Altun: Türkiye-Amerika krizi çok ciddidir

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, Türkiye’nin çok derin krizlerle karşı karşıya olduğunu, yaralı olduğunu ve her gün kan kaybettiğini belirtti.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, Türkiye-Amerika krizini,  krizin boyutlarını ve arka planını, Suriye ve İran merkezli bölgesel gelişmeleri ANF’ye değerlendirdi.

Türkiye ve Amerika arasında yaşanın krizin ciddi boyutlarda olduğuna dikkat çeken Altun, bu krizin Dünya sistemi ve Ortadoğu kriziyle bağlantılı olduğunu dolayısıyla Türkiye’nin ya oluşan yenidünya sisteminin eskide olduğu gibi güvenilir bir parçası haline getirileceğini ya da bu konuda çok ciddi krizlerle karşı karşıya kalacağını söyledi.

KCK YK üyesi Rıza Altun ile yapmış olduğumuz söyleşinin 1. Bölümü şöyle;

Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir kriz başladı. Bu kriz Rahip Brunson ile ifade ediliyor. Gerçekten kriz sadece bununla ifade edilebilir mi? Yoksa işin iç yüzünde neler var?

Türkiye-Amerika ilişkileri, Kapitalist modernite krizinden kopuk kendi başına ele alınıp değerlendirilebilecek bir durumda değildir. Kapitalist modernitenin genel bunalımları ve bunun bölgedeki yansımalarından söz ediyoruz. Türkiye-ABD arasındaki krizi, dünyadaki kapitalist modernite krizinin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Bir de buna ek olarak krizin Ortadoğu’daki hali var. Bunların hepsine bütünlüklü bakılmazsa doğru değerlendirme de yapılamaz. Yoksa Rahip Brunson ya da Hakan Atilla’nın tutuklanmasını krizin nedeni olarak görmek doğru olmaz. Bunlar, gerçekte sistem krizinden kaynaklıdır. Kendisini, her iki tarafın Ortadoğu politikasında hissettiren sorunların, bu olaylar şahsında dışa vurumudur. Eğer ABD-Türkiye politikalarında çelişkiler değil de, örtüşmeler daha fazla olsaydı, Brunson ve Hakan Atilla davası da hiç kimseye hissettirmeden rahatlıkla çözülürdü. Ama çelişkiler derinleştikçe, daha sıradan sorunlar bile büyük krizlere dönüşebilir.

Kapitalizmin bir krizi var. Ne Amerika bu krizin dışında ne de Türkiye. O zaman eğer bu krize müdahale yapılacaksa önce dünya sisteminin kendisini gözden geçirmesi gerekir. Ama bu sistem kendisini gözden geçirirken dünya sisteminin parçaları da ona göre biçim alıyor. Yaşanan da budur. Özellikle de Sovyetlerin çöküşünden sonra daha da aktifleşen bir durum ortaya çıktı. Kapitalist modernite kendisini nasıl ve hangi biçime kavuşturacak, varlığını nasıl süreklileştirecek? İşte yaşanan tüm bunlar el yordamıyla bu sorulara aranan cevapların bir parçasıdır.

Bahsettiğiniz bu krizle kapitalist modernite başta Ortadoğu olmak üzere ulus devletlere nasıl bir şekil vermek istiyor?

En başından herkesin herkesle sorunu vardı zaten. Belli dönemlerde ittifakların olması ya da ittifaklara rağmen birbirine ters düşmeler bunu gösteriyor. Bunun en tipik örneği ise Avrupa’dır. Mesela başından beri Avrupa ile Amerika arasında sanki çok güçlü bir ittifak var. Bütün çıkarlar ortaklaştırılmış gibi bir görüntü var. Ama dikkat edilirse içinde sorunları da var. İngiltere-Amerika sorunları, İngiltere-AB sorunları, Fransa-Almanya’nın Amerika ile sorunları var. Çeşitli merkezlerde ortaya çıkan sorunlarda siyasette farklılıkları ortaya seriyor. Kapitalist modernitenin merkezi düzeyde temsilini yapan güçlerle ulus-devletler arasındaki ilişkilerde de sorunlar var. Mesela; ulus-devlet biçiminde şekillenmiş dünya sisteminde, ulus devletlerin Küresel kapitalizmin dayattığı değişime ne kadar açık olup olmadıkları sorunu ciddi bir sorundur. Buna paralel olarak değişim kaçınılmaz olduğunda, herkesin kendi çıkarlarını daha etkili bir biçimde sürece yansıtma ve yeni sistemde kendini temsil etme sorunları var. Bunlar bir araya geldiğinde sorunun ne kadar ağır olduğu kendiliğinden anlaşılıyor.

Peki, Kapitalist modernitenin Türkiye ile nasıl bir ilişki diyalektiği var?

Bu söylediğimiz dünya gerçeğinde Türkiye’nin rolü önemli bir konuma sahiptir. Geçmişte Bir Asya ve Ortadoğu ülkesi olarak özellikle de bir ulus-devlet biçimindeki şekillenmesinden sonra birde kapitalist modernite merkezinin ona biçtiği bir rol ve misyon vardı. Bu misyon oldukça önemli. Kendi kültürünü reddetmek temelinde batılılaşmayı kabul etmiştir. Batı kapitalizminin temsilcisi, jandarması konumunda rol üstlenmiş bir ülkedir. Bir dönem kapitalizmin Ortadoğu’ya girmesi ve ulus-devletin Ortadoğu’da şekillenmesinde ciddi rol verilmiş ve oynamıştır. Yine Batı kültürünün Ortadoğu’ya taşınmasında ve Sovyetlerdeki sosyalizme karşı kilit rol oynamış bir ülkedir. Bu açıdan kapitalist modernite ile tarihsel bir ilişki ağı vardır. Ama şimdi dünya sistemi ulus devleti, sermayenin küreselleşmesi önünde engel olarak görüyor. Bu da aralarındaki temel çelişki noktasını oluşturuyor. Türkiye, değişime direndiği için dünya sistemiyle karşı karşıya geliyor.

Aslında Dünya Sisteminin Ortadoğu’ya, dolayısıyla da Türkiye’ye müdahalesi yeni değildir. Bu anlamda Türkiye’ye yeni bir Amerika müdahalesi söz konusu değildir. Amerika ve AB’nin Ortadoğu’ya müdahalesi Önderliğe karşı geliştirilen uluslararası bir komplo ile başlatıldı. Ortadoğu’da var olan bütün toplumsal oluşumlar hedeflendi. Bölgede sosyal, siyasal ve örgütsel kimliğe sahip olan bütün güçler ister devlet düzeyiyle ister örgüt düzeyiyle olsun bu müdahalenin direkt hedefindedir.

Bahsettiğiniz müdahale nasıl oldu?

Önderliğin esaretiyle PKK’nin birikimleri, yurtseverlik birikimlerini Kürt milliyetçiliği temelinde kullanılmak istendi. Tabi herkese farklı farklı müdahaleler yapıldı. Bu müdahalelerden biri Saddam’a direkt askeri müdahale oldu. PKK’ye Önderlik düzeyinde yapılan bir uluslararası komplo ile, Arap ülkelerine de ekonomik ve sosyal düzeylerde müdahale edilmek istendi.

AKP’nin, Erbakan geleneğinden koparılması da Türkiye’ye bir müdahaleydi. Erbakan geleneğinden koparılmış bir ekip iktidara getirilip Türkiye’de bir siyasal partiye dönüştürüldü. Bu siyasal parti kısa bir süre içerisinde çok ciddi bir güce kavuştu. İşte bu uluslararası müdahalenin bir projesidir. Yoksa AKP-Erdoğan’ın yükselişi öyle kendiliğinden gelişmedi.

Kapitalist modernite neden böyle bir müdahalede bulundu?

Burada yapılmak istenen çok bellidir. Ortada Dünya sistemini çok köklü bir biçimde değiştirme projesi yoktur. Yapılmak istenen ulus-devletlerin biraz daha esnetilmesi, ekonomik anlamda liberalleştirilerek, tekellerin sömürüsünün önünün açılmasıydı. Bu arada siyasal anlamda ulus devletler liberalleştirilerek toplumlara biraz daha nefes alabilecekleri bir ortam yaratılmak isteniyordu. Bununla da, derinleşen sistem krizinin patlamalar yaşamasının neticesinde ortaya çıkacak öngörülemez sonuçlara fırsat vermemek, krizi yumuşak bir biçimde kontrol altına almak öngörülüyordu. Hiç kuşkusuz Türkiye’de bu sistemin bir parçası olduğu için, bundan nasibini aldı.

Türkiye’de, geçmişten beri Kemalizm’in sistem dışında tuttuğu Kürtler, İslamcılar ve Sosyalistlerin kendilerini ifade etme ve sisteme yansıtma sorunları vardı. Özellikle Kürt sorunu etrafında gelişen mücadeleyle devlet ciddi bir baskı altına alınmıştı. Toplumdaki muhafazakar-İslamcı eğilimler, Kürt direnişinin yarattığı zemin üzerinden kendisini derinden örgütleme imkanları bulmuştu. Sol ve Sosyalist Hareket de gelişme eğilimindeydi. Bunlar bir arada düşünüldüğünde, Türkiye’de yaşayan halklar ve sosyal kesimlerin eşitlik, özgürlük arayışları ciddi bir devrimci potansiyel taşıyordu. Zaten genelde Kapitalist sistemin yaşadığı yapısal kriz de, bu örgütlenme ve taleplerin, devrimci sonuçlara yol açmasına zemin sunuyordu. İşte bu noktada Dünya Sistemi, 2000’li yılların başında AKP’nin kuruluş ve kurumlaşmasıyla Türkiye’ye müdahale etti. Amaç, AKP eliyle hem bu potansiyeli dejenere etmek, hem de ezmekti.

Dincilik, Türkiye’de 600 yıllık Osmanlı geleneğine dayalı çok güçlü bir damardır. Kurumsal tabanı çok güçlü olan bir durumdan söz ediyoruz. Bu alttan alta politize olmuş bir toplum olmayı da beraberinde getiriyor. Bu da kendi başına bir sorundur. Özellikle Kürt özgürlük mücadelesi çatışmasından da yararlanarak giderek etkili bir güç haline gelme potansiyeli taşıyor. O zaman bütün bunları hesaplayan yeni bir Türkiye’nin ortaya çıkması gibi bir zorunluluk vardı. Nasıl ki o dönemin Irak müdahale biçimi Saddam’ı direkt devirmek temelinde ortaya çıktıysa, aynı dönemlerde 2000’lerde değişik bir biçimde Türkiye’ye de belli bir müdahale yapıldı.

Bu müdahale yapıldığında Türkiye’de 70 yıllık Kemalizmin temel taşları yerinden oynatıldı. Bu durum, Refah partisinin içerisinden çıkan grubun liberalize edilerek, kapitalizme eklemlenmesiyle gerçekleştirildi. Bunlar, Kemalizmin bazı kanatlarıyla uzlaştırılıp, Türkiye’de milliyetçi ve dinci bir iktidar oluşturdu. Bu Türkiye siyasetine ve toplumsal yaşamına bir müdahaleydi.

Başta Kürtlere ne olacağı çok belli değildi. Ama Önderliğe yapılan uluslararası komployu dikkate aldığımızda, Kürtlerin de, Önderlik ve PKK’nin tasfiyesi temelinde böyle bir düzene entegre edilmek istendiğini söylemek yanlış olmaz. Kürtler de, bazı ufak tefek kültürel haklar temelinde böyle bir sistemin içine dâhil edilmek istendi.

İşte AKP’nin dayanmış olduğu temel zemin yukarıda ifade ettiğim gibidir. AKP, Dünya Sisteminin krizden çıkmak için, Ortadoğu’ya yaptığı müdahalenin Türkiye boyutunu ifade ediyor. Bu başarılırsa bir bölge modeli olarak ortaya çıkacak diye hesaplandı.

Dikkat edelim kapitalist modernite eş zamanlı olarak Ortadoğu’ya müdahalede bulunmuş oluyordu. Türkiye ve Irak üzerinden Ortadoğu’ya yapılan müdahalelerin aynı zaman dilimine denk gelmesi tesadüf değildi.

Ortadoğu’ya yapılan müdahale biçimlerinin adeta iki ekolü vardır. Bunlardan birisi, Irak üzerinden Saddam’a yapılan müdahale ekolüne tekabül ediyor. Bu, bir gücü doğrudan karşıya alarak onu ortadan kaldırmayı öngörmektedir. Ortadoğu’da, bu kategoriye giren güçler vardır. Bir de, Türkiye gibi ülkelere yapılan ikinci bir müdahale ekolü vardır. Burada yöntem, hedef ülke rejimini yıkmak yerine, onu çeşitli siyasi, diplomatik, ekonomik, kısmen de askeri araçlarla, sistemin hedefleriyle uyumlu hale getirmektir. Tunus, Mısır ve Türkiye’ye müdahaleler bu kategoridedir. Mevcut durumda Ortadoğu’ya her iki tarzda da müdahaleler sürmektedir. Her iki tarzda müdahalenin tipik olduğu kadar, en kritik iki örneği Türkiye ve İran’dır.

Türkiye’de, AKP ve Erdoğan Dünya Sisteminin müdahalesiyle ve belli bir misyonla iktidara getirildi. Refah partisinden ayrılmaları, ABD ve AB’ye gidip buralardan icazet almaları, Erdoğan’ın, seçilme hakkına sahip olmadığı halde, özel düzenlemelerle, önce milletvekili sonra Başbakan yapılması bu müdahalenin sonucuydu. Bunların hepsi Türkiye’de değil, ABD ve Avrupa’da yapıldı.

AKP ve MHP’nin dilinde hep anti-Amerikancı, Anti-Emperyalist, bağımsızlık yanlısı gibi söylemler var. Bu yeni bir algı operasyonu mu, yoksa gerçekten bir eksen değişikliği mi var Türkiye’de?

Türkiye’nin, başlangıçta Ortadoğu politikalarında içine girmiş olduğu durumlar var. Bu durumlara baktığımız zaman AB ve Amerika ile iyi ilişkiler içerisinde olduğunu görüyoruz. AKP başlangıçta demokrasi, medeniyetler ittifakı ve ılımlı İslam söylemleriyle hem toplumda hem de dünya kamuoyunda bir yanıyla toplumun taleplerini, bir yanıyla da kapitalist modernitenin kendisine biçtiği misyonu dillendirdi. 2010-2011’e kadar demokrasi adı altında topluma yönelik söylemleriyle toplumdan, medeniyetler ittifakı ve ılımlı İslam söylemleriyle de Dünya Sisteminden, epey bir destek aldı. Buradan güçlendi. 2011’lerde, yani Ortadoğu krizinin başlangıcında özellikle de Suudi, Katar ve ABD ile birlikte bir Ortadoğu konsepti oluşturdular. Mesela Suriye için Eğit-donat projesi gibi birçok şey çıktı ortaya. Birlikte hareket ettiler. Ama sonra çatlaklar çıkmaya başladı. Çatlakların çıkmasıyla birlikte Erdoğan sanki gökten zembille inmiş gibi dinci-milliyetçi söylemlerle yeni bir tutum içerisine girdi. Bu tutum ise esas çelişkilerin çıktığı nokta oldu.

Şunu anlamak gerekiyor; Türkiye-ABD çelişkisi büyük oranda eğit-donat projesiyle içine girmiş olduğu ittifakların çatlaması ve sonuçsuz kalmasıyla başladı. Özellikle Erdoğan’ın, ortaya çıkmış yeni birtakım imkânlar üzerinden, daha çok Ortadoğu’da egemen olma saplantısıyla hareket etmesi, giderek çelişkilerin başlamasına neden oldu. Bir ara Türkiye model olarak görülürdü. İran’daki ayaklanmalar, Körfez’deki ayaklanmalar, Kuzey Afrika’daki ayaklanmalarda, ‘Türkiye modeli’ üzerinde tartışmalar vardı. Bu ‘model’ kavramı, İslami söylemlerle birleştiğinde güçlü bir taban ortaya çıkıyordu. Erdoğan, Ortadoğu gerçeğine aykırı bir biçimde bu popülist gelişmeler üzerine oturttuğu yeni Osmanlıcılık siyasetiyle tam bir savrulma yaşadı. İşte bununla birlikte çelişkiler ortaya çıkmaya başladı ve giderek krizin derinleşmesiyle birlikte kopuş noktasına gelindi.

Gerçekten de Amerika Türkiye’den ne istiyor, pazarlık konusu olan nedir?

Türkiye ve ABD’nin, karşılıklı olarak birbirlerinden istekleri uzlaşmaz çelişkileri oluşturmaktadır. Eğer ABD, Türkiye’nin taleplerini kabul ederse, kendi Ortadoğu politikalarından vazgeçmek zorunda kalır. Çünkü Türkiye, ABD’den, Ortadoğu’daki statükonun korunmasını, Kürt Özgürlük Hareketinin tasfiye edilmesini istemektedir. Bunun anlamı şudur: İran’a dokunulmayacak, Suriye eski haline döndürülecek, Ortadoğu’daki kısmi değişimde büyük bedeller vererek rol oynayan Kürtler tasfiye edilecek. ABD, bunları kabul ettiğinde, Türkiye’nin basit bir aracı haline gelmiş olacak. Oysa hegemon ve bölgeye müdahale eden güç ABD’dir. ABD ise, Türkiye’den kendi politikalarıyla uyumlu olmasını istemektedir. Bunun anlamı ise; İran, Rusya ve Suriye konularında ABD politikalarına paralellik arz eden politikalar oluşturmaktır. Bu noktada Türkiye, ‘benim beka sorunum, varlık sorunum var’ diyor. Neymiş Türkiye’nin beka ve varlık sorunu? Yalnız Erdoğan böyle konuşsa bunun bir propaganda olduğunu söyleyebiliriz. Ama bakıyoruz Türkiye’de birçok siyasal parti MHP’sinden BBP’sine, İYİ partisinden CHP’si ve Vatan partisine kadar bir beka sorunu tutturmuşlar gidiyorlar. Birbirlerine çok karşıt olmalarına rağmen, ‘beka sorunundan’ dolayı yan yana gelebiliyorlar? Nedir bu beka sorunu gerçekten? Eğer rahip Brunson olayıysa bu olay bir beka sorunu değil. Öncelikle Amerika bir rahibin bırakılması için bu kadar kriz yaratır mı? İkinci olarak Türkiye, Amerika’dan gelebilecek olan bütün saldırılara karşı rahibi vermemek temelinde bir direnmeyi esas alabilir mi? Eğer bu olursa aptallık olur. Sorunun ve taleplerin böyle basit olmadığı besbelli.

Tabi krizin şu boyutu da var; Türkiye, Rusya ve İran’la, ABD ve Batı karşıtı bir ilişkiye girdi ve bu ilişkileri bir şantaj gibi kullandı. Fakat başlangıçta, şantaj amacıyla içerisine girilen ilişkiler pozitif bir biçimde sonuç vermeyince Türkiye, bundan sonuç almak için ilişkileri daha da derinleştirdi. Sonuçta, burada da geri dönüşü kendisine maliyet çıkarabilecek bir noktaya geldi. Onun için gelinen aşamada, ne Rusya-İran ilişkisinden kolayca ve bedelsiz ricat edebiliyor, ne de kolaylıkla ve güvenle müttefiki ABD ve AB ile ortaklık kurabiliyor. Yaralı bir biçimdedir ve her gün kan kaybediyor. Türkiye’nin yaralarını sarmak ne ABD’nin ne de Rusya ve İran’ın işine geliyor. Türkiye’nin kendi kendine yaralarını saracak bir zihniyet, feraset ve siyaseti de bulunmuyor.

Tüm düzen partilerinin anti-emperyalist söylemleri kullanması krizden çıkışın bir yöntemi olarak mı görüyorlar?

Türkiye’nin siyasal yapısının içe yönelik bir politikası var, birde dışa yönelik bir politikası var. Türkiye’nin sadece dışa yönelik politikasından bile yola çıkılsa bunun anti-emperyalist olduğunu düşünmek çok saf bir yaklaşım olur. Bir sefer Erdoğan’ın ortaya çıkıp parti kurmasının sorgulanması gerekir. Yani hangi gelenekten geliyor? O geleneğe ihanet temelinde içine girmiş olduğu ilişkiler bağlamında bakıldığı zaman, mevcut çizginin öncelikle anti-emperyalist olması mümkün değildir. İkinci olarak; demokrat olması mümkün değildir. Gerek kapitalizme teslim olmuş boyutuyla gerekse de siyasal dincilik konusundaki çizgisi itibariyle demokratik olması mümkün değildir. Zaten bunu parti yapıp iktidara getiren de emperyalizmin kendisidir. Yani anti-emperyalist olması mümkün değildir.

Bunlar ne zamandan beri ‘anti-emperyalisttirler?’. Neden 2010-2011-2012’ye kadar anti-emperyalist değillerdi? Amerika ile AB ile çok rahat ilişkilerle alıp verebiliyordu. Sürekli onlar tarafından korunuyordu. Onlar tarafından destekleniyordu, besleniyordu, güçlendiriliyordu. Ne zaman çelişkiler ortaya çıktıysa, çelişkilerinde daha çok dini ve milliyetçiliği kullanarak dinci-milliyetçi yaklaşımlarını öne çıkararak toplumda bir algı yaratmak istiyorlar. Yani dincilik-milliyetçilik adı altında, toplumun gücünü arkasına alarak bunlara karşı bir tutum ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu onların anti-emperyalist olduğu anlamına gelmiyor. Zaten dincilik ve milliyetçiliğin kendisi emperyalizmin araçlarıdırlar. Yani milliyetçi-dinci argümanlara sarılanların anti-emperyalist olması mümkün değildir. Milliyetçiliğin kendisi zaten emperyalizmin dayandığı argümanlardan bir tanesidir.

Bir yanıyla Avrupa ve Amerika ile çıkar çelişkisi-çatışması içerisinde kendisini anti-emperyalist göstermenin tutumu içindeyken, diğer tarafta ilişki kurduğu güçler ilişkilerini stratejik düzeyde birleştirmek istediği güçler de emperyalisttirler. Avrasya’dan bahsediyor, Avrasya’yı meydana getiren güçlerin Avrupa’dan çok farklı bir yanı yok ki. Dünya kapitalist sistemi açısından çok farklı bir anlam taşımıyorlar. Eğer Amerika emperyalistse herhalde Rusya sosyalist değil, Çin sosyalist değil. Ya da benzeri birçok sömürgeci ülke ile girmiş olduğu ilişkiler var. Bunların çoğu da demokratik ülkeler değildir. Burada söz konusu olan emperyalizme karşı eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir düzeni temsil etmek değildir. Bu, dünya emperyalist ve kapitalist sisteminin kendi iç çelişkileridir. Türkiye’deki durumda bu iç çelişkilerin ifadesidir. Yoksa bu kapitalist ve emperyalist sisteme karşı olmak, öncelikle demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü olmayı gerektirir.

Türkiye, Emperyalizme karşı değildir ve emperyalist sistemin kendi içindeki çelişkilerinde de bir taraf olmak durumundadır, taraftır da. Bir taraf durumundadır. Ama iki güç arasında gidip gelen bir taraf durumundadır. Bir yanda kuruluşundan beri bağlı olduğu ABD-AB vardır. Diğer yandan ise birtakım güçlerle yeni gelişmekte olan ilişkileri vardır. Şimdi bunların arasındaki çelişkileri kullanarak varlık bulmak istiyor.

Türkiye gerçeğini doğru değerlendirirsek, geleneksel olarak bağlı olduğu AB’den ya da Amerika’dan kopması çok zordur. Şu anda onlara şantaj olarak kullandığı güçlerle ilişkisini sürdürmesi de, onların topluluğuna girmesi de bir o kadar zordur. Bunların hem ekonomik, siyasi olarak Türkiye’yi besleyecek potansiyelleri zayıftır, hem de tarihsel nedenlerden dolayı burada kendisini ifade etmesi çok zordur. Fakat bu durumu içerisine girdiği çıkmazda kullanmaya çalışıyor.

Suriye pratiğinde karşıt gibi görünen güçleri kullanmaya çalıştı. Önce NATO’yu arkasına alarak Rusya ile çelişkili bir duruma gelmeyi esas aldı. NATO bu oyuna gelmeyince çark edip Rusya ile birleşip NATO’ya şantaj yapmak istedi. Bu da tutmadı. Şimdi güncel olaylardaki yaklaşım farklılıklarıyla çelişkiler bir türlü çözülemiyor. Çelişkiler çözülemeyince Minbiç’te ortaya çıkıyor, Rahipte ortaya çıkıyor. Diğer Amerikan vatandaşlarının tutuklanmasında ortaya çıkıyor. Türkiye bir yanıyla sanki uzlaşıyormuş gibi bir eğilim ortaya koyarak, kamuoyunda bir rahatlama yaratmak istiyor. Ama altta çözülmeyen çelişkiler sürekli kendisini Türkiye’ye dayatarak Türkiye ve Amerika ilişkileri çözülme noktasına getiriyor.

Türkiye ve Amerika arasındaki kriz çok ciddidir. Bu öyle sıradan bir kriz değil. Dünya sistemi ve Ortadoğu kriziyle bağlantılıdır. Bu noktada Türkiye, ya oluşan yenidünya sisteminin eskide olduğu gibi güvenilir bir parçası haline getirilecek ya da bu konuda çok ciddi krizlerle karşı karşıya kalacaktır. Yaşanan tamı tamına budur. Onun için de, son rahip krizi aslında dikkat edilirse olayın boyutlarını çok çok aşan bir düzey kazandı. Türkiye’ye şimdiye kadar yapılmayan bir düzeyde müdahale yapılıyor. Çok ciddi bir ekonomik müdahale var. Ama sadece ekonomik müdahale de değil. Onu çok aşan bir müdahale var. Eskiden de Türkiye’ye bir biçimiyle müdahaleler yapılıyordu. Ama müdahaleler, hiç bir zaman bu kadar net bir tavra ve tutuma dönüşmedi. İşte Türkiye’ye uygulanan ekonomik ambargolar, liranın dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi bu çerçevededir. Piyasalara sürekli para pompaladıkları halde krize çözüm olamıyorlar. Ticaret, gümrük birçok alanda ambargolar peş peşe gelişiyor. Bu ambargolar kendisini rahibin bırakılıp bırakılmayacağına kilitlemiştir. Aklıselim olan herkes bilir ki bir rahibin fiyatı bu kadar değil. Ama rahip şu anda bir gerekçe olarak Türkiye-Amerika ilişkilerinde ortadadır. Ama sorun çok köklüdür.

Nedir sorun?

Türkiye’nin dünya sisteminde nasıl yer alması gerektiği ile ilgili bir dayatma ve Türkiye’nin karşı dayatması.

Türkiye’nin dayatması nedir?

Türkiye’nin istekleriyle dünyanın emperyalistler tarafından oluşturma hali arasında bir sorun var. Türkiye, kendi geçmişindeki gibi ulus-devlet sisteminin kendisini her alanda güvenceye almasını istiyor. Mesela demokratikleşme sorunu, etnik topluluklar sorunu, dinsel sorunlar ve Kürt sorunu gibi birçok sorunu olmasına rağmen, sistemin kendisini ayakta tutmasını istiyor.

AKP, sistemden, kendisini, dolayısıyla Ortadoğu’yu değişimden muaf tutmasını istiyor. Bununla birlikte Ortadoğu’da hegemonik bir güç olmak istiyor. Bunu dayatıyor da. Ama kapitalist modernitenin Ortadoğu’da böylesi bir projesi yok. Tek bir ülkenin bu şekliyle bu isteklerinin kabul edildiği bir dünya ya da Ortadoğu zaten mümkün değildir. Krizin esas nedeni budur. O zaman Türkiye’ye değişim dayatılıyor. Türkiye bu değişim noktasına gelmiyor. Bunu Suriye ve daha önceki pratiklerinde gördük. Çelişki burada çok net ortaya çıktı. Türkiye tamamen faşist bir iktidar haline geldi. Kürt düşmanlığı temel bir siyaset halini aldı. Kürt düşmanlığının temel siyasetinde pirim bulabileceği güçlerle ilişkileri de, kendisinin uluslararası ve bölgesel siyasetinin odağı haline getirdi. Bu nerede kendini ifade ediyor? Bu kendisini daha çok Rusya ve İran’la ifade ediyor. Ama Batı blokuyla da temel sorunda bu oluyor.

Mevcut haliyle kısa süreli krizlerden ne kadar faydalanabilir, ne kadar götürebilir?

Kriz çok köklü ama Türkiye’deki zihniyet krizi çok iyi kavrayıp da çözüm bulma arayışı içerisinde değil. Gerçek çözümler yerine, daha çok dünya krizi ve Ortadoğu krizinden beslenerek bir sonuç elde edebileceğini umuyor. Bunun için güncel politikalardan faydalanmak istiyor. O zaman güncel siyaset onun için çok önemli. Ortadoğu’da güncel siyaset yapmanın yenilgilerini yaşadı, felaketlerini yaşadı. Efrin buna bir örnek ama Efrin’den önceki süreç de öyledir. Ortadoğu politikasında tam bir iflası yaşadı.

Türkiye kendi oluşum ve varlık nedenine göre hareket etmiyor. Krizin yaratmış olduğu dalgalara ve günlük olaylara göre hareket ediyor. Günlük olaylar imkân sununca o imkânlar üzerinden hamle yapmaya çalışıyor. Yapmış olduğu hamleler ise krizin çözülmesine yönelik değil. Krizi daha da derinleştiren hamlelerdir. Bugün kazanmış gibi göründüğü hamleden, yarın hemen kendine dönen yeni bir ikilem ortaya çıkıyor. Dünya ve bölge siyasetinde bu hale geldi. İçeride değişik argümanları kullanarak toplum üzerinde bir hegemonya kuruyor. Yani bir yandan baskı, zor ve şiddetle askeri bir hegemonya kurarken, diğer taraftan milliyetçi-dinci algılarla toplumda şovenist bir dalga yaratıyor. Dışarıdaki politikaları iflas ettikçe, iktidarının yıkılmaması için yaşananları beka ve varlık sorunu haline getirip toplumda bir algı oluşturuyor. Bu algıyla iktidarını ayakta tutuyor.

Yarattığı algıyı sadece bir AKP-Erdoğan politikası biçiminde ele almamak gerekiyor. Bu Türkiye’nin devlet politikasıdır. AKP ve Erdoğan’ı aşan bir devlet sistemi, bir devlet yaklaşımıdır. Bu başından belki 2010’lara kadar tartışma götürür bir durumdu. Ama 2011-2012’den sonra gelişenler bir devlet politikasıdır.

Peki, seçimlerde Erdoğan gitsin de ne olursa olsun diyenler siyaseti yanlış mı okuyordu?

Ortadoğu ve dünya krizinin Türkiye devletine kendini dayatma biçimi var. Devletin bu krizler karşısında aldığı bir pozisyon var. Burada olaya, sadece tekleşmiş bir Erdoğan ve AKP bağlamında baktığın zaman mesele anlaşılamaz. Böyle bakıldığında sorun da çözülemez. AKP yıkılsa Erdoğan gitse değişecek mi? Değişmeyecek. Fakat sorgulamak gerekir; AKP ne kadar iktidar, Erdoğan ne kadar tekleşmiş bir adam ve Erdoğan Türkiye’nin kaderini belirleyen bir pozisyonda mıdır? Bunların hepsi tartışmaya açık sorulardır. Ortada bir devlet sorunu vardır. Bakın seçim öncesi Erdoğan’ın gitmesi herkes için temel bir sorundu. Öyle gibi görünüyordu, ama aslında öyle değildi. Devlet, Erdoğan’la yola devam etmeye karar vermişti. Bu nedenle seçim öncesi oluşturulan atmosfer, objektif olarak Erdoğan’ın pozisyonunu güçlendirdi. Bu, gerçek bir güç ve güçlenme değildir; tamamen bir algıdır. Fakat şimdi devletin bu algıya ihtiyacı var. Millet ittifakı, seçim öncesi ve sonrası, faşist iktidara karşı meydanlarda mücadele yürütmediği için bu algıya hizmet etti. Bunun çok iyi sorgulanması gerekiyor. Bu nedenle biz millet ittifakını da Cumhur ittifakını da aynı cephede yer alan ittifaklar olarak değerlendirdik. Seçimlerden sonra iktidara geleceği beklenen muhalefet partileri İyi Parti veya CHP ya da o koalisyon kendi içinde büyük sorunlar yaşayıp dağılma haline gelirken, devleti temsil eden Erdoğan çizgisi daha çok kendi önüne koymuş olduğu faşist devletin inşası temelinde yol almaya yöneldi. Bugün çıkan krizler bağlamında da bir gündem oluştuğunda bu sefer CHP’de, İyi Parti de ‘biz kendi oğlanımızı başkasına dövdürmeyiz’ diye açıklamalar yapıp her şeye rağmen Erdoğan’ın etrafında kenetleniyorlar. Bu biçimde gerçek muhalefet olmadıklarını, olmayacaklarını ortaya koyuyorlar. Bu nedenle, zihniyet ve siyaset olarak daha fazla iktidarın uzantıları, gölgeleri gibi duruyorlar.

O zaman şunun anlaşılması gerekiyor; Türkiye’de farklı partiler olarak tanımladığımız partilerin devletle bağları nedir? Devletin içerisinde bulunduğu durumla, partilerin bunda oynamış olduğu rol arasında nasıl bir bağlantı vardır? Erdoğan, burada gerçek anlamda neyi ifade ve temsil ediyor? Bunların çok iyi tespit edilmesi gerekiyor. Bu tespiti doğru yapmazsak yanılırız. Mesela bu durum seçim sürecinde çok iyi görüldü. Sanki Erdoğan giderse Türkiye’de sorunlar çözülecek, Erdoğan’ın yenilgisi bütün sorunları çözüyormuş gibi algılandı. Oysa Millet ittifakında yer alan partilerin, zihniyet ve siyaset olarak, Erdoğan’dan çok farklı bir şeyi temsil etmedikleri sorgulanmadı. Onlar da aynı milliyetçi ve devletçi siyaseti yürüttüler. Erdoğan, Kürtlere saldırdı, bunların hepsi, hazır kıta onun arkasında durdular. Rus uçağını düşürdü, hepsi, yurttan sesler korosu gibi onun attığı naraları tekrarladılar. Sonra dönüp Rusya’dan özür diledi, HDP dışındaki bütün partiler, Putin’in eteğini öpmek için sıraya dizildiler. Şimdi millet dönüp bunlara şunu söylemez mi: ‘Zaten siz, Devletin ve Erdoğan’ın söylediğinin arkasında durmaktan, onu alkışlamaktan ve ona methiyeler dizmekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Alkışladığınız, arkasında durduğunuz ve methettiğiniz şeylerin en iyisini de onlar yapıyor, bu durumda size ne gerek var’ demez mi? Onun için bu partilerin gerçek kimliğini sorgulamadan bunların gerçekten de mevcut iktidarı ne kadar çok besleyen bir siyaset güttüklerini tespit etmeden bunların rolü anlaşılamaz. Bunların rolü anlaşılmadığı sürece de mevcut AKP-Devlet iktidarını anlamak ve aşmak zorlaşır.

Yarın devam edecek…