Zehra Doğan: Resimlerim kolektif bir çalışmanın ürünü

Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi'nde hükümlü bulunan gazeteci Zehra Doğan, ANF'ye bir mektup göndererek, resimlerini hangi koşullarda yaptığına ilişkin bilgiler verdi.

Mardin’in Nusaybin ilçesinde 23 Temmuz 2016 tarihinde gözaltına alınıp, 'gizli tanık' beyanlarına dayanarak 'örgüt üyeliği' ve 'örgüt propagandası' iddialarıyla tutuklanan gazeteci Zehra Doğan, 9 Aralık 2016’da Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilmişti. 2 Mart 2017 tarihinde ise görülen duruşmada Doğan’a, Nusaybin’de çizdiği resimleri sosyal medyada paylaştığı ve 10 yaşındaki Elif Akboğa’nın notlarını haberleştirdiği için 2 yıl 9 ay 22 gün hapis 'ceza' verilmişti. Doğan hakkında verilen ceza Antep İstinaf Mahkemesi’ne götürülmüştü.

Mahkeme ‘verilen cezanın bozulmasına yer olmadığı’ gerekçesiyle hapis cezasını onamıştı. Doğan, 12 Haziran 2017'de tutuklanarak Diyarbakır E Tipi Cezaevi'ne gönderildi. 25 Ekim 2018 tarihinde ise 20 kadın tutsak ile birlikte adı sık sık hak ihlalleriyle anılan Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi’ne sürgün edildi.

Gazeteci Doğan, ANF'ye bir mektup göndererek cezaevinde yaptığı resimler hakkında bilgi verdi. Mektubunda resimlerini yaparken hangi duyguların tetikleyici olduğunu, koğuş arkadaşlarının yorumlarını ve gazeteciliğin resimlerindeki etkisini anlatan Doğan, resimlerinin kolektif bir çalışmanın ürünü olduğunu kaydetti.

Doğan mektubu şöyle:

"İçinde bulunduğumuz dünya erkek egemen zihniyet tarafından bin yıllardır cehenneme çevrilmiş durumda. Özelde Ortadoğu coğrafyası olmak üzere bugün her yer, erkek eliyle icat edilmiş savaş araçlarıyla çirkin savaş oyunlarının sahasına dönmüş maalesef. Böylesi bir dünyada en çok da kadınlar hedef alınıyor. Kadın özgürlük mücadelesinde bir şekilde yer alan biz kadınlar, bunu yıllardır bıkmadan söylüyoruz ve buna karşı bir duruş sergileyerek saflarımızı belirliyoruz. Yasalarıyla, pozitivist bilimiyle, olguculuğuyla, tekeliyle, sermaye anlayışıyla, mülkiyet anlayışıyla, dinciliğiyle, ahlakçılığıyla ve benzeri tüm baskıcı unsurlarıyla toplumu adeta cendereye almışlar. Tepemizde kocaman devasa çirkin gözlerini diken bir çeşit panoptikon uygulayan eril zihniyete karşı, gözetçilerin gözetçileri olduğumuz ve tüm yanlışlarının farkında olarak buna karşı alternatif bir dünya arayışı içerisinde olduğumuzu gösterdiğimiz için bu kadar ağır baskılara maruz kalıyoruz. Bu yüzden ya öldürülüyoruz ya susturuluyoruz ya da hapsediliyoruz. Neredeyse her gün ve her saat cinsel şiddet haberlerini okumamız, kadın katliamı haberlerini duymamız ve buna maruz kalmamız tesadüf değil. Bunlar, ideolojik bir savaşın sonuçlarıdır.

İyinin bastırıldığı, kötülüğün koca karanlık peleriniyle üzerimizi örttüğü ısrarla elimizi dikenli tellerin içerisinden sokup, iyiyi bastırıldığı yerden çıkarmaktır önemli olan. Rakel Dink dediği gibi; 'Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yazılmaz kardeşlerim.' Rakel'in bu sözleri toplumsal ahlak felsefesinin gerekliliğini salık veriyor bizlere. Böylesi bir dünyada tutsak olmak, Böylesi bir dünyada tutsak olmak, alanı daraltmasına asla bir gerekçe olamaz. Hele bir kadın için kabul edilebilir bir gerekçe hiç değil. Aksine kadınlar, en çok da böylesi yerlerde üretken ve arayış sahibi olmalı. Çünkü bu onun doğasında var. Zaten baskıyı ve tutsaklığı bin yıllardır yaşıyor. Cezaevinde olmak, belki de kadının sadece tutsaklığı somut olarak yaşamasını sağlar.

Ben de bir gazeteci ve ressam olarak kendimi tanıdığım kadarıyla yapabilirliklerimle kendi varoluşumu gerçekleştirmeye çalışıyorum. Her insanın kendi var oluğunu gerçekleştirme aracı farklıdır. Baskıya karşı söylemek istediklerini ve taleplerini ifade etme biçimi farklıdır. Leyla Güven, açlık grevi eylemini duyururken, 'Bedenimi zindanda mücadele aracına çeviriyorum' dedi. Bu bir ifade, eylem ve karşı duruş biçimidir. Bunun altında üretim vardır. Aslında gazeteci Kibriye Evren'de bunu söylüyor bizlere. Gültan Kışanak içeride kitap yazdı. Yine tutuklu sanatçılar, gazeteciler siyasetçiler kitaplar yazdılar ve yazmaya da devam ediyorlar. Bu, bastırılmaya karşı varoluşsal bir mücadeledir. Bedenen tutulduğun, hareket alanlarının kısıtlandığı ve engellendiğin bir yerde düşüncelerinle tutsak edildiğin orayı bir üretim alanına çevirmek mümkündür.

Üretkenlik Kürtler açısından bir gelenek haline gelmiş durumda. Özgürlüğü kafasından hiç çıkarmayan bir insanı bağlasanız durmaz. Elleriyle bağlasanız sözleriyle üretir, ağzını kapatsanız gözleriyle anlatır. Yazar Murat Türk, daha da ileriye giderek bu durum hakkında, 'Gözlerini kapatsanız, göz kapaklarını tuvale çevirir yaratmak istediği dünyayı zihniyle çizer' der.

Evet, cezaevindeyim ve yapabilirliliklerim kısıtlı. Görünüşte öyle. Ama inanın hayatımda yapabildiğim kadar resim yaptım. Sayısız resim malzemelerim var ve bunu samimiyetimle belirtmeliyim ki artık bu malzemeleri işlerimde zorunlu olarak değil, onları kullanmayı tercih ettiğim için kullanıyorum. Günlerce bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor havalandırmaya. Yağmurlar çekilince yerini zemindeki yemyeşil yosunlara bırakıyor. Yosunları lavabo fırçası ile kazıyıp, heybeme koyuyorum. Heybemde neler yok ki! Nar kabukları, salça, kahve, sigara külü, yemek yağı, zeytin, kara lahana, roka çay ve daha neler neler. Saçtan fırçalar, ilaç prospektüsleri, gazete kağıtları, infaz hakimliği kararları, bez, havlu... Ne ararsanız var. Dışarıda sadece birkaç boya ve tuval vardı. Bence ben burada daha zengin malzemelere sahibim. Çıkınca da böyle devam etmek istiyorum. Arkadaşların bağlama, şarkılar ve çay sohbetleri eşliğinde her bir resmime müdahale önerileriyle resimlerimi yapıyorum. Leonard Cohen, 'Bir çatlak vardır her şeyde/Işığın içeriye girdiği' der. Aradığınızda o çatlağı buluyorsunuz bir şekilde. Bir çatlak muhakkak vardır. O çatlaklarda düşüncenin üretimiyle ve yaratıcı bakış açısıyla bulunur. Bu yüzdende ben yaratıclığın sanatçılara, bilim insanlarına ve benzerilere etkiketlenmesini doğru bulmuyorum. Mücadele eden, arayışı ve karşı duruşu olan herkes yaratıcıdır. Bugün sokaklarda, alanlarda 'Hayır' diyen insanlar üretiyor. Arayış içerisine giriyor ve yaratıyor. Önemli olan da budur. Benim yaptığım da bununla paraleldir. Belki az biraz arayışlarım farklı o kadar. Tutsağım, ürettiğim ve elde ettiğim bu malzemeler yeni bir yaşamın koordinatlarını veriyor bana. Varoluşumu gerçekleştirmem adına ürettiklerim koordinat görevini gösteriyor adeta. Bu yüzden onlara asla hükmetmiyorum. Kendimi onlara bırakıyorum ve ortak paydada buluşuyoruz. Bu sabah nar kabuğundan boya elde ettim, kağıda döktüm ve sonrada kara lahanayı ezip üzerine ekledim. Havalandırmaya bıraktım kağıtları. Birden ellerim yere temas etti. Yosunların kadifemsi teması 'Bizi unuttun bu resimde, bir eksiklik var' der gibiydiler. Kazıyıp ekledim ve onları izledim. Her bir renk, belirli aralıklarla birbirinden ayrışıyor ve kağıdın farklı alanlarına akıyor. Sonra hepsi bir yerde buluşup birbirlerine karıştılar. Birbirlerini, var olan renklerini yok ederek tuhaf bir kaos yarattılar ve ansızın bu birleşimlerinden bambaşka bir renk yarattılar. David Buuck'ın 'Kaosa biçim vermektense, biçime kaos katmak' sözlerini zikrediyorlardı sanki. Sonra ansızın bir yağmur bastırdı. Kağıtları toplayıp içeri mi almalıydım yoksa yağmur da kendi müdahalesiyle yeni bir kaos mu yaratmak istiyordu? Orada bırakmaya karar verdim. Gece boyu yağmur yağdı. Sabah doğanın resmiyle uyandık güne. Hiçbir unsurun birbirine hükmetmediği, herkesin, her şeyin kendi varlığını ortaya koyduğu yerde her zaman güzellik vardır. O resimler belki de çatlaklıklardan sızan ışığı temsil ediyordu. En azından benim için öyle.

Resimlerimde gazeteciliğin büyük bir etkisi var. Gazeteci olmasaydım büyük bir ihtimalle resimlerimi bu şekilde yapamazdım ve belki alternatif arayışlarım da böyle olmazdı. Üretirken hissetmek, dokunmak ve yaşamak gerek. Genelde savaşı ve politik meseleleri konu alıyorum. Bunun nedeni de sanırım gazetecilikten geliyor. JINHA sayesinde birçok kadınla tanıştım ve epeyi gezme fırsatım oldu. Artık 'O, bu, şu' değil, 'Biz' olmayı öğrendim. 'Ben' olmaktan kurtulmanın yolunu buldum bu sayede. Kürt kadınlarının mücadele deneyimlerini yazdım, yaşadım ve mücadele ettim. Bunu tüm gazeteci arkadaşlarım yaşadı. Savaşı anlatırken savaşı yaşadık, maruz kaldık. Acıyı anlatırken masa başında çalışmayı reddettik, sahaya çıktık ve acıyı yaşayanlarla yaşadık, hissettik. Hissetmek çok önemlidir. Sizi belirli bir tabakadan çıkarır. Onu alaşağı eder. Yazıp çizdiklerinizi kendinizde yaşadığınız için sesiniz daha gür çıkıyor. Savaşın ne kadar korkunç olduğunu savaşı yaşayarak öğrendik ve öğrenerek anlattık. Korkuya rağmen mücadele edilebilirliği öğrendik. Bir yolun muhakkak olduğunu, gittiğimiz yerlerde oradaki evi yakılıp yıkılıp insanlardan öğrendik. Tüm bunların unutulmaması gerektiğini onlardan öğrendik. Gazeteci olmasaydım bu yerlere gidemezdim. O insanları bilirdim ama tanıyamazdım. Belki de bir atölyem olurdu ve oradan çıkmayı aklıma bile getirmezdim. Hani atölyemin olmasını istemedim değil, isterdim elbet. Ama sürekli hep bir yerlerde olduğum için onu gazeteciliğimle pekiştirirdim. Nasıl haber merkezine son dakika haberlerini atmamız gerekirken, sokak ortasında kaldırımın ortasında bağdaş kurup dizüstü bilgisayarı açıp haberi yazdıysam, aynı zamanda sokakta gördüklerimi de oracıkta resmettim. Kameranın şarjı bitince elektriksiz yerde birkaç mahalle öteye koşup bir ailenin jeneratörüne kamerayı taktığım gibi tuvale değil de, o an yakılmış evin duvarına da resim yaptım. Bunu bana JINHA öğretti. JINHA'da gerekçelere asla yer yok. Hâlâ hatırlarım; Elimde bir haber vardı ve ne elektrik ne de pil vardı. Telefon da yoktu. Haber müdürümüz Fatma Koçak, 110 itfaiye hattından bir ev telefonunu arayarak ulaştı bize. Haberi merkeze atamayacağımızı söyleyince, 'Pes etmeyin, bir yol bulun haberi bekliyorum' demişti. Bir şey bulduk elbet. Yolu varmış haberi yollamanın. Ama biz görmemişiz meğer. Ya da hep kolaya alıştığımızdan zorun bir yol olduğunu düşünememişiz hiç. Haber müdürümüz bize çok şey öğretti.

'Eğer anlatmak istediğiniz bir şey varsa bu bir şekilde anlaşılıyor ve yerini buluyor' der gazeteci Özlem Seyhan. Toplumdan kopuk, toplumun anlayamayacağı ve elitize edilmiş gibi gösterilen sanat anlayışını benimsemiyorum. Sanat, elitlerin beğenisine sunulan bir meze değildir. Ezilen toplumun sanatçıları elitize etmemeli kendilerini. Üstlerine birkaç beden büyük gelen kıyafetleri paramparça etmeliler bence. Yeni şeyler üretilebilir. Toplumla beraber mücadelenin sanatı neden olmasın? Bunu bin yıllardır elitize olmayan sanatçılar yapıyor zaten.

Geçenlerde annemin bana gönderdiği fistanın etek kısmını açıp, resim yaptım üzerine. Figüratif bir çalışmaydı. Ama figüler deforme ve stilize edilmiş, ağızlarına bombalara benzer bir şeylerin düştüğü, kafalarında akreplerin olduğu bir resimdi. Bitirdikten sonra aşağı mutfak kısmına indim ve yere serdim resmi. Her resimden sonra onu önce koğuşta sergiler, yorumlarını alırım. Bunu da öyle yaptım. Arkadaşlar yoğun tartışmalar başlattılar resim üzerine. Yorum üzerine yorum eklendi. Bir arkadaş beni dürtüp, 'Sisê Ana çok etkilendi. Bak gözleri doldu' dedi. Dönüp baktım inanamadım. 'Başka şeylere üzülmüştür' dedim. 'Yok yok, resme daldı' dediler. Arkadaş sordu ona, 'Nasıl buldun' diye. 'Zaf rind e. Oy xizir' Her tim li serê me kurdan ev bela şer heye -Çok güzel olmuş. Oy hızır! Biz Kürtlerin başında hep bu savaş belası var' dedi. En güzel yorumu Sisê Ana yapmıştı. Duruşuyla, mücadelesiyle her gün yeni şeyler öğreten bu derin kadından çok şey öğreniyoruz.

Burada bir anne daha var; Zelixa Ana. Sabah uyandı ve 'Bugün çok kötü rüya gördüm. Senin annenin fistanına yaptığın resmi alıp yerlere atmışlardı. Çamura batırıp, ayaklarıyla basıp parçalıyorlardı. Koşup almaya çalıştım ama beni ittiler. Bu resmi parçalayacağız. Şekil buradan diyorlardı. Çok kötüydü çok' dedi.

Demek istediğim, bu resimler sadece benim değil. Buradaki tüm tutsak kadınların üretimi ve yaratıcılığıdır. Kolektif bir ürün çıkarıyoruz. Üzerine tartışıp, etkilerini, eksiklerini yorumlayarak ilerliyoruz. Hepimiz de aynı derece de sahipleniyoruz. Çok mu iyi çiziyorum? Bence hayır. Çok eksikliklerim var. Hata yaptığımda, on kez de olsa 'olmamış' deyip bana sildiriyorlar. Tekrar tekrar yapıyorum. Ama bence bir his var. Çünkü o his bana ait değil, önlerinde saygıyla eğildiğim bu mücadeleci kadınlara ait."