Altun: İdlib kilit noktadır

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, İdlib'in Suriye’de bir kilit nokta olduğunu belirterek, Türkiye, İran, Rusya ve rejim arasındaki kirli ilişkinin kesinlikle miadını doldurduğunu söyledi.

Türkiye'nin İdlib'te kıskaca girdiğini kaydeden KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, "Ya çeteleri satarak tümden Suriye’deki politikasının iflas ettiğini ilan etmek zorundadır ya da çetelerin arkasında durup rejim, Rusya ve İran’la savaşmak durumundadır. Her ikisi de Türkiye için bir çıkmazı ifade ediyor" dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, söyleşimizin birinci bölümünde Türkiye-Amerika krizini ve bu kriz ile bağlantılı gelişmeleri değerlendirmişti. İkinci ve son bölümünde ise daha çok İdlib merkezli Suriye'deki güçlerini konumu, birbirleriyle ilişki ve çatışmaları üzerinde durdu:

Bölgede yeni bir değişim var. Suriye krizinde kilit rol oynayan İdlib operasyonu yavaş yavaş gündeme geliyor. Olası İdlib operasyonu sahada aktif olan güçler açısından nasıl bir süreci ortaya çıkarır?

İdlib’deki sorun sadece Suriye'nin değil, Suriye’ye müdahil olan bütün güçlerin ortak sorunudur. İdlib, kesinlikle Suriye için bir dönüm noktasıdır. Suriye’de, QSD dışında irili ufaklı birçok güç veya muhalefet vardı. Bu güçler, büyük ölçüde yenilgiye uğratılarak hepsi getirilip bizim İdlib-Cerablus hattı dediğimiz hatta toplandı. Şimdi burada 100-150 bin kişilik bir silahlı güç var. Bunlar esas olarak da HTŞ (Heyet Tehrîr El Şam) üzerinde bir araya gelmişler. Eskiden beri bu güçlerin hamiliğini yapan birçok devlet vardı. Amerika, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bunlarla belli düzeyde ilişkileri vardı. Bu ilişkiler zamanla Türkiye’nin tekelinde kaldı. Bunların özellikle İdlib’e toplanmasında Türkiye’nin Astana süreci temelinde çok çabası oldu. Böylece Türkiye, Suriye’deki tüm çete güçlerinin de hamiliğini ele geçirdi. Suriye’de QSD dışında muhalefet diyebileceğimiz tüm güçler İdlib’e toplandı. Suriye’nin diğer bölümlerinde artık muhalefet yok. Guta vb. bütün alanlarda artık böyle bir durum yok. O zaman burası önemli bir bölgedir.

Buna karşın rejim güçlendi mi, rejim nasıl ayakta tutuldu?

Hiçbir gücü olmadığı halde rejim daha çok İran’ın, Hizbullah’ın ve Rusya’nın desteğiyle bir güç haline getirilmeye çalışıldı. Rejim aslında şu anda da büyük bir güç değil. Karadaki gücünü daha çok Hizbullah ve İran oluşturuyor. Kendi katkıları çok sınırlı, daha çok uluslararası diplomasidedir. Askeri-siyasi noktalarda ise Rusya ayakta tutuyor bu gücü. Bunların yürütmüş olduğu savaş ve destekle büyük ölçüde bu güçlerin İdlib’e toplanmasında bir sonuç elde edildi. O zaman rejimde Rusya ve İran’ın desteğiyle bir güç niteliğindedir. Bu güç, artık kendisini bağımsız olarak ifade edebilen bir güç değildir. Onun adına konuşan İran ve Rusya’dır.

Bu durumda Amerika ne yapıyor?

Rusya kendisine Suriye üzerinde meşruiyet kazandırırken, Amerika daha çok Kuzey Suriye’deki ilişkileriyle kendisine bir meşruiyet alanı açmak istiyor. Suriye’nin oluşumunda her iki güç hem ilişki hem çelişki içerisindedir. Bu iki güç, karşılıklı çatışarak birbirine karşı savaş düzeyine gelmeden, sorunu çözmenin ilişki ve arayışındalar.

Kuzey Suriye'de QSD güçleri var. QSD bağımsız bir oluşum değil mi?

QSD güçleri başından beri bağımsız bir oluşum olduğu için demokratik bir Suriye, federal bir Suriye talebiyle hareket ediyor. Bu nedenle müzakere yoluyla Suriye’nin değişimine açık bir pozisyondadır. Fakat güçlü bir pozisyondadır. Geniş bir alanı kontrol ediyor, uluslararası ilişkileri de küçümsenmeyecek boyutta bir oluşum halidir.

İdlib'teki meselenin müzakereyle çözümü mümkün değil mi?

Suriye’de şöyle bir sorun var; bir QSD güçlerinin hâkim olduğu yerden Suriye’nin bütünlüğüne tekabül edecek bir sürecin başlatılması. İki; İdlib’teki meselenin bir çözüme kavuşması. İdlib’teki meselenin müzakere yoluyla çözüme kavuşması mümkün görünmüyor. Çünkü İdlib’teki güçler daha çok iktidar talep eden güçlerdir. Yani mevcut iktidarı yıkıp yerine kendi iktidarlarını kurmak isteyen güçler kategorisindedir.

İdlib’te bulunan güçlerin büyük çoğunluğu ‘terörist’ olarak kabul edilip, hiçbir biçimde meşruiyet zemininde kabul görmeyen güçlerdir. Rejim ve Rusya, bu güçlerden bazılarını rejime entegre etmeyi kabul etse de büyük çoğunluğunun savaşla tasfiye edilmesi konusunda, uluslararası toplumda bir anlayış birliği vardır. Türkiye-Rusya ve İran’ın geliştirdiği ilişkiler bütünü, çözümü de savaşı da zorlu seçenekler haline getiriyor. Türkiye, bu çeteler üzerinden Suriye’nin geleceğinin kurulmasında etkili olmaya çalışıyor. Rusya, Rejim ve İran ise 'teröristtir' diye bunları tasfiye etmek istiyor. Bu nedenle İdlib’te Suriye savaşının taraflarını zorlu bir sınav bekliyor. Bu sorun Kuzey Suriye Federasyonu'nun statü sorunuyla beraber çözülmeden de Suriye’de herhangi bir gücün etkili olması mümkün değildir.

MSD ve rejimin de bazı temasları oldu. Bu görüşmeler nasıl bir siyasal duruma tekabül eder?

Birtakım temaslar basına yansıdı. Bu aynı zamanda bir müzakere sürecine kapı aralayabilir. Dediğim gibi bu alan, daha çok müzakere yoluyla sorunun çözümüne yönelik bir ilişki ağı içerisindedir. Fakat İdlib öyle değildir. İdlib gerçekten de Suriye’de temel bir kırılma noktasıdır. Bu kırılma noktasında, İdlib alanının oluşmasında daha önceki siyasetlerin etkisi vardır.

İdlib’de bu kadar çetenin toplanıp getirilmesinde İran, Rusya ve rejimin rolü vardır. Türkiye ile bu konuda anlaşmaları ve imzaları var. Türkiye ilk başta İdlib’teki güçleri rejim karşıtı olarak destekliyordu. İdlib’i sürekli besledi. Ama bir süre sonra Türkiye ile Rusya, rejim ve İran arasında bir ittifak gelişti.

Bu ittifak, neye veya nasıl bir anlaşmaya dayanıyordu?

Bu ittifak, Efrîn’in Türkiye’ye verilmesi karşılığında Suriye’nin diğer yerlerindeki bütün çete güçlerinin İdlib’te toplanması ve oraya toplanan çetelerin tasarrufunun Türkiye’ye verilmesi gibi bir anlaşmaya dayandı. Böylece Türkiye, bütün çeteleri bir koz olarak elinde toplamış oldu. Bu ona çok cazip geldi. Bunun üzerinden anlaştıkları için de Guta’dan ve diğer yerlerden topladıkları çeteleri oraya getirip yerleştirdiler. Efrîn’i de Türkiye’ye verdiler. O zaman Cerablus’tan İdlib’e kadar olan hat üzerinde böyle bir durum oluştu.

Bu güçleri ateşkes altında ve denetim altında tutmak nereye kadar olabilir, diye sorulabilir. Bu ancak bütün çeteler Suriye’nin diğer yerlerinde yenilgiye uğrayıp oraya toplanana kadar olurdu. Sonuç itibariyle böyle bir aşamaya gelindi. Artık Suriye’nin temel sorunu İdlib haline geldi.

Şimdi artık buraya mı yönelecekler?

Rejim eğer gerçekten de iktidar olmak istiyorsa İdlib’i ele geçirmesi; o çete güçlerini yok etmesi gerekiyor. İdlib’te toplanmış 150 bin kişilik çete gücü de anlam kazanmak istiyorsa rejime karşı savaşını bir biçimiyle sürdürmesi gerekiyor. Daha önceki Rusya ve Türkiye arasındaki anlaşmalar o konjonktürün dengesi sayılıyordu ama şimdi o konjonktür geçti. Artık Rusya da bu dengeyi kabul etmiyor. Zaman zaman İdlib’teki güçler Halep üzerinde birtakım açılımlarla rejime yönelik bir şeyler yapmak isterken, rejim ise İdlib’i kuşatma altına alıp oradaki güçleri bir biçimiyle ya teslim almak ya da Türkiye’ye yeniden onları teslim alabilecek bir noktaya getirmenin siyasetini güdüyor. Bu her an bir çatışmanın ortaya çıkabileceği anlamına geliyor.

O halde bahsettiğin anlaşma, ittifak miadını doldurdu mu?

İdlib geçekten de Suriye’de bir kilit noktasıdır. Sorun, sadece İdlib’teki çetelerle Suriye’nin sorunu değil. Bu aynı zamanda Türkiye ile İran, Türkiye ile Rusya ve Türkiye ile rejim sorunudur. Daha önce yapmış oldukları o kirli pazarlıklar, o kirli ilişkiler belki bazılarına bir çıkar sağlayabildi. Bu kirli ilişki daha çok Suriye’nin diğer bölgelerinde etkili olan Selefi güçlerin, o bölgelerden çıkarılması hususunda Rusya, İran ve rejime bir avantaj sağladı. Bunun karşılığında Efrîn’in de Türkiye’ye verilmesi, Türkiye için bir çıkar sağladı. Bu kirli ilişki, bugün kesinlikle miadını doldurdu. Kendi mezarlarını kazar ilişkisi durumuna geldi. Öyle bir noktaya geldiler ki; Türkiye, İdlib üzerinden rejimden pay isterken, rejimin ise iktidar olabilmesi için İdlib’i fethetmesi gerekiyor.

O zaman Türkiye öyle bir kıskaca girmiş durumdadır ki; ya çeteleri satarak tümden Suriye’deki politikasının iflas ettiğini ilan etmek zorundadır ya da çetelerin arkasında durup rejim, Rusya ve İran’la savaşmak durumundadır. Her ikisi de Türkiye için bir çıkmazı ifade ediyor. Türkiye ya savaşarak Suriye’deki varlığını sürdürmeye çalışacak ya da çetelerin tümünü teslim ederek varlığına son verecek.

ABD'yi ikna edemedi mi?

Türkiye-Amerika çelişkileri ayyuka çıkmış bir durumdadır. Bu çelişkiler devam ettiği sürece Türkiye, politika değiştirip Uluslararası Koalisyon ve NATO ile birlikte çeteleri de kapsamına alan yeni bir ilişki ağı kuramaz. Bunu yapabilse uluslararası güçlerden bir destek alabilir ama bunu yapacak pozisyonda değil. Çünkü uluslararası güçler de oradaki Tahrir El Şam vb. güçleri kabul etmiyor, onlara meşruiyet kazandırmıyor. Bunu aslında yapmak istedi. Planında bu da vardı. Seçimlerden sonra Amerika ile ilişkilerinde belli bir yumuşama yaratarak, bu hatta bunlara sırtını dayamak istedi ama yapamadı. Seçimden sonra ses tonunu değiştirdi. Hatta ‘Amerika ile iyi ilişkiler kurduk, anlaştık, Minbic’i verecekler’ diyerek abartılı abartılı konuşmalarında bu görülmekteydi. Birdenbire ortaya çıktı ki söyledikleri her şey yalandır. Gerçek söylediklerinin tam tersidir. Sonuçta, ABD ile siyaset yapamadığı için daha önce Rusya ve İran’la içerisine girmiş olduğu ilişkilere çok daha fazla mahkûm oldu. Şimdi Rusya onun bu mahkûm ilişkilerini kullanıyor. Türkiye’yi Amerika ve AB’ye karşı kullanmak istiyor. Bakıyoruz, Rusya ve İran bir yandan Türkiye’ye İdlib’i teslim etmesi için baskı yapıyor, bir yandan da ABD ile sorunları konusunda açıklama yaparak ‘Türkiye’nin yanındayız’ diyorlar. Türkiye ise ne ABD’ye ne de Rusya ve İran’a karşı fazla bir şey yapmak durumundadır.

Rusya ve İran Türkiye’nin yayındayız, derken neyi kast ediyor?

Ne Rusya ve İran'ı Türkiye’ye verecek parası var ne de Türkiye’nin hatırı için Amerika ya da NATO ile bir savaşa girer. Çaresiz kalmış Erdoğan’a gaz vermekten başka bir anlam taşımıyor. Erdoğan’da toplum üzerinde algı oluşturmak için bu ilişkilerini abartarak, ciddi ilişkilermiş gibi yansıtmaya çalışıyor. Diğer tarafta Türkiye’nin çok zorda kaldıklarını bildikleri için de artık Türkiye’nin Suriye’deki varlığı, İdlib üzerindeki durumunu da tartışmaya açıyor. Basına yansıyan bilgilere göre Rusya, Türkiye’nin kısa süre içerisinde Suriye’den çekilmesini istiyor. Rejim, İdlib’e saldırarak Türkiye’yi bir ikileme zorluyor. Adeta Türkiye’ye 'Artık sırtını dayayacağın bir güç yok. Bizi de karşına alırsan tümden çökersin. O zaman bizim dediğimizi kabul et. Savaşa girmeden çetelerin tamamını bir bütünüyle birlikte tasfiye etmenin ortak planlamasını yapalım' mesajı veriyor. Türkiye’yi bu noktaya getirmek istiyorlar. Bunun olmadığı yerde operasyona hazırdırlar zaten. Düşünce düzeyinde bunu söyledikleri kadar operasyon yapmanın da hazırlığı içerisindeler. İdlib’in rejim güçleri tarafından kritik noktalarda kuşatma altına alınması, her an bir operasyonun da başlayabileceği anlamına geliyor.

Suriye'nin kaderi şimdi İdlib'e mi bağlandı?

İdlib sorunu nasıl çözülecekse Suriye’nin kaderi de ona göre belirlenecektir. Şimdiye kadar İdlib, değişik yerlerde yürütülen çatışma alanlarından herhangi biriydi. Şimdi artık İdlib, Suriye demektir. Şimdi, Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen güçlerin, İdlib operasyonu içinde veya sonucunda güçlü bir pozisyonda olması gerekiyor. Türkiye ne İdlib operasyonunun içinde ne de sonucunda güçlü bir rol oynayabilecek durumda değildir. Bu noktada Türkiye’nin manevra yapabilecek geniş bir alanı ve potansiyeli yok. Kürt düşmanlığı üzerine geliştirmiş olduğu siyaset, onu dayanacağı hiçbir şeyi olmayan bir iflas noktasına geldi.

Ocak ayında yaptığınız bir röportajınızda “Türkiye Efrîn’e ve Cerablus-Bab hattına yönelerek büyük bir bataklığın içerisine girdi” demiştiniz. İdlib ile birlikte Efrîn’de neler olur?

Efrîn’de elbette önemli bir sorun. Aslında İdlib derken genel olarak o hattın sorunundan bahsediyoruz. Elbette Efrîn, başka bir sorundur. Efrîn, İdlib ile ilgili yaptığımız değerlendirmenin kapsamına girdiği kadar, Efrîn’i özgün durumuyla da ele almak gerekiyor. Rusya, İran ve rejim Türkiye gücünü kullanıp Efrîn’e konmak istediğinde, onlara QSD tutum aldı. Bununla birlikte şunu hiç unutmamak lazım; Efrîn’in düşmesinde sadece Türkiye’nin payı yoktur. Bu konuda yanılmamak gerekir. Türkiye, Rusya, İran, rejim, hep beraber Efrîn’de suçludurlar. Kirli bir pazarlık sonucunda Efrîn’i verdiler. Efrîn’de özgürlük güçleri bu pazarlıklara, işgale karşı bir direniş yürüttü ve hiçbir zaman da direnişlerinden vazgeçmedi. Bugün de direniş devam ediyor. Hem bu güçlerin siyasetine yönelik tutumlarını koruyorlar hem de Türkiye’nin ve çetelerinin işgaline karşı bir mücadele yürütüyorlar.

Bütün bu meseleler olurken ne olacak Türkiye ve çetelerinin Efrîn’deki varlığı?

Bu dediğimiz gelişmelerle etkilenecektir. Bu gelişmeler, Efrîn’i de kapsamına alacaktır. Türkiye’nin Efrîn’deki varlığı tartışılacaktır. Hiç kuşkusuz rejim güçleri, TC’nin yerine Efrîn’e konumlanmak isteyeceklerdir. Ancak YPG güçleri de asla Efrîn’den vazgeçmeyecektir.

Bu nasıl bir sonuca yol açar?

Bunu o hatta yaşanacak pratik gelişmeler, ilişki ve çelişkiler belirleyecektir.

Suriye krizi demek orada etkili olan güçlerin de krizi demek, dediniz. İran da oradaki krizin içinde ve Türkiye’nin yaşadığı krizde destek olacağını açıkladı. Bir de İran’ın kendi yaşadığı kriz var. İran’ın yaşadığı bu krizli hal nasıl devam eder?

Hem Amerika, İsrail gibi güçler hem de İran tutumunu çok net ortaya koydu. İran uluslararası güçlerin hedefi konumundadır. Ortadoğu’da İran ve Türkiye’nin özel konumları vardır. Ortadoğu’da etkili hale getirilen temel güçler daha çok eskiden beri ulus-devlet sistemi içerisinde olan Araplar, İran ve Türkiye’dir. Bunlar, Ortadoğu’nun egemen güçleridir.

Tarihsel nedenlerden dolayı Arapları parçalayıp bölerek zayıf ama inkâr edilmeyen bir pozisyonda tuttular. Fakat İran ve Türkiye, eski imparatorluk geleneklerinden ve ilişkilerinden aldıkları güçle Ortadoğu’nun en etkili iki gücü haline geldiler. Ortadoğu krizi dediğimiz zaman, esas olarak İran ve Türkiye’yle ilgili bir durumdan bahsediyoruz. Ortadoğu’daki krizin niteliğini ve çözümünü belirleyecek olan Türkiye ve İran’ın durumudur. Bunun yanında devlet olarak değil, toplum olarak Arapların ve yine Kürtlerin durumu önemlidir. Araplar, çok fazla bölünmüş oldukları için çok etkili değiller. Kürtler ise çok dinamik olduğu halde kuşatılmış durumdadırlar. Burada İran ve Türkiye’nin durumu, statükonun değişiminde kilit önem arz ediyor. Bunlar, uluslararası güçler tarafından beslenerek Ortadoğu’da hâkim güç haline getirildiler. Yüzyıllık uygulamalarıyla krizin temel nedeni oldular. Bugünkü kriz, bu iki gücün politikalarının sonucudur. Bunların yürütmüş olduğu politikalar ve ideolojik-politik hegemonyalarının bir ifadesidir. Böyle bakınca Türkiye ve İran sorununu anlayabiliriz.

Az önce Ortadoğu’daki ulus devletlere müdahale biçimlerini değerlendirdiniz. Peki, İran’a ne tarzda müdahale ediliyor?

İran, tam hedef tahtasına oturtularak kendisine müdahale ediliyor. Çünkü denetim altına alınacak bir durumda değil. İdeolojik politik yapısı buna uygun değil, dolayısıyla hedef haline getiriliyor. Şu anda İran, Ortadoğu’da temel bir hedeftir. Eskiden beri İran’ın, Ortadoğu çapında var olan gücünü biraz geriletmek, etki alanlarını zayıflatmak, içeriye büzülmesini sağlamak istendi. İçeriye büzülmüş bir İran’ı ya teslim almak ya da yıkıp yeni bir rejim geliştirmek gibi bir Amerika ve uluslararası politika vardı. Ortadoğu krizi şimdiye kadar farklı bir biçimde yürüdüğü için İran belki bundan beslenebiliyordu. Çok gündem olmaya müsait değildi. İran, zaman zaman Körfez ülkelerinde, Yemen’de ve Suriye gibi Ortadoğu’nun farklı yerlerindeki krizleri kendisi için beslenme alanlarına dönüştürebiliyordu.

7 yıl sonra giderek İran’ın alanı daraldı. Uluslararası güçler giderek bunu da hedef tahtasına oturtarak aslında Ortadoğu’da Türkiye ve İran eksenli bir siyasetle tam bir hâkimiyet kurmak istiyor. Türkiye şu anda onun sancılarını yaşıyor, İran da bunun sancılarını yaşıyor. Bunların hem Rusya eksenli geliştirmiş olduğu ittifaklar hem de Uluslararası Koalisyon ile çelişkileri bu durumdan kaynaklanıyor. İleriki süreçlerde bu çelişki kendisini daha etkili bir biçimde dayatacaktır. Amerika, İran’a karşı tutumunu çok net ortaya koyarken, İran’da tutumunu ortaya koydu. Buradan çıkan sonuç şudur; bir uzlaşma noktası çıkarmak zordur. Her ne kadar ABD, ‘İran’la görüşebilir’ şeklinde şeyler söyleniyorsa da bu, teslim almaya yöneliktir. Sorunu çözmeye yönelik değildir. İran bunu bildiği için Amerika’nın koşulsuz görüşmesini reddetti. Bu güçlü olduğu için değil, Amerika’nın niyetini bildiği içindir. O zaman sorun çok ciddidir. Türkiye ve Amerika’nın çelişkisi ne kadar ciddiyse Türkiye ile Amerika çelişkisi de bir o kadar ciddidir. Türkiye ve Amerika çelişkisi giderek Türkiye’yi her alanda kuşatıp teslim almaya zorlayan bir siyaset olarak daha da derinleşerek devam etmektedir. İran ise askeri, siyasi, diplomatik, ticari ve her alanda kuşatmaya alınarak bir biçimiyle dünya sistemine entegre edilmek istenmektedir. İran bunun karşısında tutumunu ortaya koydu. Bu da Ortadoğu’da İran’ın epey zorlanacağı anlamına geliyor. Yemen’de, Körfez’de, Lübnan’da birçok alanda zorlanacak. Çünkü hem Arap Birliği hem İsrail hem de Amerika’nın açık tutumları, İran’ı oldukça zorlayan bir durum içerisine koyuyor.

İran’da gerçekten de sorunlar var. İran eğer kendi sorunlarını doğru bir şekilde görüp doğru bir çözüm üretmezse bu gelişen müdahale İran’a çok büyük bedeller ödetir. İran belki kısa vadede olabilecekleri göğüsleyebilir. Ama uzun vadede kendisine yönelik yapılacak olan bu operasyona karşı ciddi başarılar elde etmesi çok zordur. Onun için İran’ın bu durumu boşa çıkarmasının tek bir yolu vardır; İran’daki mevcut sorunları çok iyi görüp bunlara doğru bir çözüm getirmekle ayakta kalınabilir. Bir yanıyla kendi toplumunun sorunlarını doğru anlamak ve onları doğru çözmenin yaklaşımını göstermezken diğer tarafta kendisini kuşatan böyle bir dalgayla savaşması ve çatışması zordur.

Mevcut iktidar yapabilir mi?

İran’daki bütün etnik ve dini toplulukların ve İran’daki mevcut toplumsal yapının özgürlük sorunları var. Öncelikle bu özgürlük sorunlarına çözüm getirmek gerekiyor. Bu temelde sorunları çözmek gerekiyor. Ekonomik sorunlar var, bunları çözmek gerekiyor. İran, ancak gerçek reformlarla bir değişim ortaya çıkararak kendisine yönelik operasyonu boşa çıkarabilir. İran’daki mevcut rejimin yaklaşımı şu anda böyle değil. Kendisine yapılacak saldırılar karşısında direnme temelinde bu işi ele alıyor. Dışarıdan kendisine yapılan bir operasyon olarak meseleyi değerlendirerek durumu izah etmeye çalışıyor. Öbür tarafta toplumsal sorunlar hiç yokmuş gibi ya da toplumsal sorunlar bazı art niyetli kişilerin niyetinden kaynaklıymış gibi görüyor. Kendisini sorgulamıyor. Esas sorgulanması gereken nokta burasıdır.

İran için sorun çok nettir: İran ya kendi toplumsal sorunlarını demokratik bir temelde çözer ve İran’ın birliği temelinde demokratik bir İran’ı ortaya çıkarır ya da iç ve dış sorunların basıncı altında çözülür. Kendi sorunlarını demokratik temelde çözmek İran’ı güçlü kılar ve uluslararası müdahaleyi etkisiz hale getirir. Müdahale edilse bile müdahaleyi yenilgiye uğratabilecek bir gücü ortaya çıkarır. Bunu yapmazsa sadece kendisine yapılan müdahale karşısında direnmeye kalkışırsa belki savaşabilir, direnebilir. Bölge çapında da birtakım siyasetler yapabilir ama uzun vadede düşündüğümüzde İran tek başına dünya sistemiyle bu haliyle baş edemez.

Kendi ilişkileri onu ayakta tutmaya yetmez mi?

Dayanmış olduğu ilişkiler çok tutarlı ilişkiler değildir. Mesela Avrasya çizgisinde birtakım ilişkilere dayanmak onu çok kurtarmaz. Rusya ile girmiş olduğu ilişkiler onu kurtarmaz. Rusya’nın, Türkiye’ye olduğu gibi İran’a da çok katacağı bir şey yoktur. Bu ilişki belki taktik anlamında kendisine biraz nefes aldırabilir ama stratejik anlamda çok fazla bir şey değildir. Çünkü Rusya, ekonomik olarak İran’la aynı hedeftedir. Bugün İran’a ambargo uygulayanlar, Rusya ve Türkiye’ye de uygulayanlardır. O zaman ambargo hedefinde olan güçlerin birbiriyle olan ilişkileri ile kendi krizlerini atlatmaları zordur. Kurtuluşu, kendi para birimleriyle ticaret yapmakla yaratacaklarını düşünmeleri gerçekçi değildir. Dünya sistemine rağmen kendi aralarında ikinci bir dünya sistemi kurmaları mümkün değildir! Bir dünya sistemi vardır. Bu dünya sistemi bağlamına baktığın zaman sen ya bu dünya sistemin bir parçası olursun ya da tasfiye olursun. Alternatif sistem bile ancak dünya sistemiyle belli bir ilişki düzeni içerisinde kendi varlığını koruyabilir. O zaman öyle Türkiye ya da İran’ın düşündüğü gibi ne kendi ekonomik krizini salt kendi iç ilişkilerine dayanarak aşmak ne de dünya sisteminin inkarı temelinde alternatif sistemini kurmak mümkündür. Kriz, toplumu da onlara karşı ayaklandırabilecek bir durumdadır. Türkiye bunun en tipik örneklerindendir. Türkiye’de kriz, ekonomi alanını vurmaya başladığından beri toplumun giderek rahatsızlıklarının ortaya çıktığı bir durumla karşı karşıyayız.

Bugün bile Erdoğan’ın, yastık altındaki para ve dövizlerin ortaya çıkarılıp piyasaya sürülmesini istemesi, bunu yapmayanları, B ve C planlarıyla tehdit etmesi herkesi rahatsız edecek bir durum ortaya çıkarmıştır. Hiç kuşkusuz yakın gelecekte toplumla mevcut rejim karşı karşıya gelecektir. Bugüne kadar Erdoğan’ı iktidarda tutmak isteyenler bile Erdoğan’ı yıkma noktasına geleceklerdir. Her ne kadar korku yaratıyorsa ve bazı güçler de mevcut korku iktidarına yalakalık yaparak kendi varlıklarını korumaya çalışıyorsa da çelişkiler artık patlamıştır. Benzeri bir durum İran için de geçerlidir. İran üzerinde ambargo geliştiği oranda içeride toplumsal sorunlar sürekli kaşınacak, İran hem içeride hem dışarı da ciddi bir zorlanmayla karşı karşıya kalacaktır. Bizce bunun üstesinden gelmek mümkündür.

Nasıl mümkün olabilir?

Türkiye ve İran ve Suriye’de bunun yolu hegemonik yaklaşım değil, sorunları görme ve demokratik yaklaşım temelinde çözmedir. İçerde sorunları bastırarak, dışarıda da birtakım uluslararası güçlere dayanılarak sürece cevap olunamaz. Bu çok köklü bir krizdir; dünya sisteminin krizidir. Bu krizin içinden çıkmanın tek yolu, kesinlikle sorunları doğru görüp ona göre çözüm geliştirmektir. Ne Türkiye Kürt inkârıyla bu krizi atlatabilir ne de İran.

Türkiye bütün iç ve dış politikasını Kürt düşmanlığı üzerinde inşa etti.

Kürt düşmanlığında kazandığı nedir ya da ilerde ne kazanacak?

Sonucun tam bir iflas olduğu açıktır fakat buna rağmen hala bundan ısrar ediyor. Ne zamana kadar bunda ısrar edecek? Toplumun, kendi gözlerine çekilmiş örtülmüş milliyetçi ve şoven perdeyi kaldırıp da gerçeği görmeye başladığı zamana kadar. Rejim de artık dünyada dayanabileceği bir güç kalmadığı yerde bunun farkına varacak. O zaman da iş işten geçmiş olacaktır. Benzeri bir durum İran için de geçerli oluyor.

İran, Suriye rejimini korumak için bütün gücünü ortaya koydu. Rejimi ayakta tutmayı başardı ama bugün Suriye’deki İran varlığı en büyük sorundur. Türkiye de sorundur. Geçmişte bunlarla siyaset yapanlar şimdi oradaki varlıklarını kendileri için sorun olarak görüyor. Türkiye’yi alıp Suriye’ye getirenler Rusya’ydı, İran’dı. Teşvik eden de Amerika’ydı. Artık Amerika da Suriye’de Türkiye’nin varlığını sorguluyor, Rusya da. Türkiye onların başlarına bela olmuş durumdadır. Aynı şey İran için de geçerlidir. İran’ın Suriye’deki varlığı Rusya tarafından çok dillendirilmese de alttan alta istenmiyor. Amerika ve İsrail net tutum gösteriyorlar. Hatta Amerika, ‘İran var oldukça biz Suriye’den çıkmayız' diyor. Şimdi Türkiye, Kürt düşmanlığını devam ettirdiği sürece bu sorun derinleşecek. İran da Kürt sorununu ve diğer toplumsal sorunları çözmediği sürece bu sorunlar derinleşecektir.

İran'daki toplumsal muhalefetin durumu nedir, nasıl bir rota izlemeli?

Bir yerde toplumsal sorunlar varsa orada toplumsal muhalefet de var. İran’da muhalefet biraz parçalı. Toplumsal muhalefetin, kendi içinde örgütlülüğü ve bütünselliği olmadığı için mevcut sorunlara doğru bir müdahale gücüne erişmiyor. Uluslararası ilişkilere son derece açıklar ve onlarla daha çok kontak içerisinde yol almak isteyebilirler. Burada yapılması gereken esas şudur: ülkedeki sorunları doğru tespit edebilmek ve sorunların çözümünde doğru adım atmaktır. Bunu yapmadıkları sürece ne rejim doğru adım atabilir ne de mevcut toplumsal muhalefet. O zaman yapılması gereken şudur; İran ve Türkiye’deki bütün toplumsal muhalefet, gerçekten demokratik bir Türkiye ve demokratik bir İran’ın yaratılması yönünde bir plan ve proje sahibi olmalıdır. Sorunların en doğru çözüm yolu budur.

Sorunların çözümünü ne uluslararası sistemden ne de Rusya’dan beklemek gerekir. Kesinlikle krizi çözebilecek tek güç esas olarak toplumsal dinamiklerdir. Dinlere, mezheplere, kültürel gruplara, sosyal gruplara, kısacası bir bütün olarak halka dayalı toplumsal dinamiklerdir. Şimdiye kadar bunların inkârı ve reddi üzerinden hegemonyanın sürdürülmesinden dolayı kriz çıkıyordu. Bunları inkâr ve reddederek krizler çözülemez. Bunların üzerinde yeni bir hegemonya test ederek de kriz çözülemez. Bütün bunların kapsandığı, toplumsal kesimlerin kendisini ifade ettiği demokratik bir Ortadoğu’da ancak kriz çözülebilir. İran ve Türkiye’nin temel sorunu budur. Ama onlar mevcut toplumsal çelişkileri ve muhalefeti düşman ilan ediyorlar. Sosyal veya toplumsal boyutunu düşman ilan ederek sorunlar çözülmez. Toplumsal muhalefetle çözüm olur, başka bir çözüm gelişmez.

İran ve Türkiye’ye, dışarıdan bir baskı olmasa bile kendilerini kurtarabilecekler mi?

Türkiye, bu kadar kirli ilişkiler ve sistem içerisinde sürekli yeniliyor ama yenilgisini de gizleyerek milliyetçi, Türkçü, şoven söylemlerle bir algı yaratıyor. Ancak eninde sonunda yalan üzerinde yarattığı bu algının mutlaka siyasal bir bedeli olur. Aldatılmış kandırılmış bir toplum, kendi kandırılmışlığının perspektifiyle bile baksa bunun hesabını soracak. Bugün aldatılan bir toplum, kendisinin aldatıldığının bilincine vardığı zaman ne olacağını tasavvur etmek lazım.

Mesela daha geçen gün Hazine Bakanı, sanayicileri topladı ve ekonomi programı adı altında bir konuşma yaptı. Toplantının ardından, sanayicilerin tümü ‘program çok güzeldi, bu program uygulanırsa sorun kalmaz' dedi ama ortadan hiçbir program yoktu. Sanayiciler kalktı mükemmel bir tablo ortaya koydular. İkinci gün Erdoğan açıklama yaptı ‘sanayiciler parasını bilmem ne yaparlarsa C ve B planı uygulanır’ dedi. Malına el koyma gibi bir şey ifade etti. Daha sonra, bu ifadelerini inkar etti. Şimdi, sanayici de devlet de yalan söylüyor. Sanayici aslında dediğim gibi kaotik davranıyor. Şimdi Türkiye’de meselenin bilincinde olan ama korkuyla durumu daha da kaotik yapan bir kesim var. Mal ve mülklerini korumak için dalkavukluk yapıyorlar. Toplumun geniş kesimleri de meselenin bilincinde değil. Millet, bayrağın tehlikede olduğunu düşünerek fedakârlık yapmaya kalkışıyor. Peki, bu yaptığı fedakârlık nereye kadar ilerler? Her şeyini kaybetmeye kadar. Her şeyini kaybetmiş bir kişi, sadece bayrak ve vatan sözcükleriyle yaşayamaz. Vatan ve bayrak ancak bir varlık üzerinden anlam taşıyabilir. Toplumun bütün varlığını kaybettiği yerde vatan, millet ve bayrak anlamını yitirecektir. Peki, bunlar anlamlarını yitirdiği zaman ne olacak? Bu durumda gerçekten Türkiye’deki mevcut siyaset, Türkiye’nin bekasını sağlayacak mıdır? Bunları görmek lazım.

Suriye’de zaten yıkım var. Mülteciler dönmeye başladığında herkes ev isteyecek, ekmek isteyecek. Bu durumda Suriye’yi kim besleyecek? Suriye’de bir sefer zenginlikler yok. Suriye’de petrol yok, maden yok, sanayi yok. Suriye, daha çok uluslararası ve bölge ilişkileriyle beslenen bir ülke. Şimdi bu 7 yıllık savaşın yıkımından sonra bir de mültecilerin ülkeye geldiğini düşünelim. Hiçbir ek soruna gerek yok, onların varlıkları bile bir sorun olur. O zaman doğru çözümler oluşturulmazsa iktidar sahiplerini, bugünkünden daha ağır sorunlar beklediğini belirtmek gerekiyor.

Bugün yaşanan krizde, belki de ezilen, sömürülen toplumsal kesimler kendilerini fazla ifade edemiyorlar. Bunun koşulları da yoktur. Mevcut krizde, daha çok örgütlü siyasi ve askeri güçler sahadadırlar. Küresel ve bölgesel güçlerin çatışması, esas olarak iktidar ve hegemonya içindir. Bunların çatışmasının neticesinde toplumda, büyük bir dağılma ve parçalanma ortaya çıkıyor. Fakat bu çatışmalar, iktidar ve hegemonya sorunlarının çözümü yönünde bir evrim gösterirse işte gerçek toplumsal sorunlar tam da orada ortaya çıkacak. Bu sorunun da paradigmaları, öncüleri, mücadeleleri, örgütleri çok farklı olacaktır.

Bu durumda Türkiye ve İran ne yapacak, sadece var olan siyasi durum ve ilişkilerle kendilerini kurtarabilecekler mi?

Hiç kuşkusuz kurtaramazlar. Bunların, kriz boyunca yaptıkları, kendi iktidar ve hegemonyalarını ayakta tutmak için emperyalist sistemin, sömürü, iktidar ve hegemonya oyununun basit figüranları olmaktır. Figüran olduktan sonra, hangi emperyalistin verdiği rolün gereğinin yerine getirildiğinin bir önemi yoktur. Türkiye, emperyalizmin hegemonyasını kurmasında muazzam bir alet durumundadır. Çıkar çelişkileriyle toplumu kandırıp anti-emperyalist görünmeye çabalıyor. Gerçek anlamda toplumun çıkarları ile bütünleşmek gibi bir tutum göstermiyor. Doğası gereği bunu yapamaz. Zira ulus-devlet, emperyalizmin bir icadıdır. Faşizm emperyalizmin bir icadıdır. Devlet ve hegemonya dünya kapitalist sistemin bir icadıdır. Bütün bunları esas aldığınız bir siyaset nasıl anti-emperyalist olabilir?

Şimdi toplum üzerinde bu kadar ağırlaştırılmış bir hegemonya kuran ve onu dünya sisteminin hizmetine koşturan bir devlet veya kişinin anti-emperyalist olması mümkün müdür? Elbette ki değildir. Benzeri bir durum İran için de geçerlidir. İran öyle bir konuma geliyor ki, eğer gerçekten de emperyalizme karşıysa halkın gerçek anlamdaki özgürlük taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap olabilecek bir yaklaşım içerisinde olması gerekiyor. Eğer bunu yaparsa gerçekten İran halkı anti-emperyalisttir. Türkiye halkı anti-emperyalisttir. Bu halkın anti-emperyalist karakterinin, kendisini gerçek anlamda ortaya çıkarmasına müsaade edilmiyor. Sürekli sahte gündemler üzerinden, sahte bir anti-emperyalizmle, halk daha fazla sömürü ve tahakküm altına alınıyor. Türkiye toplumu genelde kendisini demokratik bir temelde örgütleyip ifade edildiği zaman muazzam bir anti-emperyalizm ortaya çıkacaktır. İran toplumu gerçek anlamda kendisini örgütleyip ifade ettiğinde, ‘79 devriminde de görüldü üzere muazzam, bir anti-emperyalist potansiyel ortaya çıkaracaktır.