğünde geliştirilen askeri teknik eğitimler belli bir altyapı oluşturmaya doğru yol aldı. 2000’de Kandil’de bir savaş yaşandı. O savaşta da bir kez daha açığa çıktı ki; gücümüz cesaretlidir, saldırı yeteneğine sahiptir ama çok yakın mesafedeki vuruş dışında fazla etkili değildir. O yüzden 2001 yılında yapılan 1. HPG Konferansı’nda yeniden yapılanma kararı alındı. Gerillanın yeniden yapılandırılması, savaş tekniğine hakim olması, böylece taktiği zenginleştirmesi, güçlerin de bu anlamda ideolojik eğitim kadar askeri eğitimlerle de yetiştirilmesi gerektiği kanaati somutluk kazanmıştı. Bu yüzden Mahsum Korkmaz Akademisi yeniden kuruldu, ki onun derslerinin bir kısmı zaten askeri derslerdi. Bir de askeri bakış açısını geliştirmeye dönük ideolojik kadro yetiştiren bir akademiydi.

Mahsum Korkmaz Akademisi’nin faaliyete başlamasının yanında, yeni savaşçıların temel eğitimi de yeniden düzenlendi. Önceden temel eğitimi görmüş olan eski yapıların yeniden askeri eğitimlerden geçirilmesini, suikast ve sabotaj tekniğinin geliştirilmesini hedefleyen bu yeniden yapılanma süreci 2001, 2002 ve 2003’e kadar sürdü. Aslında diyebiliriz ki 1 Haziran 2004 Hamlesi buna dayanarak yeni bir taktik yaklaşımla geliştirildi. HPG’nin bakış açısı, misilleme anlayışı, savaş tarzının şekillenmesi bu yeniden yapılanma projesi ile birlikte gelişti. Nitekim 2004’ten itibaren aktif savunma tarzında gelişen o savaş ve dirençte farklı taktikler kullanıldı. Uzaktan kumandalı vb. yeni teknikler… Bu, gerillada bir yenilenme yarattı.

-Bu ne kadar sürdü, Türk devleti buna karşı hangi araçları edindi?

2007 sonlarından itibaren ABD Türk devletine yeni bir teknik verdi. İHA’ların koordinatları tespit etmesi temelinde uçakların o koordinatı vurabilme tekniğini ve yeteneğini Türkiye’ye verdi. 5 Kasım 2007’de Erdoğan başkanlığında Amerika’ya giden bir heyetin George Bush ile görüşmesi neticesinde bu tekniğin Türkiye’ye verilmesini kararlaştırdılar. O vakit bu teknik dünyanın sadece 5-6 ülkesinde vardı.

-Siz ne yaptınız?

Bu tekniğe karşı biz de Şubat 2008’de HPG’nin Konsey Toplantısı’na o zaman KCK Başkanlığı adına 25 sayfalık bir taslak sunduk. Bu taslak, HPG’nin kullanılan tekniğe göre kendini yapılandırması gerektiğini vurgulayan bir çerçeveydi. HPG’de yeniden yapılanma kararı ikinci kez bu tarzda gündeme girdi. Bu da 2008, 2009’a kadar sürdü ama derinlikli bir yeniden yapılanma anlayışı geliştirilemedi. Bir nevi üstten dayatılmış gibi algılandı. Evet, eğitimler filan arttırıldı ama böyle tam olarak içselleştirelemedi. Hem üst düzeyde hem de yapı içerisinde çok köklü bir yenilenmeyi yaratmadı. Bu yetersizlik o zaman da eleştirildi. Nihayetinde yine de belli bir teknik yoğunluğu geliştirildi. Bu arada Hêzên Taybet’de sürdürülen eğitimler belli bir düzey kazandı. Buna dayanarak HPG’de teknik okullar açıldı. Daha sonra Şehit Mahir Akademileri ismini alacak olan akademilerin temeli bu dönemde atıldı. Bu tarzda HPG’de belli bir yenilenme yaklaşımı geliştirildi.

Daha sonra 19 Temmuz 2013’te gerçekleşen HPG Konsey Toplantısı mahiyetindeki bir toplantıda yeniden düzenlemeler olmuştu. Burada HPG’nin yeniden yapılanmayla kendisini daha kapsamlı bir biçimde hazırlaması gerektiği yaklaşımından hareketle yeniden yapılanma kararı alındı. Bu yeniden yapılandırma perspektifi çerçevesinde tüm eyaletlerde Şehit Mehmet Goyi ve Şehit Rojin Gewda akademileri kuruldu.

Yine merkezi eğitimler Şehit Mahir Akademisinde derinleştirildi. Branş eğitimleri ve çeşitliliği arttırıldı. Bu konuya daha fazla önem verilerek, tüm gücün profesyonelleştirilmesi hedeflendi.

O dönem aynı zamanda yoğun katılımların da başladığı bir dönemdi. Yine Rojava savaşı, Şengal, Kobanê savaşlarının yaşandığı bir dönemdi. Aslında o bilinen tarihi direnişler, bu yeniden yapılanmanın birkaç yıl içerisinde yarattığı zemin üzerinden geliştirildi. Çünkü onlarca tabur bütün bu eğitimlerden geçerek, her yere daha etkili bir performansla müdahale etme imkanı sağladı. Yeniden yapılanma bu biçimde belli bir düzey kazandı. Dikkat edilirse 1999’dan sonra, daha doğrusu 2000’de gerçekleşen 7. Kongre’den sonra kurululan HPG ile birlikte bir değişim ve yenilenme gündemi hep olmuştur. Hem askeri güçlerin kendini koşullara göre uyarlaması, hem paradigmamıza uygun savaş stratejisini pratikleştirmesi, hem de gelişen teknolojiye ayak uydurma çerçevesinde gündemleşen yeniden yapılanma projeleridir. Çünkü çağımızda, teknoloji hızlı bir gelişme yaşadı. Bilim teknik alanında yaşanan gelişmeler en çok da 1990’lardan sonra etkisini gösterdi.

-En çok hangi gelişmeler etkisini gösterdi?

Özellikle uzay biliminin gelişmesinin bir sonucu olarak Küresel Konumlanma Sistemi yani GPS’in geliştirilmesi, savaş tekniği açısından ivmenin oldukça hızlanmasına yol açtı. Bu marifetle dünyanın herhangi bir yerindeki bir noktanın koordinatının belirlenebiliyor olması, savaşta devrimsel değişimlere yol açan temel bilimsel teknolojik gelişmedir. Uzay biliminin bu denli gelişimesi böyle bir sonucu açığa çıkardı.

Diğer yandan lazer ışınları, yine bunların savaşta kullanımının yaygın hale getirilmesi, lazer güdümlü füzelerin geliştirilmesi, koordinatı belirlenen herhangi bir yere lazer ışınlarının gönderilmesi suretiyle o lazer ışınlarına güdümlenen füzelerin gönderilmesi, istenilen noktayı havadan vurma imkanını yarattı. Bu durum savaşta devasa bir gelişme anlamına gelmektedir. Bu da beraberinde savaşın strateji ve taktiğinde çok köklü bir yenilenmeyi geliştirdi.

Ardından ısıya dayalı termal dürbününün bulunup savaşta kullanılması.

Yine bu İHA’ların geliştirilmesi.

Tüm bunlar birleşince savaşta köklü değişim ve yenilenmeyi beraberinde yaratttı. Çağımız bilim ve teknik çağıdır, telekominikasyon ve uzay çağıdır. Dolayısıyla bu çağda icat edilen her bir yeni buluş, önce savaşta kullanılmakta ve askeri sahada değerlendirilmektedir. Teknolojik gelişmeler toplumsal yaşamın her alanını etkilediği gibi en çok da savaşı etkileyen gelişmelerdir. Bu durum tüm ordular için beraberinde yeniden yapılanma gündemi geliştirdi. Bunu erken anlayan güçler, zaten buna göre güçlerini uyarlayarak yeniden yapılandırdılar. Türkiye ve İran gibi Ortadoğu ülkeleri bunu geç anlayarak, çok geriden takip ediyorlar fakat bugün artık bunu bilmeyen yoktur. Gelişen teknoloji, savaşları düz askerlerle değil, kaliteli insanlarla yürütülebilir kıldı. Dolayısıyla ordular için yeniden yapılanma durumu bir zorunluluk haline geldi. Eskide ve klasik duruşta ısrar edenler, salt konvansiyonel silahlarla yetinenler artık savaşta başarı kazanamazlar. Bunu yeterince idrak edip göremeyenler savaşta başarılı olamazlar.

GERİLLANIN BUGÜNKÜ DURUMU

-Şimdi sizdeki durum nedir, tam olarak nasıl bir yeniden yapılanma süreci içindesiniz?

Hareket olarak Önderliğimizin öngörüsü ve derinliği sayesinde paradigmasal bir yenilenmeyi yaşadık. Bu bize önemli bir avantaj sağladı. Gerilla tarzında da bir yenilenmeyi hep gündeme koymaya çalıştık. Fakat özellikle 2 yıldan bu yana HPG’nin gündeminde olan ve en son yapılan bir HPG toplantısında kararlaştırılan bir Yeniden Yapılandırma Projesi vardır. Bu, diğerleri gibi sadece gerillayı biraz daha eğitme, uzmanlaştırma ve yetkinleştirmeyi içermiyor. Kuşkusuz yetkinleşme ana bir hedeftir ama esas olarak Çin ve Vietnam’da gelişen, dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulanan ve bizim de 1984’ten 1999’a kadar tam olarak uyguladığımız ama 2000’den sonra giderek değişiklikler yapmaya çalıştığımız, Çin-Vietnam gerilla modelini köklü bir biçimde değiştirme ve aşmayı hedefleyen, çağın koşullarına yani Kürdistan somutunda 21. yüzyıla uygun yeni bir gerilla modelini ve çizgisini geliştirmeyi içeriyor. Klasik gerillanın tümden aşılması, onun savaş, hareket, üslenme ve örgütlenme tarzının ve sisteminin tümden değişimini öngören, gerillayı adeta yeniden yaratan bir projedir. Kuşkusuz 34 yıllık tecrübeye dayanarak gerillayı biçimlendiren proje, şu anda gündemimizdedir. Biz, bununla gerillanın savaş tarzında, hareket tarzında, yine üslenme anlayışında çok köklü bir değişimi öngörüyoruz. Amacımız çağın gelişen teknolojisine karşı durabilen, düşman istihbarat ve tekniğini boşa çıkarabilen, gerilla taktik ve tekniğini yetkince kullanarak zafere yürüyebilen bir gerillayı yaratmaktır. 21. yüzyıl gerillasından kastımız budur.

Gerektiğinde çok küçük birimler halinde araziye serpilen, gerektiğinde koordineli gerilla tarzıyla yoğun ve yaygın biçimde düşmanı vurabilen, gerektiğinde ortaya çıkıp hedefleri yok edebilen gerektiğinde aniden kaybolabilen, adeta bir hayalet ordusu diyebileceğimiz bir gerilla tarzını geliştirmek istiyoruz. Teknikte oldukça yetkin ve uzmanlaşmış, partileşmede netleşmiş, parti yaşam ölçülerine sahip, askeri kültür, disiplin ve gizlilik esaslarını yaşamının vazgeçilmez bir parçası haline getirmiş, savaş konusunda taktik zenginliği yakalayabilen profesyonel modern gerillayı yaratmak istiyoruz. Biz, bu gerillayı yarattığımız ve klasik, eski alışkanlıklardan kurtulduğumuz oranda zafer gerillasına ulaşmış oluruz.

Bu konudaki kararlılığımız ve ısrarımız çok net ve keskindir. Kürdistan’da zafer gerillasını yaratma esasları üzerinde yoğunlaşıyor ve şu anda bunu pratikleştirmenin çabalarını geliştiriyoruz.

-Bu tarzın, devrimci halk savaşı stratejisindeki diğer ayaklara etkisi nasıl olur?

Kuşkusuz bizim mücadele stratejimiz, devrimci halk savaşı stratejisidir. Devrimci halk savaşı stratejisinde gerilla tek başına değildir, bir de halk ayağı vardır. Halkı, halkla gerilla arasında halka olabilen öz savunmayı ve profesyonel gerillayı birlikte düşünmek gerekiyor. Savaş doktrinimizin dört temel ayağından üçü bunlardır. Yani profesyonel gerilla, öz savunma, halk hareketi ve metropol alanını doğru değerlendirme anlamına gelen savaş doktrinimizin uygulanması için temel aktör ve öncü güç gerilladır.

Bu nedenle gerillanın stratejik zeminlerde derinleşmesi, öncülük rolünü yaparak devrimin diğer ayaklarını harekete geçirmesi, onları da işlevsel kılmada rol ve misyon üstlenmesi gerekmektedir. Bizim ön gördüğümüz tarzda Apocu ideolojide derinleşmiş, netleşmiş, askeri kültür ve kişilikte kesinkinleşmiş, savaşta ve savaş tekniğinde uzmanlaşmış bir gerillanın fethedemeyeceği bir hedef yoktur. Bu format ve performanstaki bir timin daha önceki bir tabura bedel savaşabileceğini bilerek bu niteliksel derinleşmeyi önemsiyoruz. Günümüzdeki savaşta insan kalitesi, iradesi ve yeteneği en belirleyici faktördür. Bu yönü gelişkin olan, yani insan kalitesinde yetkinleşen bir güç, düşmanın istihbaratını ve tekniğini boşa çıkarmayı bilecek ve devrim istihbaratını, tekniğini ve taktiğini zamanında, doğru ve yerinde kullanarak sonuç almasını bilecektir.

Bu yüzden Kürdistan Özgürlük Gerillası, bu son geliştirdiği zirvesel yeniden yapılanma projesiyle devrimci halk savaşının öncü ve başarıyı kesinleştiren zafer gücü olmaya yönelmiş bulunuyor. Biz, yeni dönemin görevlerini bu biçimde gerçekleştirerek Önder Apo’nun, Kahraman Şehitlerin, halkımızın ve gözü yaşlı analarımızın beklentilerine cevap olmayı başaracağımıza, zafere kilitlenmiş bir gerillanın özgürlük davasını kazanacağına yürekten inanıyoruz.