Simurg -Armanc Kerboranî

"Ve uzaklarda silik bir düş olan ‘Simurg’u elle tutup gözle görmeyi, yüreğinde uçurtup halaylarda mendil gibi sallamayı gördüler..." 

Bugün (27 Kasım) Armanc Kerboranî’nin(Hüseyin Akdoğan) 9. şahadet yıldönümü. Amed Eyalet komutanları arasında yer alan Armanc Kerboranî 27 Kasım 2011’de Amed-Pîran’da iki yoldaşıyla birlikte şehit olmuştu. Armanc, hayatının büyük bölümünü tuttuğu günlüklerde kayıt altına aldı. Ve şehit düştüğünde; mücadelesi, yoldaşları, günlük yaşamı, umutları, rüyalarını dahi paylaştığı yüzlerce sayfalık yaşanmışlığı miras bıraktı geride kalanlara… O yazılardan biri de 2006 yılında PKK’yi kaleme aldığı ’Simurg’ başlıklı yazıydı. Armanc’ın şahadet günü ve PKK’nin kuruluş yıldönümü olan bugünde sizlerle o yazıyı paylaşıyoruz:

28 yıl önce, tüm umutlar bu kadar küçük, tüm hayatlar bu kadar durağan, sıradan ve bütün günler birbirine benzerken, ‘Bugünden sonra, bu ülkede her şey farklı olacak! Durmuş hayat, donmuş zaman bendlerini kıracak, Dilce ile Fırat gibi akacak ve istediği deryaya ulaşacak!’ diye yola çıkan bir avuç insana kim inanabilirdi ki?

Bir hicrete çıkıp henüz ülkelerine dönmemiş ve henüz adları ‘talebe’, ‘gerilla’ ve ‘heval’ olmamışken, onlara ‘genç deliler’ isminden başka O’nlara hangi isim verilebilirdi ki karanlık bu kadar koyu ve kadim zamanlardan kalan birkaç çıranın ışığı, bu kadar titrek iken? 

Hayatta, her evde, şehir ve köyde, her ruh ve bedende bu kadar karaçalı varken ve başı dik bir yaşam, ömürler boyu uzak bir hayal iken, kim iman getirilebilirdi?

Tanımı yapılmamış, adı bile konulmamış acılar, bu kadar çok iken, elinde utttuğu kuru dalı Yeni Bir Yaşam’ın arayışındaki ilk insana göstererek ‘Bu dal kuru. Sen bunu yeşertemezsin…’ diyen ‘Senden öncekiler denedi… Vazgeç, çabaların nafiledir’ diyen İhtiyar İnsana kim kızabilirdi ki?

Simurg’un masalını, çok uzak zamanlardan kalan ince bir gölge gibi hatırlasa da ‘Kürdistan kurudu. Ve kurumuş ağaçlar bir daha yeşermez, sen değerli bir gençsin, kendine başka bir yaşam yolu bul, bizden vazgeç’ diyen ihtiyara, kim ‘Müjdeler olsun ki kurumuş ağaç yeşerecek! Önce kendi ateşinde yanıp küle dönecek ve sonra küllerinden yeni bir hayat doğacak! Ve müjdeler olsun ki sen, son nefesini vermeden ölümün yaşama döndüğünü kendi gözlerinle göreceksin!’ diye umut verebilirdi?

Kendi ülkesinden, isminden, tarihinden kaçıp kurtulmak isteyenlerin, kendinden başka bir şey olmak için yollar yürüyüp, renkten renge giren ama yine de acılarından kurtulamayanların, bir zaman sonra bir Kasım günü Ankara’da bir araya gelişlerine ‘toplantı’ diyenlerin avuçlarında yeşeren umudun peşine çılgınca düşeceklerini kim anlatabilirdi, İhtiyar İnsana? 

Yani bir gün, ülkemizin başkentinde, yıkılan ateşgahların yeniden kurulacağını, kanla söndürülen kutsal Newroz ateşlerinin bir gün yeniden yanacağını ve bu ateşler etrafında milyonların esrimiş bir halde, dans, bağırış, haykırışlarla kendinden geçeceğini… Kendisinin de bunları kendi kulakları ile bir gün duyacağını… 

Kim, bir gün boydan boya, kadın erkek, yaşlı ve genci ile ülkemizin, özgürlük histerisine tutulacağını söyleyebilirdi? 

Bu histerinin, engel tanımaz coşkusu ile Ciwan’ın Kirmanşan’da annesinden hatır isteyeceğini, yeşil gözlü Axin’in Afrin’deki evinden, Zirevan’ın Akrê’nin küçük köyünden, Şinda’nın savrulduğu uzak ülkelerden, Roni’nin dilini unutmuş topraklardan yola düşerek ülkemizin başkentinde birleşeceğine, İhtiyar yüreği kim ikna edebilirdi? 

Ve ‘Bütün yollar birleşecek, bütün kaderler birleşecek, bütün parçalar bütünleşecek ve o gün, ölüler de dirilecek!’ kehanetini, O’na okumaya kim cesaret edebilirdi? 

***

Elinde tuttuğu kurumuş dal ile Rêber Apo’nun önünde durup ‘Bu kurumuş ağaç, bir daha yeşermez’ diyerek, kendisine gençliğine kıymasın diye kendisince bu genç insanı korumaya çalışan İhtiyarın, sözlerinin üzerinden 28 yıl geçti. 

28 yılda mucize gerçekleşti…

Acı ile yaşamaya sabır göstermeyi öğrenip, ‘ilahi kadere boyun eğme terbiyesini’ öğretenler ve böylece kocayanlar, yaşlı bedenleri ve kederli ruhları, ölümün yoluna, asil bir olgunlukla, usulca girmişken, başka bir şeyi de gördü, başka bir hayatı… Medeni zamanların son büyük mucizesi…

Kocamışken çocukları gibi yaşamayı, umut etmeyi, Newrozlarda meydanlara fırlayıp herkesten güzel raks etmeyi, gençleşen ve çılgınlaşan ruhlarının elinde renkli bir ‘desmal’e dönen yaşlı bedenlerinin inleyişlerine aldırış etmeden, nidalar çekmeyi, adı özgürlükle eş olmuş Güneş’in ismini haykırmayı…

Kurumuş ağacın yeşerme mucizesini, köklerini derinlere, sulara uzatmasını, dallarının dört tarafa uzanarak Güneş’i aramasını ve gölgesinde bir ülkeyi taşıyacak kadar büyümesini…

Ve uzaklarda silik bir düş olan ‘Simurg’u elle tutup gözle görmeyi, yüreğinde uçurtup halaylarda mendil gibi sallamayı gördüler. 

Şimdi korku duvarlarını yıkmayı, sevgi ile yola devam etmeyi, bir daha asla yenilmemeyi ve mucizeyi başka hayatlar, başka insanlarla paylaşmayı öğretiyorlar…

İnandıklarına insanları inandırıyor ve ‘Müjdeler olsun! Güneş’imizi bulduk, artık özgür olacağız!’ diyorlar…

Kasım 2006