Kasım Engin: Yanlışı tekrarlamayalım

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, Kürtlerin iki dünya savaşı sürecinden yararlanamayıp çoklu soykırıma uğrama sebebinin ulusal birlikten yoksunluk olduğunu vurgulayarak, şimdi de aynı yanlışın tekrarlanmaması gerektiğini söyledi.

“Tam bir kaos ortamından geçiyoruz. Kaos ortamlarında mücadele kesintisizdir. Sert ve karmaşıktır” diyen PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, Kürtlerin Ortadoğu krizinden sağlıklı çıkabilmeleri için mutlaka birlik çalışmaları içerisine girerek, bir an önce Ulusal Kongre’yi toplayıp önce Kürtler içi sorunları çözmeleri, ardından birlikte yaşadığımız halklarla sorunlarını masaya yatırarak çözmeyi esas almaları gerektiğini belirtti.

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin ile 20. yüzyılda Kürt hareketleri, Kürt Ulusal Kongresi’nin önemi ve devam eden 3. Dünya Savaşı’nda Kürtler üzerine konuştuk.

Kürtlerde temel kurumsallaşma ayakları olan ve 19. yüzyılın sonlarına doğru yıkılan mîrlik/beyliklerin ardından gelişen Kürt hareketlerini anlatır mısınız?

Mîr ve şêx önderlikli direnişlerin, kendilerine has özelikleri var. 19. yüzyılda Kürdistan’da Osmanlı’ya karşı direnişler, mîr önderlikli olmuştur. Esasta ilk etapta daha önce imzalanmış protokollerin gereklerinin yerine getirilmesi istenmiş, Osmanlı bunu dikkate almayıp mîrliklerin iç işlerine müdahale edince, yani özerk yapıların adım adım tasfiyesine karşı direnişe geçmişlerdir. Mîrliklerin Osmanlı’yla ideolojik olarak ciddi bir sorunları olmasa da Osmanlı’nın giderek ekonomik olarak kendisini finanse edebilmesi, Fransız Devrimi’yle halkların gelişen ulusal bilincinden korkması, İngiliz ve Fransızların Ortadoğu’da “böl-parçala-yönet” politikası, Rusların bölgede giderek güçlenmesi gibi birçok nedenden dolayı mîrlikleri tasfiye etme kararı alarak adım adım pratikleştirmiştir. Bu tasfiye etme planını yeterince derinlikli değerlendirmeyip kendi konumlarını korumak için tek tek direnişe geçen mîrlikler, Kürtlük bilinci olan, Kürt yaşayış biçimi olan yapılar olduğundan Kürtlük değerlerine de sahip çıkarak direnişlerine Kürtlük motiflerini eklemişlerdir.

Özelde de II. Sultan Mahmut döneminde bu tasfiye girişimleri sadece mîrliklerle sınırlı tutulmamış, genel olarak Kürt halkına, Kürdistan’da yaşayan azınlıklara da yönelim sert olmuştur. Denilebilir ki, o yıllarda Êzîdî Kürtler korkunç bir şekilde soykırıma uğratılmış.

Mîrliklerin tasfiyesiyle eş zamanlı olarak Kürdistan’da tarikatlar öne çıkarılmış. Nakşilik önceleri Kürdistan’da gelişkin ve güçlü olan mîrlik yapılarını kontrol ve tasfiye etmek; bunun sonucu olarak da Osmanlı’ya karşı direnç göstermeyecek bir durumun oluşması için çalışmışlardır. Bunun için Osmanlı tarafından özenle desteklenmişler. Yine İngilizlerin de benzer yaklaşımları görülmüş. Şeyhlik kurumunun yanı sıra özenle suni bir şekilde oluşturulmuş olan ağalık kurumuna da benzer bir rol oynattırılmış.

Ağalık, sanıldığı gibi Kürdistan’a ve Kürtlere ait bir form değildir. Kürt toplumsal yapısını bölmekten ve parçalamaktan öteye rol oynamayan ağalık kurumunun, 150–160 yıllık ömrü bulunmaktadır. Kürdistan tarihinde kendilerinden istenenden daha fazla rol onayarak, bugün de kraldan daha kralcı olmaları ve bu rolü oynamaları bu mirastan geliyor.

Toprak aristokrasisine dayanan mîrlerin yıkılışı, yerini ağalara bıraktı. Sonrasında aşiretler üstü bir kurum olan şêxlik de etkili olacaktır. Önceleri ağalar, mîrlerin topraklarında küçük çaplı çiftlik, ticaret ve hayvancılık yapıyorlardı. Mîrlerin yıkılmasıyla bu topraklarda mantar bitercesine ağalık öne çıktı. Osmanlı bu süreci hızlandırmak için 1858’lerde gerçekleştirilen Arazi Kanunu ile gerekli zemini oluşturarak kolaylık sağladı. Arazi Kanunu’nun ifade ettiği gerçeklik ise şöyleydi: “Tımar düzeninin kaldırılması ve Tazminat Fermanı’nın ilanı ile Osmanlı Devleti toprak idaresinde, tam mülkiyete geçmeye başlamıştır. 1847 yılında miras yolu ile intikali (evlada kalması) hakkı genişletilmiştir. 1858 yılında ise geniş bir ‘Arazi Kanunu’ çıkarılarak bütün Osmanlı toprakları yeniden düzenlenmiş, çeşitleri, miras yolu ile intikali, toprak üzerindeki mülkiyet meseleleri çözümlenmiştir.”

Bu yeni toprak düzeniyle, Kürdistan’daki özerk statüye resmen son verilmiş oluyordu. Büyük topraklar mîrlerin yüzlerce etkisiz ve kendisinin güdümündeki ağalara verilmiş oluyordu. Özünde Kürt yerel otoritesi, merkezi Osmanlı otoritesi içinde böylece eritilmiş oluyordu. Geçmişin görece otantik Kürt elitleri yerine, geleceğin kapitalist sistemiyle uyumlu yeni bir işbirlikçi ve hain sınıfı böylece doğmuş oluyordu.

Yamalı bohça gibi parçalayıcı bir unsur olarak ağalık, Kürtlerin başına musallat edilecektir. Bunları yaparken elbette mîrleri temsil edebileceklerin tümü Osmanlı merkezine çağrılacak, orada rehin olarak tutulacaklardır, geri gitmelerine izin verilmeyecek, daha fazla germemek için çocukları okullara alınacak, büyüklere ise maaş hatta rütbeler verilerek dengede tutulacaklardır. Her an yeniden kendi topraklarına dönebileceklerinin umudu da öldürülmeyecektir.

Aslında yöntem basittir: Kürtleri parçalayarak, sahte suni sorunlarla birbirine bırakılarak, hatta düşmanlaştırılarak etkisiz hale getirileceklerdir. Bunu yaparken de Osmanlı ve Britanya’ya bağımlı bir tabaka oluşturulmuş olacaktır.

Mîrliklerin tarih sahnesinde silinmesinden sonra etkili olarak öne çıkanlar, belirtildiği gibi Nakşi şêxleri olmuşlardır. Şêxlerin öncülüğünde gelişen ilk direniş ya da isyan ise Şêx Ubeydullah Nehri önderliğinde gelişen direniştir. Şeyh Ubeydullah’ın direnişinde Kürtlük motifleri daha belirgindir. Önder Apo’nun “Şeyh Übeydullah dönemi moderne yakındır; daha doğrusu şeyhlerin bu ilk başkaldırısı, dönemin bir Kürt proto-milliyetçiliği dönemi olduğudur. Şeyh Ubeydullah’ın bunu temsil ettiği söylenebilir” dediği gerçeklik budur. Şêx Ubeydullah, mîrlerden farklı olarak Kürdistan’ın diğer parçalarından da destek arayışı içine girmiştir. Yine bu topraklarda yaşayan başka halkları ve azınlıkları da dikkate alıp destekleriyle bir direniş içerisine girmiştir. Ancak mîrlere göre askeri gücü daha zayıftır. Mîrlik kurumu yıllarca hatta yüzyıllarca süzülerek gelen yapılar olduğu için savaş konusunda daha tecrübe sahibidir. Direnişleri bunun için daha da köklü ve gelişkin olmuştur. Bunun içindir ki Şêx Ubeydullah direnişi erken gelişip yayılsa da hızla yenilgi almaktan kurtulamamıştır. Tüm bu yetmezliklerine rağmen ilk kez Nakşiliğin Kürtlük etrafında birleştirici rol oynamış olması elbette önemli olmuştur.

Şêx Ubeydullah Nehri’den sonra da yer yer şêx önderlikli direnişlere Kürdistan’da sıklıkla rastlamak mümkündür. Şêx Abdulselam Barzanî, Şêx Selîm, Şêx Mahmûd Berzencî, Şêx Ahmed Barzanî, Şêx Seîd gibi birçok ismi sıralamak mümkündür. Ne yazık ki, tümü büyük direnişler göstermiş olsalar da yenilmekten ve büyük kıyımlara uğramaktan kurtulamamışlardır.

1900’ler sonrası yeniden dizayn edilen Osmanlı İmparatorluğu sonrası Ortadoğu’da ulus-devlet yapılanmasının dışında kalan Kürt halkının bu durumunu neye bağlıyorsunuz?

Kürdistan’da daha sonra gelişecek olan Kürt hareketleri ağırlıklı olarak kimi zaman mîrlere, yani feodal yapılara ve geçmiş bilinen ailelere dayanan hareketler olurken, kimi zaman da şêxler geleneğine dayalı hareketler gün yüzüne çıkmış. Ne var ki uzun yıllar tümden geniş halka dayalı modern denilebilecek hareketler bu nedenlerden dolayı açığa çıkmamış. Örneğin; 1900’lerin başlarında onlarca cemiyet oluşturulmasına rağmen bağımsız ve kendi öz gücüne dayalı siyaset yapacak bir yapı açığa çıkamamıştır. Nitekim bunun bir sonucu olarak büyük özverilere rağmen 1. Paylaşım Savaşı ardından ortaya çıkan o kadar büyük fırsatlara rağmen Kürt halkı için değerlendirilemediği gibi başka güçlerin hizmetine, oyunlarına kurban edilmişti. Kürdistan’ın dörde bölünmesinde görebileceğimiz gibi her parçada da parça parça tasfiye edilmişlerdir.

Yeniden belirtelim; büyük emekler sarf edildi, büyük direnildi, yer yer diz çökülmedi, geri adım atılmadı ama ne var ki onca büyük çabaya rağmen bu direnişler, modern bir düşünce ve örgütlenme modeliyle oluşturulmadıkları için zafer getirmedi. Çoğu zaman idam sehpalarını başı dik bir şekilde karşılayan Abdulselam Barzanîler, Mele Selîmleri, Şêx Saîdleri, Seyîd Rizaları, Qazî Muhammedlerle karşı karşıya kaldık.

Bunlar kadar önemli bir husus ise 24 Temmuz 1923’te Lozan’da Kürtlerin yok sayılması ile 6 Haziran 1926’da İngiltere’nin Türk Cumhuriyeti ile anlaşıp Musul’u alarak Kürtleri Türklere peşkeş çeken antlaşmadır. Bu antlaşmaların en belirgin karakteri; Kürtlere hiçbir şekilde bir statü tanımama sözleri ve kararlarıdır.

Nitekim daha sonraki yıllarda da görüleceği gibi onlarca direniş ve büyük emekler sarf edilmesine rağmen hegemon güçler, hep bir şekilde Kürtlerin direnişlerini önlemek için sömürgeci güçlerin yanında durup soykırımdan geçirilmelerini sağlamıştır.

Dünyanın her yanında ulusal bağımsızlık hareketlerinin geliştiği bu dönemde Agirî ve Mahabad deneyimlerinin başarısızlığının kaynağında yatan gerçeklik neydi?

Kürtler tarihlerinde hep büyük acılarla yüz yüze kalmış. Kürtlerin belki de en acılı ve trajik tarihi, 24 Temmuz 1923’teki Lozan Antlaşması ile başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Lozan, yaklaşık yüz yıldır Kürtleri yok sayan bir belge olarak, Kürtlerin yaşadığı acıların da temel kaynağı olmuştur. Ortadoğu’nun ve Kürtlerin yaşadıkları büyük acıların temeli ise 17 Mayıs 1916’daki Sykes-Picot Antlaşması’yla atılmıştır.

Sykes-Picot-Sazonov özü itibariyle henüz savaş sürerken Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağına dönük yapılan bir antlaşmaydı. Daha sonra bu plan deşifre olsa da bir şekilde yine sürdürüldü. Savaş sonrası 18-26 Nisan 1920’de gerçekleştirilen San Remo Konferansı’nda Ortadoğu’nun nasıl bölüşüleceği tartışılmıştı. 10 Ağustos 1920’deki Sevr Konferansı’nda ise bugünkü Türkiye’nin 8-9 parçaya bölünmesi, bunun içerisinde-Kürtler isterlerse- bir Kürdistan’ın, Ermenistan’ın oluşturulması derken kime neresi verilecek konferansıydı. 1919-Ocak 1921 yılında gerçekleştirilen Paris Konferansı da Sevr’i onaylamıştı. Hatta 21 Şubat ile 14 Mart 1921’de gerçekleştirilen Londra Konferansı’nda ilginç bir şekilde Sevr’in kararları onaylanmış, ancak kimsenin “anlamadığı” bir şekilde, Atatürk ve arkadaşlarına, “Antlaşmayı gözden geçirmek üzere Londra Konferansı toplandığında İtilaf devletleri statüko ile çakışan bir anlayışla antlaşmada Kürdistan konusunda değişiklik yapmaya hazır olduklarını” alelacele ilan etmişlerdi. Sevr Kürtler, Ermeniler hatta Rumlar için bir gönül okşama iken Türkler için ise bir tehditti. Bunun böyle olduğunu bizler daha sonra Fransa ve TC arasında 1921’deki Ankara Antlaşması’nda, yine 24 Aralık 1921’deki Kahire Konferansı’nda, 11 Ekim 1922’deki Mudanya Antlaşması’nda ve bu konferans ve antlaşmaların bir taçlandırması-Kürtler için kırıma uğratması- olarak 24 Temmuz 1923 günü Lozan’da gördük. Bunların tümüne son noktayı koyan 5 Haziran 1926 Ankara Antlaşması’dır.

Sevr’de Kürtlere ve Ermenilere birçok haklar sunduklarını söyleyenler birçok hile, zor, şantaj ve komplo kullanarak Musul Eyaletini almak için her şeyi yapmışlardır. Musul Eyaleti’ndeki petrol yataklarını ele geçirmek için gerçek manada çok büyük suçlar işlemişlerdir. Musul Eyaleti için tüm halkları hem kullanmışlar hem de kandırmışlardır.

Musul petrolleri karşılığında ise hem Yunanları hem Ermenileri hem de Kürtleri satmışlardır. Bunun öncülüğünü -hiç şüphe yoktur ki- İngiltere yapmıştır. Musul Eyaleti’ni alan İngiltere, Kürt Soykırımı'na ise sınırsız onay vermiştir. 1925’ten 1938’e kadar süren aralıksız saldırılar ve kırımlar bununla bağlantılıydı. Doğu Kürdistan’da Kürtlerin direnişlerini yok sayan, hatta ezilmeleri için her şeyi yapan yine İngiltere olmuştur. Tabi benzer bir şekilde Güney Kürdistan’da Kürtlerin direnişlerinin bunca yıllara yayılması, onca katliamlardan geçirilmesi, hepsi Kürtleri yok sayan hegemon güçlerinin Lozan’da Kürtleri yok sayan politikaları sonucu. Benzer bir şekilde Rojava’da yaşayan Kürtler için de geçerliydi. Hatta bugün bile Rojava’da Kürtlerin görkemli direnişlerine rağmen onca sıkıntı çıkartmalar, uluslararası zeminlerde kabul görmemeleri hep bu gerçeklikle bağlantılıdır.

Bu temelde İhsan Nuri Paşa’nın büyük Ağrı Direnişi ile Qazî Muhammed’in büyük emek sarf ederek ortaya çıkarttıkları direnişlerinin sonuç almamasının en belirgin nedeni bu uluslararası hegemon güçlerin yok sayan politikalarıdır. Belki yeterince örgütlenemedikleri, direnişleri tüm halka yaymadıkları da eklenebilecek hususlar olabilir. Ancak bilelim ki; uluslararası güçlerin Kürtleri yok sayarak onca saldırılarla hep bastırmaları hem de soykırımlarına göz yummaları, hatta teşvik etmeleri sürekli göz önünde tutmamız gerekmektedir.

1950’ler sonrası Kürtlerde gelişen partileşme sürecini ve dört parça Kürdistan’daki Kürt hareketlerinin gelişim düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürtler, henüz 1900’lerin başından itibaren çeşitli örgütlemelere gitmişlerdir. 1900’lerin başında Kürtlerin en etkili örgütlenmesi Kürdistan Teali Cemiyeti’ydi. Bu cemiyetin Kürdistan’da 19 şubesi bulunduğu söyleniyor.

Lozan’ın ardından da 5 Haziran 1926’da İngiltere ile Türkiye arasındaki sınır anlaşmasıyla birlikte Kürtler artık resmen de dörde bölünmüştü. Kürtler de dört parçada farklı adlar altında yine de örgütlenmeye çalışmışlardı. Henüz 1923-24’te Kuzey Kürdistan’da Azadî Cemiyeti kurulmuştu. 1927’de Lübnan’da tüm Kürdistan’da mücadele iddiası ile ortaya çıkan Xoybûn’u kurdular. 1937’de Güney Kürdistan’da Darker örgütünü, 1939’da yine Güney Kürdistan’da önemli bir aydınlanma çalışmasına yol açan Hiwa örgütünü kurmuşlardı. Doğu Kürdistan’da Eylül 1942’de J.K kısa adıyla Komalayê Jiyanavey Kurdistan’ı -ardından Komala denildi- ve nitekim 1945’te de HDK yani Kürdistan Demokratik Partisi’ni kurdular. 16 Ağustos 1946’da bu kez PDK-I yani Partiya Demokratîk Kurdistan-Irak kuruldu. Rojava’da 1957’de PDK-S kuruldu. Daha sonra daha farklı partiler kuruldular.

PDK-I öncesi tüm örgütler, dar da olsalar tümü Kürdistan için mücadele ettiklerini belirtiyor. Onların zihinlerinde Kürdistan birdi, ancak düşmanlar dörde bölmüştü. PDK-I ile ilk kez Kürdistan’ın parça olduğu zihnen de kabul edilerek, parça için mücadeleler başlamış oldu. Bu ise Kürtlerin gelişim enerjisini çok fazla harcamıştır. PDK-I ile daha sonraki yıllarda Rojava’da ve Kuzey’de de PDK’ler kuruldu.

Yine her parçanın seyri farklı olmuştur.

Türkiye’nin işgali altında bulunan parçada TC faşizminin sert yaklaşımından kaynaklı ağırlıklı reformist hareketler gelişim göstermişlerdir. Dr. Şivan (Sait Kırmızıtoprak) gibi kişilikler sömürgecilikten kurtulmak için çaba sergilemiş olsalar da esasta Kuzey’de mücadeleye damgasını vuran DDKO’nun Kürdistan’a yol ve elektrik çizgisi olmuştur ki, bu da reformizmi aşmamıştır. Sömürgeciliğin tümden Kürt halkının soykırımını hızlandırarak tamamlamak istediği bir süreçte kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi ile Kürdistan’ın kurtulacağını sanmak, buna inanmak esasta –niyetler ne olursa olsun- sömürgeciliğe eklemlenmeyi aşmamıştır. Nitekim böyle oldukları içindir ki sert mücadele yıllarında hızla sömürgeciliğe teslim olunduğu gibi en son Mustafa Kemal Burkay’ın vardığı yer biliniyor.

Rojava’da da benzer bir çizgi izlenmiştir. Osman Sabri bunu aşan bir çizgiyi aşmaya çalışmış olsa da başaramamış, diğer parçalara destek sunan örgütler olsalar da esasta reformizmi aşamadıkları gibi sert mücadele yöntemlerine başvurmaktan hep çekinmişlerdir.

Doğu’da Genel HDK bir çizgi oluştursa da süreçle çok fazla PDK-I’nın etkisinde kalarak direnişçi geleneği uzun yıllar açığa çıkmamıştır. Burada da Komala gibi birçok farklı örgüt kurulmuş ve belli bir mücadelenin sahibi olmuşlardır.

Güney’de PDK-I devrimci çizgiye ağırlıklı olarak damgasını vurmuştur. 1970’lerde Komaleyi Marksist Leninist sonra Komalayê Rençdaranên Kurdistan ismi ile bilinen hareket özgün bir çizgi izlemeye çalışmış ise de erkenden tasfiye edilmiştir. PDK-I’den ayrılanlar henüz 1975’te üç örgütün oluşturdukları YNK’yi kurmuşlardır. YNK; Heli Giştî, Komala, Kürdistan Sosyalist Partisi’nden oluşmuştu. Nitekim giderek bugüne kadar da belli bir etkinliği olan bir örgütleme olarak kendisini koruyabilmiştir.

Elbette bunların dışında onlarca örgüt, partiler ve cepheleşmeler de yaşanmıştır. Ancak sömürgecilere sömürgeci demeyi çok fazla örgüt gündemine almamıştır. Yine Kürtlerin çok köklü olarak bir soykırımla karşı karşıya olduklarını da çok dile getiren olmamıştır. En belirgin olanı ise parçalarda kurulan parti ve cephelerin Kürdistan’ın bir olduğunu ele almamış olmalarıdır. Birçoğunun gönlünde Kürdistan’ın bir olduğunu da kimse tartışmıyor. Öyle olduğu muhakkaktır. Bunu ilk dile getiren partilerden bir tanesi PKK olmuştur. PKK’nin ilk manifestosunda, Mazlum Doğan arkadaşın mahkemelerde haykırdığı gibi hedef: Bağımsız Demokratik Birleşik Kürdistan’dı. Bu hedef PKK’ye aitti. PKK’yi diğerlerinden ayırt eden bu olurken, daha belirgin farklı kılan ise Kürdistan’ın sömürge olduğunu dile getirerek mücadeleye girişmesidir. Bu hedefle bağlantılı olarak devletlerin çizdiği sınırların dışına çıkarak bu mücadeleyi başlatmasıdır. Başka parçalarda da görüldüğü gibi bunu yaparken geri, işbirlikçi feodal komprador çevrelere karşı da mücadele etmesidir.

Kürt Ulusal Mücadelesinde PKK’nin rolü ve önemi nedir?

Dünya halklarının peş peşe bağımsızlıklarını kazandıkları ve toplumların özgürlüğe doğru yol aldıkları bir çağda, yüzyılların bu yükü ve utancı artık daha fazla taşınamazdı. PKK öncülüğünün tarih sahnesine çıkması, böyle bir durumun kabul edilmemesinin doğrudan bir sonucudur. PKK öncülüğüne karar verildiğinde bilinç, cesaret, fedakârlık ve olanakların ölçüsü ne olursa olsun atılması gereken bir adımdır. Ortam ne kadar elverişsiz ve koşullar ne kadar zor olursa olsun bahsedilen insani özelliklerin en basitine bile sahip çıkılmak isteniyorsa bu adım atılmak zorundaydı. O halde PKK öncülüğü, çağla olan tüm çelişkileri ve tarihle olan kopukluğu aşmak için insan bilincinin Kürdistan koşullarına mütevazı bir biçimde müdahale etmesinden başka bir anlama gelmez. Onun yüceliği ve zorluğu da buradadır. O, gerçekliğin karartıldığı, buna sahip çıkacak yüreğin susturulduğu, beynin kireçlendiği ve yabancılaşmanın teori ile pratiğinin had safhaya çıkarıldığı bir zemin üzerinde ortaya çıkmıştır. Bu kadar düşkünlüğün olduğu bir noktada, küçük bir adım biçiminde de olsa halkın öz çıkarları doğrultusundaki düşünce ve eylemin büyük anlamı vardır. Başlangıçta atılan adımlar birçokları için anlaşılmaz bulunmuş ve böyle bir zeminde direnmenin tehlikelerinden dem vurularak bir maceracılık ve provokasyon olarak değerlendirilmiştir. İlk adımlar atıldığında henüz halkın umutları da çok zayıftır. “Şêx Seîd, Seyîd Riza ve daha nicelerinin yapamadıklarını, bir avuç genç insan nasıl yapabilir?” diye sormaktadırlar. Halkın bu dönemde çok zayıf ve yanlış bir tarihi bilinçle yaptığı eleştiriler bilinmektedir. Halk olarak bitip tükendiğimiz ve ayağa kalkmamızın artık mümkün olmadığının vurgulandığı yıllardır. Umutsuzluk had safhadadır. İşte bu durum, başlangıçta sömürgecilik ve teslimiyetçilik taraftarlarının hâkim olmasının sebeplerini gösterdiği gibi direnişçilerin sayılarının azlığı ve bilinçlerinin zayıflık derecesini da izah etmektedir. PKK öncülüğü, başlangıçta böylesine zorlukları yararak doğmak ve çok az sayıdaki insanla yürümek zorundaydı. Rêber Apo, yıllar önce Kürdistan Yurtseverliği ve Ulusal Kurtuluş Cephesi adlı çalışmasında şu tarihi ve çarpıcı belirlemeleri yapmıştır: “İnsanlarımız aydın da olsalar kendi gerçeklerine yönelmekte fazla cesaretli değildirler. Çoğunlukla inkârcılık ağır basmaktadır. Bir de buna başları üzerinde sallanan Demokles’in kılıcı eklenince, mevcut konumu kabullenmenin gerekleri de tamamlanmış olmaktadır. Böyle bir zeminde her türlü kişisel çıkar kavgasından uzak, soylu amaçların yönlendirdiği bir direnişçiliği benimsetmek ve yükseltmek gerçekten de pek kolay bir olay değildir. İşte bu yüzden, öncülük kendine has bir direnişçiliği tutturmak zorundaydı. Başlangıçta kimseye yaşam şansı vermez ve çok çeşitli nitelemelerle isimlendirse de eşine ender rastlanan ama Kürdistan gerçekliğine yakından bağlı destansı bir direnişi sergileme taraftarları ne kadar az olursa olsun, bunu inadına yüreğe ve beyne dayatarak kabul ettirme sorunu vardı.

Yüzyıllar ve hatta binlerce yılın kölelik yükü taşınmaktadır. Her türlü işgalin, istilanın, geriliğin yürekleri zift gibi kaplayarak kapkaranlık kıldığı, toplumsal gözeneklerin defalarca tıkandığı, insanların tanınmaz bir halde dönüp dolaştıkları, bu nedenle sapkın, serseri, uyurgezer, uyuşuk, dağınık oldukları, her türlü laçkalığın hüküm sürdüğü, hiçbir ahlaki kuralın ileri anlamda rol oynamadığı, beyinlerde örümceklerin defalarca ağlarını ördüğü bir ortama karşın inadına bir savaşım dayatmak gerekiyordu... Evet, böyle savaşacak bir öncüye ihtiyaç vardı. Bu öncü kaybedilen bilinci ve umudu yeniden yaratacak, tarihin ve çağın özelliklerini anlatacak ve girilmesi gereken politik doğrultuyu gösterecek, ama bununla da yetinmeyip pratiğiyle kanıtlayacaktır... Halkımızın en belirgin özelliği, söze fazla itibar etmemesidir. O öyle bir halktır ki, en güçlü direnmeyi ve davada kararlılığı canlı örnekleriyle göstermedikçe inanmaz. Eğer geçmiş ihanetin yoluna yeni bir kervan olarak girilmek istenilmiyorsa, ilk insanın en vahşi canavarlarla boğuşmasına benzer bir boğuşmayı, bu karanlık ortam içinde yürütmek kaçınılmazdı. Kürdistan’da öncü böyle doğacak, mücadele edecek, inanırlığını kanıtlayacak ve gelinen noktada halkımızın tarihi direnme kararlığının gerekçesini yaratacaktı.”

Tabiatta her varlığın yaşam hakkı kutsaldır. İnsanlık da böyle kabul eder. Her insanının doğuştan hür olduğu kabul edilir. Bırakalım bir insan gibi hür dünyaya gelmeyi, bırakalım her varlık gibi yaşam hakkına sahip olmayı; Kürt gerçekliği öyle bir haldedir ki ismi dahi telaffuz edilememektedir. Kendisi vardır ancak o yok sayılır. Diline ket vurulur, yasaklanır. Onunla da yetinilmez ve tüm zenginliği ile her şeyi çalınır. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilirken; örf ve adetleri sinemalara, müzik ve kültürü sanatçılara malzeme edilirken, kendisinin adından bile söz edilmez. Çünkü Kürtlük öyle bir olgudur ki, sömürge denilemeyecek kadar sömürülmüş olan ve bu statüye dahi layık görülmeyen “mezara gömülüp üstü betonlanmış” bir olgudur. Böylesine bir olguya ne sosyal bilimler ne de siyasal bilimler izah getirebilir. Kürt olgusunu psikolojik, sosyolojik, kültürel, siyasal, felsefi, hukuki ve daha da sıralanabilecek bilim dallarının toplamıyla bile izah etmek zordur. Ağrı Direnişi’nin bastırılmasından sonra faşist iktidarın zafer sloganı olarak manşetleri süsleyen “Muhayyel Kürdistan burada meftundur” sözü, özünde Kürt halkının beynine de kazınmıştır. Kimisi, bu vakaya “Beyinlerdeki karakol” demektedir. Beyinler, karakollarca işgal edilmiştir ve çalışamaz durumdadır.

Sömürgeciler, sömürüye tabi tutukları ve sömürge altına aldıkları toprak ve halklar için; “Her şey kusursuz olurdu... yerliler olmasaydı” der ve kişiliklerini bitirmek için her şeye ama her şeye baş vurmayı esas alırlar. TC hep bir cellât, Kürt ise en iyisinden kurbandır. Bu kadar derine inen inançsızlık, ancak ve ancak çok güçlü ve iradeli bir hareketin yaratılmasıyla aşılabilirdi ki, bu da PKK biçiminde kendisini ifadelendiren Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. Yok olmayla yüz yüze kalan Kürt halkının diriltilmesi, ayaklandırılması, onore edilmesi ve en önemlisi de yaşam hakkına sahip olduğunun gösterilmesi, ancak en kutsal bir meşru savunma mücadelesiyle olabilecekti. Tüm canlı ve cansız evrende var olan ve doğal olan, yaşamı savunma refleksidir ve meşru bir haktır. Bu yaşamı savunma refleksini ve meşru olan hakkını PKK, 15 Ağustos 1984’te çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyarak, üstü betonlanmış gerçeğe vurduğu balyozla yok oluşa doğru giden bir halkı yeniden dirilmesine ve direnişine yol açtığı gibi, esasta Ortadoğu’da direnmenin ve var olmanın da yolunu göstermesi bakımdan son derece tarihi bir rol oynadığını gelecekte tarih ifade edecektir.

Kürt Ulusal Kongresi neden toplanamıyor, Kürtlerde ulusal birlik sorununun çözülmemesinin nedeni nedir?

Kürtler tarihi bir eşikten geçiyorlar. Bu tarihi eşik Kürtler için hem büyük kazanma imkanları sunmakta hem de büyük kaybetme tehlikelerini de kendi içerisinde barındırmaktadır.

Ortadoğu’da Kürtler için bunlar yaşanırken, Kürtlerin -daha doğrusu -sorumlu Kürtlerin ve Kürtlüğün yapması gerekenleri nelerdir? Bu sorulara verilecek yanıtlarla hangi Kürt duruşunun, Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan halkların lehine bir duruş olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kürtler uzun bir süredir ulusal birlik tartışmalarını yürütüyorlar. Bu ulusal birlik, tartışma ve çalışmalarını ise bugün en yaygın kavramlaştırmayla Ulusal Kongre olarak ifade ediyorlar. Bu bağlamda Kürtlerin Ortadoğu krizinden sağlıklı çıkabilmeleri için mutlaka birlik çalışmaları içerisine girerek, bir an önce Ulusal Kongre’yi toplayarak, önce Kürtler içi ve arası sorunları çözmeleri, ardından ise yaşadığımız bölge üzerinde birlikte yaşadığımız halklarla sorunlarımızı masaya yatırarak çözmeyi esas almaları gerekir. Aksi taktirde Kürtler giderek karmaşıklaşan Ortadoğu’da ciddi zorluklarla hatta tehlikelerle yüz yüze kalacaklarını tüm siyaset bilimcileri ifade ediyor.

İşte tarihin böyle anlarında eğer birileri kalkıp bir halkın tarihiyle oynarsa orada bu durum asla ama asla affedilemez. Hele bir de bu halk diğer halklarla birlikte kendi yolunu demokratik temelde inşa etmek isterken. Demokratik ulus yaklaşımıyla başka halklarla kardeşlik temelinde bir yaşamayı öngörürken böyle arkada, kenarda, sağında, solunda hançerlenmeyi asla ama asla kaldıramaz.

Ortadoğu’nun içerisinde geçtiği süreçle bağlantılı o kadar yakın iken, bir yandan ise aynı biçimde Kürtlere karşı büyük tehlikeler aynı durumla bağlantılı olarak var iken bir diğer yandan ise birçok Kürt örgütü, kuruluşu, aydının öne sürdüğü- haklı haksız- eleştirileri ve talepleri vardır. Yani sorunlar vardır. Bu sorunların niteliğine bakmadan, haklı ya da haksız olduğuna bakmadan, bu sorunların çözümünü hedefleyen mekanizmaları bulmak- gerçek manada- her Kürt için tarihi bir görevdir.

Bu tarihi görevleri çözecek olan Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans çalışmalarıdır. Bir Ulusal Kongre ya da Ulusal Konferans’ın gerçekleşmesi önünde özelde bölgesel güçler ciddi engel olacaklar mı, olacaklardır. Kimi devletlerarası güç de buna karşı çıkacak mıdır, çıkacaklardır. İçeriden Bekoyê Ewanlar da böyle bir süreci engellemeye kalkışacaklar mıdır, kalkışacaklardır. Sözün kısası; Kürtlerin ulusal birlik çalışmalarını önünde engeller ciddi midir, ciddidir.

Dile getirilenler ne kadar doğru olursa olsun, ne kadar haklı olursa olsun bir gerçek vardır ki; hem Kürtlerin ve Kürdistanlıların özgürlük sorununu çözmek hem de Kürtlerin ve Kürdistanlıların yeniden bir soykırıma muhatap olmamaları için mutlak anlamda Kürtlerin ve Kürdistanlıların bir araya gelme zorunluluklarının bulunmasıdır. Çünkü tehlike gerçekten de büyüktür.

Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan böyle bir çalışmanın gerçekleşmesi için çok çaba sarf etmiştir.

Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan, şöyle der:

“Kürtler kendi Misak-ı Milli Kongrelerini toplayıp buradan kendi Lozanlarını tartışabilirler…

Bu konferansta;

1- KNK kendini örgütlendirir… KNK içinde her parçanın temsilcileri, sözcüleri olur. Böylece her parçanın temsiliyetini kazanır. KNK, FKÖ tarzında olabilir. İçinde KDP de olur, YNK de olur.

2- Konferansta icra görevini yapan bir Yürütme Kurulu oluşturulur. Bu Yürütme Kurulu diplomatik misyonu da içeren görevler icra eder. Bu kurul açık diplomasi faaliyetleri yürütür…

3-Güneyde Kürt birlikleri olan peşmergeler var. PKK’nin silahlı güçleri de peşmergelerle birlikte Kürt ulusal gücüne dönüştürülür. Tüm Kürtleri soykırım vb. şeylerden koruyan ve güvenliğini sağlayan halk savunma gücüne dönüştürülür. Dört parçanın Kürtlerini de koruma görevini üstlenir...

4- Bu konferansta dördüncü bir pratik öneri olarak Adalet ve Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulabilir. Adalet komisyonu sadece Türkiye için değil, dört parça için de kurulur ve hakikatleri araştırır. İran’daki durumu araştırır, Suriye’deki durumu araştırır, Irak’takini de araştırır, Türkiye’deki durumu ele alır.

Beş ilke şartından birincisi, sosyal ve ekonomik şartlar bir ilke şartı olarak kabul edilir. Bu ilke çerçevesinde Kürtlerin öncelikle kendi aralarındaki ekonomik-sosyal ilişkileri sağlanır ve bunu devletler düzeyinde de yaparlar.

İkincisi, kültürel şart. Kürtlerin kültürleri adına ne varsa bunları güvenceye alır. Kültür özgürlüğü sağlanır.

Üçüncüsü, birlik şartı. Kürtlerin kendi aralarındaki birliği ve ilişkiyi ifade eder. Tüm Kürtler birbirleriyle ilişki kurar, birlikte hareket ederler.

Dördüncü ilke, demokratiklik ilkesi. Kürtlerin diğer halklarla bir arada yaşamasını ifade eder. Bunu daha önce demokratik konfederalizm olarak da ifade etmiştim.

Beşincisi, halkın meşru savunma ilkesidir. Her halkın bir meşru savunma gücü vardır. Bu, o halkın varlığı için gereklidir.

Bu, Kürtlerin birliğidir.”

Özcesi, Kürtlerin ve Kürdistanlıların ulusal birliğini sağlama çalışmaları ciddi bir çalışma olduğu kadar, tarihi bir çalışmadır da. Böyle bir çalışmanın çok zor olduğu doğası gereğidir. Böyle zorlu bir çalışmaya önyargılardan, kalıplardan, düz yaklaşımlardan uzak, ancak var olan sorunları giderme temelinde bir yaklaşım biçimi esas alınırsa çözülmeyecek bir sorun kesinlikle olamaz.

Peki böyle tarihi önemde bir görevden niçin kaçınılır, niye halkımızın geleceğini ilgilendiren böylesine bir çalışmaya gelinmez, havadan sudan gerekçelerle reddedilir ya da ayak diretilir? Söz düzeyinde kimi zaman evet denilse de pratik adımlar atılmaz? Politikanın olduğu toplumsal alanda geçerli olan toplumun hayati çıkarlarıdır. Onun yapısal ve anlamsal esenliği, gelişkinliğidir. Politikasız ve zayıf politikalı toplumlar ya dıştan bir işgal, imha, sömürge iktidarını ya da içten bir iktidar elitinin ve sömürücü sınıfın baskı ve sömürüsünü yaşamaktan kurtulamazlar” diye tanımlamaktadır.

Başarılı bir politika, toplumu irade kılan politikadır. Eğer politika yapılırken toplum güçlendirilmiyorsa, iradeli kılınmıyorsa, savunma refleksleri güçlendirilmiyorsa, her türden küçük düşürücü yaklaşımlara karşı isyana kalkınmıyorsa, orada politika yoktur varsa da doğru olmayan bir politika söz konusudur. Ya da iktidarcı ve devletçi bir politika söz konusudur ya da bir zümrenin, bir kesimin, bir çevrenin politikası söz konusudur ki, bu ya burjuva politikası olmaktadır ya da işbirlikçi ve ilkel milliyetçi politika olmaktadır. Bu tarz bir politikada aileciliğe, aşiretçiliğe dayalı dar bir politikadır.

Binlerce yıl, içinde yaşadığımız temel form aşiret ve aile formudur. Düşünme düzeyi de bu çerçevede kalmıştır. Derinden incelenirse veriler yorumlanabilirse, aile ve aşiret formu içinde yaşayanların önemli düzeyde içgüdüsel düşünmeyi fazla aşamadıkları görülür. Buna biyolojik düşünmek de deniliyor. Toplumsallaşma öncesi düşünme düzeyi de diyebiliriz…

Binlerce yılı alan aile ve aşiret formu topluluk halindeki yaşam, yüzyıllara varan kültürel soykırım politikalarıyla beslenince tahribatı çok derin olmuştur. Toplumsallaşma sorununa dayanan siyasallaşma sorunu çok derindir...

Kabul etmek gerekir ki henüz stratejik ve bütüncül düşünecek, buna denk sorumluluk yüklenecek, pratik-politik çalışmada gereğini yapacak nitelik gelişmemiştir. Dar, sığ ve yüzeyselliğimiz hayli fazladır. Bunun derin tarihsel ve toplumsal temelleri olduğu açıktır. Buna “toplumsallaşmayan aile, aşiret kişiliği” demek gerekiyor. Politikleşmenin düzey ve niteliğini toplumsallaşma belirliyor…

Özcesi; binlerce yıl topluluk halinde yaşamışız ama çağdaş kapsamda bir toplumsallaşma gelişmemiştir. Binlerce yıl aşiret ve aile formunun geçerli olduğu topluluk dünyasında, kültüründe yaşandığından; düşünme, politikleşme, toplumsallaşma düzeyi ve kültürü buna göre gelişmiştir. Binlerce yıldır burada kazanılan zihin kalıpları, düşünme kapasitesi, kültür, yeni paradigma çizgisinde tahmin edilenden daha fazla engel oluşturuyor.

Görülüyor ki, politikleşmenin gelişmesi için toplumsallaşmak gerekiyor. Söz konusu Kürtler olduğunda ise toplumsallaşmamız biraz aile, aşiret formunda çakılı kalmıştır. Aile ve aşiret formu çağdaş anlamda Demokratik Ulus ile bütünleştirilemese, olacak olan dar aile ve aşiret çıkarları olacaktır. Bütünü düşünen, bütüne göre davranan bu bağlamda bütüne dönük politik tutum takınma eksik ve zayıf kalmaktadır.

Bu durumda ya çok geri ve ilkesiz olarak gelişen ilişkiler-ki bunların çoğu işbirlikçiliği geçmeyenler olmaktadır- ya da çok fazla dar çerçevede aşiret ve ailesel çıkarlar esas alınmaktadır.

Zihin yapısı böyle olan yapıların, daha büyük birlikteliklere gelmeleri, küçük düşünüp küçük kazanma yerine büyük düşünüp büyük kazanmaları gerçekten de çok mu ama çok zor olmaktadır. Kişilik aile ve aşireti aşmamışsa, yani ulusal düzeye kendini getirememişse ortaya çıkan Kürtlerin onca acil gerekçeye rağmen ulusal birlik çalışmalarına gelmemesi olmaktadır.

3. Dünya Savaşı’nın verildiği, sınırların yeniden dizayn edildiği böylesi tarihi bir süreçte, Kürtler ve Kürdistan açısından ulusal Kongre’nin rolü ve önemi nedir?

Bu savaşın merkezi Ortadoğu’dur, Ortadoğu’nun merkezin de ise Kürdistan bulunuyor. Bunun için bu coğrafyada yaşayanlar, savaşın özeliklerini, daha doğrusu karakterini iyi ve doğru okumak zorundadırlar. Aksi taktirde nerede, nasıl ve kimler tarafından çarpılacaklarını bile fark etmeden alaşağı olmaları mümkündür.

İki dünya savaşı, hiç şüphe yok ki son tahlilde dünyaya düzen verme, -ki buna ustalar ‘paylaşım savaşları’ demişlerdi- savaşlarıdır. 1. Dünya Savaşıyla dünya yeniden paylaşıldı, birilerine çok birilerine ise paydan az düştü. Kürtler yok sayılırken Ermeniler, Asuri-Süryani-Keldaniler kırımdan geçirildi. Ardından ise Kürt kırımı gerçekleştirildi.

2. Dünya Savaşı’nda ise paylarına az düştüğünü düşünenler bu dengeyi yeniden kurmaya -daha doğrusu kaybettikleri pastadan pay almak için- yeniden bir savaşa giriştiler. Savaşla birlikte dünya esasta ikiye, ancak pratikte ise kimine göre üçe bölündü. NATO, Varşova ve Üçüncü Dünya Ülkeleri/Bloksuzlar. Dile getirildiği gibi esasta iki bloklu bir dünya oluştu. Bu blokların içerisinde yerini alan herhangi bir devlet, yer aldığı bloka dayanarak kendisini diğer bloka karşı korumaya çalıştı. Devlet dışı olan yapılar, sömürge haline getirilen halklar, mücadele ederlerken bir şekilde hep bu bloklara çarptıkları için sömürgeci ve işgalci güçlere karşı neredeyse illegal hale getirildiler. Kimi zaman ise ‘terörist’ olmakla itham edildiler. Devletsiz yapılar böylesine bloklu bir dünyada çok mu ama çok çektiler.

1990’lara geldiğimizde iki bloklu dünya yıkıldı. Batı dünyası, sonsuz zaferini kendisini kandırarak “İdeolojilerin Sonu” olarak ilan etti. Henüz 1990’ların başında Kürt Halk Önderi blokların yıkılışının halkların prangalardan kurtuluşu olduğunu söylemiş, özelde de sosyalistlerin bundan sonra daha sağlıklı bir rotada reel sosyalizmin yıkılışıyla ilerleyeceklerini ise henüz bir şey ortada yok iken söylemişti.

Şimdi ise bizler, 1990’lardan bu yana 3. Dünya Savaşı’nı yaşıyoruz. Bu savaş, 2003’ten sonra Irak’ın işgali ile daha da derinleşmiştir. Son 15 yıldır derinleşerek süren bu savaşta blokların olmayışının halklara neler getirdiğini yaşadıklarımızla görüyoruz.

Bir kere devlet dışı yapılar, var olan bu ortamda kendilerini daha rahat ifade edebilmektedirler. Daha rahat ilişki kurabilmekte, herkes ile istedikleri gibi ittifak geliştirebilmektedirler. Hatta öyle ki bu ortamda devletsiz olmak, devlet dışı olmak daha büyük avantajlar sağlayarak müthiş bir hareket serbestisi vermektedir. Bu ise devletsiz yapılara özelde de Kürtlere, Kürtlerle birlikte Kürdistan halklarına şimdiden müthiş kazandırmaktadır. Yok sayılarak inkar edilenler, bu ortamda mücadeleleriyle kendilerini daha iyi tanıtabilmekte ve kendilerini kabul ettirerek en aktif aktörler haline bile gelebilmektedirler.

Bloksuz dünya bu durumu sağlatan temel bir yön olurken diğer yön ise 3. Dünya Savaşı’nın karakteriyle bağlantılıdır. Bu savaş, esasta Kürt Halk Önderi’nin ifade ettiği gibi bir kaos durumudur.

Bu kaos sürecine bizler ulusal birlik çalışmalarımıza eğer kendimizi ciddi örgütlersek neden Konfederal Demokratik Özgür bir Kürdistan’ı insanlığa bahşetmeyelim?

1. ve 2. Dünya Savaşı’nda Kürtlerin yapamadığı neydi, 3. Dünya Savaşı’nın derinleştiği bir süreçte Kürtler nasıl bir politika izlemelidir?

Küresel güçler, Ortadoğu’yu daha fazla kar sağlamak daha fazla kazanmak için yeniden dizayn etmek istiyorlar. Ortadoğu’nun katı ulus devlet yapıları, sermayenin daha rahat dolaşımı önünde engel oldukları gibi buradaki enerji rezervlerinden de yararlanarak ekonomilerini yeniden sağlama almaya çalışıyorlar. Bu ise doğası gereği savaş demektir. Buna BOP yani Büyük Ortadoğu Projesi olarak ifadeye kavuşturdular. Burada dile gelen Ortadoğu, bizim anladığımız Ortadoğu’dan çok Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan devasa bir coğrafyayı dile getirmektedir.

İkinci bir seçenek ise bu dizayna karşı duran ulus devlet ve sömürgeci yapılardır. Bir şekilde iki dünya savaşıyla ortaya çıkan durumu bir şekilde koruyarak kendilerini yaşatmak istiyorlar. Bunun için her türlü yeniliğe kapalı oldukları gibi oldukça sert yol ve yöntemlerle her türlü yeni düşünceyi ve oluşumu ezmeye çalışıyorlar. Bu yapılar bir şekilde ayakta kalabilmek için El Kaide, DAİŞ, El Nusra gibi yapılarla bir şekilde ilişkilenerek, kullanarak kendi varlıklarını uzatmak için her şeye başvurmaktan geri durmamışladır.

Üçüncü bir seçenek ise halkların seçeneğidir. Yok sayılmış, inkar edilmiş, katliamdan geçirilmiş olanların mücadelesidir. Bu mücadelenin başını Kürtler çekse de aşiretler, kadınlar, inanç gurupları, etnisiteler gibi yapıları bu kategoridedir, yani esasta demokratik ulus temelinde kendilerini hissettirmek isteyen yapılardır.

Dikkatle bakıldığında bu üç yapı arasında kıyasıya bir mücadele şimdiden sürmektedir. Kimin galebe çalacağı bilinmemektedir. Kürt Halk Önderi’ne göre; bu kaotik mücadele süreci 20 ile 25 yıl sürecektir. Şimdiden 15 yılını dolduran bu mücadelenin daha da süreceği görülüyor.

Kaos, doğası gereği çalkantılı, inişli çıkışlı bir süreci; bir dokunuşun birçok sonuca yol açacağı bir gerçekliği ifade etmektedir. Kelebek etkisi diye dile getirilen gerçeklik, esasta kaos anlarda vuku bulur. Bu bağlamda bizler tam bir kaos ortamından geçiyoruz. Kaos ortamlarında mücadele kesintisizdir. Sert ve karmaşıktır. Mahir Çayan’ın deyimiyle engebelidir, sarptır. Böylesine bir ortamda herkes bir şekilde herkes ile ilişkilidir. İlişki-çelişki diyalektiği tam devrededir. Ani gelişmeler, beklenmedik adımlar da mümkündür.

Bize gerekli olan işte böylesine çetrefilli bir ortamda Kürtlerin bir olması, ulusal birlik çatısı altında bir araya gelmesidir.

Kürtlerin, iki paylaşım savaşında neleri eksikti sorusuna verilecek tek cevap vardır; eksik olan ulusal birlikleriydi. Hiç şüphe yok ki örgütlemeleri de zayıftı, ancak düşünce bazında dar, ailesel, aşiretsel çıkar ilişkilerinden uzaklaşarak kısmen Qazî Muhammed’in Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti’nde yapmaya çalıştığı gibi geniş çevreleri ulusal birlik düşüncesi ile ulusal birlik çatısı altında toplayabilseler de yine de yaşanan onca acı belki yaşanmayabilirdi.