Cizre’nin Xanê Cengzêrînî Mehmet Tunç

''Arkadaşlarımın üzerine her an bina çökebilir, onlar ölebilirler. Ben mahalleyi iyi bilirim. Buradan çıkabilirim. Ancak bunca insanı ölüme terk edemem, ya birlikte çıkarız ya birlikte ölürüz’ demişti.

Keleha Dimdimê (Dimdim Kalesi), 17’inci yüzyılda Kürtlerin Xanê Çengzerîn öncülüğünde İran Şahlarından Şah Abbas’a karşı yürüttüğü nefes kesen direnişin mekanıdır. Yaşanan destansı direnişin 3 önemli öznesi vardır. Birincisi isyanın öncüsü Xanê Çengzerîn, diğeri direniş mimarisi ile inşa edilen Keleha Dimdimê diğeri de Kürt tarihinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan sömürgecilik.

Xanê Çengzerîn gücünü halktan alması, karar süreçlerine halkı katması ve asi duruşu nedeni ile halkın sevgisini, Kürdistan’a hakim olan güçlerin nefretini her daim kazanmıştır!

İran şahı Xanê Çengzerîn’i şu sözler ile teslimiyete davet etmiştir:

“Hey Han! Ne de olsa Kürtsün,

Tanı benim tacımı,

Tanımazsan yok ederim seni”

Kürt hanı, Xanê Çengzerîn de Şah Abbas’a

“Senin tacın senin başında kalsın,

Vız gelir bana senin tacın,

Varsın yiğitler ölsün,

Ama Kürdistan şan ve şereften yoksun kalmasın” diyerek sonu ölüm de olsa direneceğini haykırmıştır.

Daracık ve labirent gibi sokakları ile barbar saldırılara karşı adeta direniş için inşa edilen Cizre, Cizre’nin Xanê Çengzerîn’i Mehmet Tunç ve sömürgeci zihniyet Cizre destanının da üç önemli öznesi olmuştur.

Günümüzün Şah Abbas’ları da Mehmet ve arkadaşlarına tıpkı 400 yıl önceki gibi onursuzluğu ve teslimiyeti dayattı. Mehmet Tunç’ta tıpkı Xane Çengzerîn gibi “Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Mücadeleye devam eden arkadaşlara buradan selamlarımı iletiyorum. Cizre halkı 60 gündür soğuğa rağmen, açlığa rağmen, susuzluğa rağmen diz çökmedi. Onun için kalan insanların bizimle gurur duyması lazım” diyerek, tarihsel rolünü oynamıştır.

HALK ÖZ SAVUNMA POZİSYONUNDA

7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerde ortaya çıkan sonuç, Türkiye’de yeni bir süreci başlatmış oldu. Kürt siyasal hareketinin de legal alanda temsilini yapan Halkların Demokratik Partisi’nin seçimde elde ettiği zafer, Recep Tayyip Erdoğan’ın başında yer aldığı AKP hükümetinin iktidarını kaybetmesine neden oldu. Seçim, iki yıldan fazla süre çatışma ve ölümlerin olmadığı, sözümona kalıcı barışın esaslarının tartışıldığı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın baş müzakereci pozisyonunda olduğu bir ortamda gerçekleşti. Çatışmaların olmadığı bir iklimde iktidarını kaybeden Erdoğan, tekrar savaş ve kaostan medet umdu. Seçimlerden sonra devlet ile Kürt siyasal hareketi arasında Dolmabahçe Sarayı’nda bir müddet önce varılan mutabakatın gereklerinin yerine getirilmesi aşamasına geçilmesi gerekirken tarihinin en büyük bozgununu yaşayan Erdoğan, mutabakatı ret etmekle kalmadı; Kürt halkını teslimiyet ve ölüm dilemması ile karşı karşıya bıraktı. Ya tarihinin en güçlü ve iradeli dönemini yaşayan Kürt halkı, tarihinin en zor dönemini yaşayan devlet ve onu artık temsil eden iktidara teslim olacaktı yada yıllardır verdiği mücadele sonucunda tarihin kendisine sunduğu kurtuluş imkanlarını değerlendirip direnecekti. Kürt halkı ve yiğit çocukları ikinci yolu tercih ettiler, direndi. Buna göre devletin yanaşmadığı demokratik yaşamı, sivil demokratik yöntemlerle inşa edecekti. Bir saldırı ile karşı karşıya kalması durumunda ise tüm halk, sivil öz savunma pozisyonunu alacaktı.

CİZRE’NİN EGİDİ

Cizre, 14 Aralık 2015 tarihinde başlayan ablukadan önce, özellikle 2 yıl boyunca sürekli olarak devletin baskıları neticesinde gelişen ölümler, infazlar, direniş, Rojava’dan gelen gençlerin cenaze törenleri, gözaltı ve tutuklamalar ile sürekli bir teyakkuz halindeydi. Mehmet, ölümün her vakit kol gezdiği bu ortamda Cizre Halk Meclisi Eş Başkanı olarak gecesini gündüzüne katarak çalışan bir devrim emekçisiydi. Gözü pekliği, feveranlığı, halka cesaret veren duruşu, öncü kişiliği devletin kem gözüne her daim batıyordu. Bu nedenledir ki yasaktan 6 ay önce Mehmet’in seyir halindeki arabası ve hemen akabinde evi tarandı. Cizre Garnizon Komutanlığından açıkça hedef gözetilerek yapılan saldırıdan kıl payı kurtuldu. “Her şeyini Kürt’ü imha etmek üzerine inşa eden bu sistemle yaşama koşulları kalmadı. Dolayısıyla onurlu Kürt’e direnmekten başka yol kalmamıştır” sözleri ile direnişin yeminini her yerde tekrarlıyordu. Halka o gür sesi ile yaptığı her hitabının başlangıcında istisnasız, “Cizîra Botan warê qehreman û egîdan” cümlesini kullanan Mehmet, Cizre’nin Egîd’i oldu.

Yıl 2015, Aralık ayı. Muktedirliğin ikametgahı olan, sürekli parmak sallayarak had bildiren Ankara’da masa etrafında toplanan ricaller yüzlerine sinen tehditkar ifade ile harita üzerinde kırmızı çembere alınan Cizre’ye odaklanmıştı. Ecdatlarının, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözlerini bir ayet edası ile başuçlarından ayırmayan Ankara muktedirleri “muteber devletin” başına musallat olan, esmer çocukları hizaya getirmeye çoktan karar vermişti. Demirden imal edilen zulüm makinelerinin paletlerinden çıkan o sinir bozucu ses Cizre’nin ortasından geçip hakim tepelere konuşlanıyordu. ,

KENTİMİZİ TERK ETMEYECEĞİZ

Ankara, esmer çocuklar arasına karışan beyaz tenli öğretmenlerine çağrıda bulunup kenti terk etmelerini buyuruyordu. Çünkü kentte steril bir katliamın bütün titizliği ile yerine getirilmesine azami özen gösteriliyordu.

13 Aralık günü, Cizre’de bir yanda telaş hali ile kenti terk eden öğretmenler; ilçenin daha güvenli yerine çocuklarını götürmeye çalışan kent sakinlerinin tedirginliği; erzak stoklamak için market ve bakkallar önünde kuyruğa giren halkın telaşı; sokak başlarında barikatları yükselten, hendekleri daha derinleştiren ve safları sıklaştıran gençlerin coşkulu söylevleri; marşları, panzer hoparlörlerinden yükselen “evlerinizi boşaltın, son uyarımızdır” anonsları; belli aralıklar ile seri halde yükselen silah sesleri; caddelerden geçen tankların palet sesleri ve bütün bu karmaşa arasında yükselen ezan sesi kentte ürkütücü bir kanona dönüşmüştü.

Kenti saran bu canhıraş içinde sokak aralarında toplanan halka hitap eden Mehmet’in davudi sesinden çıkan, “Kentimizi terk etmeyeceğiz, direneceğiz” sözleri, abluka altına alınan sokakları delip geçiyordu.

Mehmet Tunç, kişiliğinde Botan bölgesinin tüm karakteristik özelliklerini taşıyordu. Cudi’nin yamacındaki bir köyde doğup büyümüştü. Asimilasyon politikalarının pek etkili olamadığı Botan’da otantik Kürt kişiliği özgürlük hareketi ve bilinciyle buluşunca muazzam bir yurtsever karakter ortaya çıkıyordu. Bu yeni yurtsever Kürt özellikleri Mehmet’in kişiliğinde bir araya gelmişti; coşkuluydu, coşkusu gür sesine yansırdı. O gür sesine denk bir endamı vardı; iri bir cüsseye sahipti. Karamsarlık ve umutsuzluk duyguları ona uzaktı. Etrafında, onun coşkulu kişiliğinden etkilenmeyen yoktu. Mehmet, yurtseverliği ve özgürlük bilincini kitaplardan değil yaşamdan edinmişti. Oldukça hassas bir yapıya sahipti, Davranışlarında bazen duygusal refleksler gösterse de mücadelenin salt duygularla yürümediğini bilen biriydi; toparlanması uzun sürmezdi. Katliamcı kuşatma halkasının daraldığı günlerde halkımızın dönemin icab ettiği ruha denk olmayan atıllığı; ayrıca misyonlarını layıkıyla yerine getirmeyen öncü kişi ve kurumların tutumu karşısında bazen öfkelenip, öfkesini kamu ile paylaşsada çok geçmeden sosyal bilimi ve devrimci gerçekliğin icap ettiği duruşa bürünüyordu.

ASYA İLE BİRLİKTE HALKI ÖRGÜTLÜYORDU

Mehmet, Cizre halk meclisinin eşbaşkanıydı. Demokratik özerk toplum çalışmalarını örgütlüyor, halka öncülük ediyordu. Cizre kuşatması başladığında direniş ve öz savunma pozisyonuna geçen halk arasında en sıcak mahalleleri dolaşıyordu. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte şehir yüzlerce tank ve topla kuşatılarak, ateş altına alındığında ilçe halkının tümü henüz evlerinde kalarak direniyordu. Devletin ölüm mangaları halkı sindirip ilçenin dışına püskürtmek için sistematik bir şekilde her gün şehir merkezindeki birkaç noktaya top atışı yapıp 2-3 kişinin ölümüne, birçok kişinin yaralanmasına neden oluyordu. Kuşatmanın ilk günlerinde Mehmet ve meclis eşbaşkanı Asya Yüksel mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev dolaşarak halka moral vermeye ve örgütlemeye çalışıyordu.

O günlerde şehrin farklı yarlerinde çok karşılaştık. Mehmet’in karamsarlık bilmez coşkulu kişiliği motivasyonumu yüksek tutardı. Şehir ateş altındayken Mehmet, bazen bir halayın başında, bazen ekmek pişiren kadınların arasında, bazen sırtındaki bir yaralıyı güvenli bir yere taşırken çıkardı karşımıza. Her gün 2-3 insanın sistematik bir şekilde katledildiği ve şehrin açlık ve susuzluk nedeniyle büyük oranda boşaldığı ama henüz Bodrum vahşeti süreci başlamadan birkaç gün önce gittiğimiz Cudi mahallesindeki bir sokakta, gür sesiyle, coşkuyla konuşan Mehmet Tunç’un onu dinleyen bir kaç gence bir şeyler anlattığını, gençlerinde onu kahkahalarla dinlediğini gördük. Mehmet Tunç, beni gördüğünde, önce sarılıp hal hatır sorduktan sonra aynı coşkuyla meseleyi anlatmaya başladı: “Faysal heval dün aramıza bir ajan sızdı. Düşmana koordinat vererek akşamdan beri ateş altında olmamıza neden oldu. Ama ajanın cenazesi şu an damda“ sözleri karşısında başta irkilsemde esprinin esasını yine kendisinden dinledim; halka ait bir keçi, Mehmet ve arkadaşlarının bulunduğu binaya girip merdivenlerden dama çıkınca şehrin hakim tepelerinde konumlanan zırhlı araçlar gece boyunca binayı ateş altında tutmuş. Sabaha doğru keçi vurulmuş, Mehmet’le arkadaşları sağ salim sabahı etmişler...

MEHMET’LE SON GÖRÜŞME

Devrim ve ahlak birbiriyle çok ilintili kavramlar. Bir müddet önce birkaç yıl boyunca kaldığı cezaevinden henüz yeni çıkan Mehmet’e Cizre Kent Meclisi Yürütmesi için kongreye katılma teklifi geldiğinde hayır diyememişti. Onu cezaevi süreci öncesi ilçe başkanlığı pratiğinden bilen kongre delegasyonu, tereddüt yaşamadan seçmişti. Böylece Mehmet bir anda kendini oldukça yorucu, riskli ve stresli bir temponun içerisinde bulmuştu. Bu tempoyu ancak ahlaklı, güçlü ve fedakar bir devrimci kişilik kaldırabilirdi. Mehmet, bu özellikleri ziyadesiyle taşıyordu.

Yüz yüze Mehmet’le son görüşmemiz 20 Ocak 2016’da oldu. Mahalleye gittiğimiz de hemen her seferinde Mehmet ve arkadaşları ile karşılaşırdık. Ancak ilçenin merkezinden geçen İpek Yolu zırhlı araçlar ile tutulmuş şehrin merkezinden Mehmetlerin bulunduğu Cudi Mahallesi’ne geçme koşulları kalmamıştı. Artık iletişimimiz telefon üzerinden gerçekleşiyordu. Neredeyse her gün telefonla Mehmet ve halk meclisinden yanındaki diğer arkadaşlar ile birkaç kez görüşürdük. Meclis başkanı olmasının yanısıra temposu ve fedakarlığı ile oluşan doğal liderliği nedeniyle iletişimimiz genelde Mehmet üzerinden olurdu.

Görüşmelerimiz; ilk başlarda uygulanan su, gıda ve elektrik kesintisi nedeniyle mahalledeki halkın yaşadığı sosyal sorunlara dair olurken, son günlerde ise neredeyse sadece atılan tank topları ve ağır silah taramaları sonucunda ölen yada yaralanan insanların mahalleden tahliyesine dair olurdu. Bazen gecenin sakin bir saatinde arar, dakikalarca sohbet ederdi. O görüşmelerde, Mehmet daha çok dış kamuoyunun tepkisi ile halkımızın Çizre’yi sahiplenme düzeyini öğrenmeye çalışırdı. İlgiyi istenen düzeyde olmayınca, sözleriyle halka yüklenecek gibi oluyordu ama hemen akabinde toparlanıp sorunun öncülükle ilgili olduğunu belirtirdi.

Devlet, direnişi kıramayacağını anlayınca vahşet düzeyini tırmandırdı. Yaralanan insanların ambulansla alınmasına izin vermemeye başladı. Artık yaralıların şehir merkezindeki karakola taşınması istendi. Yaralıları taşıyanlar taranmaya ve tutuklanıp darp edilmeye başlanınca daha önceki yaralıların çoğunu sırtlayarak ambulanslara kadar taşıyan Mehmet arkadaş, artık yaralılar ile cenazeleri ancak İpekyolu’na kadar getirip bize haber veriyordu. 20 Ocak’tan önce birkaç cenazeyi halk ile birlikte gidip İpekyolu üzerinden alarak hastane morguna kaldırdık. Yaralıları birlikte aldığımız birkaç kişi, darp edilerek gözaltına alınınca ve mahallede neredeyse hareket eden her canlının üzerine dört bir yandan ateş olunca artık yaralıları mahalleden çıkarma imkanı hiç kalmadı.

ZAFER HALKIMIZIN OLACAK

20 Ocak gününe gelindiğinde farklı yerlerde yaralanan insanlar birikmiş, hepsinin bilgisi bizimle paylaşılmasına rağmen alamamıştık. Bu yaralılardan biri de Serhatlı bir üniversite öğrencisi olan Serhat Altun’du. Serhat, yasaktan bir-iki gün önce, onlarca arkadaşıyla birlikte canlı kalkan olmak üzere otobüsle Cizreye gelmiş; ancak arkadaşlarıyla birlikte mahallede bombardıman altında kalmıştı. Mehmet Tunç neredeyse her saat bizi arayarak, Serhat ve akabinde vurularak biriken yaralıların bilgilerini çaresizce aktarıyordu. Serhat alınamayınca ve her geçen saat ölüme doğru gidince ihtiyati tedbir kararı talebiyle AİHM’ne başvurduk. Alınan tedbir kararına rağmen Serhat ve yaralı arkadaşları alınamayınca, sayıları 30-40 arasındaki bir grup insanla durumu telefonlarımıza cevap vermeyen vali ile kaymakama mesaj ile bildirerek mahalleye geçtik.

Mahalleye vardığımızda bizi bir grup arkadaşıyla Mehmet Tunç karşıladı. Mehmet, mahalleye geçen insanlara seslenerek teşekkür ettikten sonra, “arkadaşlar gördüğünüz gibi düşman her türlü vahşeti ahlaksızca yapabilmektedir. Şayet cesaret edip bir arada hareket edersek hepimizi öldürseler de yenilirler, zafer halkımızın olacak.’

Oraya vardığımızda Serhat’la iki arkadaşı artık yaşamıyordu. Cenazelerle birlikte birkaç yaralıyı alıp mahalleden çıkmadan önce Mehmet’e, “Bunların niyeti hepinizi öldürmek. Sizde bizimle gelmeyi düşünmüyor musunuz. Ya da annenin talebidir, kardeşin Orhan’ı bizimle gelmesi için ikna edemez misin’ dedim. Mehmet, naif bir tebessümle, “Faysal heval, elimizde silah olmadığını biliyorsun, ben bu halkın sorumluluğunu üzerime aldım. Tek biri kalsa bile, ben hangi yüzle terk edip çıkarım.” Artık diyecek bir şey kalmamıştı. Mehmetlerle vedalaştıktan sonra cansız ve yaralı bedenleri yanımıza alıp harekete geçtik.

ÖFKE VE ÇARESİZLİK

20 Ocak’tan sonra mahalleye artık hiç gidemedik, Mehmet’le yüz yüze hiç görüşemedik. Ancak telefon ile daha sık görüşmeye başlamıştık. Bu tarih aynı zamanda bodrum vahşeti sürecinin başlangıcıydı. 21 Ocak’ta Mehmet beni tekrar aradı. Bir şarapnel parçası, başka bir üniversite öğrencisi olan Batmanlı Cihan Karaman’ın göğsüne saplanmıştı. Cihan, henüz ayaktaydı ve bilinci yerindeydi; ancak kan kaybediyordu, bir an önce hastaneye kaldırılması gerekiyordu. Oysa devlet artık her türlü vahşeti yapma kararı almıştı; hastaneye kimse artık taşınmayacaktı -ki yaralı insanlar acı içerisinde kıvranarak ölsün, devlete başkaldıran bir halka da ibret olsun!

Emniyet ve ambulans ile yaptığımız görüşmeler sonuç vermiyordu. Emniyete bakarsanız mahalle güvenli değildi, o nedenle ambulansın gitmesine izin verilemezdi. Oysa karşılıklı bir çatışma sözkonusu değildi, sadece devlet tüm vahşetini oradaki insanların üzerine boca ediyordu. Filinta gibi Cihan damla damla acı içerisinde ölecekti. Mehmet, Cihan’ın yanında bende telefonun diğer ucunda öfke ve çaresizlik içerisindeydik. Emniyete adresi vererek, oradaki ateşin kesilmesini talep ettik, ki Cihan yürüyerek caddeye çıkabilsin. Oysa karşımızda her türlü insani değeri tüketen, ahlaksızlığın zirvesini yaşayan bir güç vardı. Yapacak bir şey yoktu. Cihan’ın ölümü göze alıp yürüyerek, caddeye gelmesi gerekirdi. Bu kararı Mehmet’le aldık. Daha sonra gece boyunca Mehmet ve Cihan’la irtibatımız koptu.

VAHŞET BODRUMLARI

Ertesi gün Mehmet, tekrar bana ulaştığında artık yaralıların sayısı 12’ye ulaşmıştı. O tarih, bodrum vahşeti sürecinin başladığı tarihti. Cihan, bombardıman altında yola kadar gelmiş, ambulans gitmeyince aynı yoldan arkadaşlarının yanına dönmüştü. Aralıksız bir şekilde devam eden bombardıman nedeniyle 11 insan daha yaralanmıştı. Mehmet Tunç ve arkadaşları da güvenli olabilir diye, onları yakınlardaki çeperi taştan bir bodrumu olan 4 katlı bir binaya taşımış.

Bu bodrum binlerce yıl geçse halkımızın toplumsal belleğinden silinmeyecek vahşet bodrumlarının ilkiydi.

Yaralı sayısı gün boyunca artıyordu; tarih 22 Ocak’ı gösterdiğinde, yaralı sayısı 31 olmuştu. İki gün boyunca kan kaybeden Cihan o akşam öldü. O tarihten sonra halkımız Mehmet’in haykırışlarını çok duydu. Televizyonlara bağlanarak hem durumlarını paylaştı hem de halka direnişi sahiplenme çağrısı yaptı. O karanlık bodrumun dibinde inleyen yaralılar Mehmet’i çıldırtıyordu. Bazen duygularına yenilip öfkesini halka ve siyasi partisine de yöneltiyordu. Aslında çok şey istemiyordu; arkadaşlarıyla sergiledikleri direnişin binde birini istiyordu. Ama halkın direnişi o vahşi kuşatmayı kırmaya yetmiyordu.

Mehmet, bir ara bombardıman altındaki binanın üst katına çıkarak beni aradı. Telefondan binaya isabet eden mermilerin sesini duyabiliyordum. Bodrumda telefon sinyali olmadığı için konuşmak için üst katlara çıkılması gerekiyordu. “Faysal heval, ben burada her an vurulabilirim. Arkadaşlarımın üzerine her an bina çökebilir, onlar ölebilirler. Ben mahalleyi iyi bilirim. Buradan çıkabilirim. Ancak bunca insanı ölüme terk edemem, ya birlikte çıkarız ya birlikte ölürüz’ demişti.

Kimisinin bağırsakları dışarıda, kimisinin bacağı parçalanmış, kimisinin de aç ve bedeni susuzluktan kavrulan o insanlardan her gün biri yaşamını yitiriyordu.

‘BABA BENİ BIRAKMA’

Bir seferinde, ayın 25’lerine doğru Mehmet tekrar beni arayarak, “yanımızda tanımadığım bir kız çocuğu var, susuzluk ve kan kaybından bilincini yitirmiş, elimden tutup, ‘baba beni bırakma’ diyor. Keşke ölseydim de bunları görmeseydim.’

Partili arkadaşlarımızın Ankara’da hükümet nezdinde yaptıkları görüşmeler sonucunda, birinci bodrumda olan insanların tahliye edileceklerine dair ihtimal belirdiğinde Mehmet mermi yağmuruna aldırmadan bodrumdan çıkıp diğer sokaklarda direnen arkadaşlarının yanına ulaşabiliyor. Çok geçmeden Mehmet burada direniş arkadaşı Asya Yüksel ve 60 arkadaşıyla 2. bodrumda mahsur kalıyor. 7 Şubat 2016 tarihinde Mehmet’in tüm arkadaşlarıyla bedeni yakılıp bombalansa da anıları ve ruhu Kürdistan direniş tarihinde bir nirengi olarak hep yaşayacaktır.

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA