Polat: Barış haberleri yapmak istiyoruz

Amed'de gazetecilerin yaptığı barış nöbeti eylemine katılan Fatih Polat, "Bizim burada başlattığımız eylem bölgedeki gazetecilerle dayanışma adına birlikte çalışma temeline dayanan bir eylem" dedi.

24 Temmuz’dan bu yana süren öz yönetim direnişlerine devletin saldırıları her geçen gün artıp katliam boyutuna ulaşırken Türkiye’nin birçok bölgesinden aralarında akademisyenler, gazeteciler, sinemacılar, edebiyatçılar ve avukatların da bulunduğu bir kesim ‘Bu suça ortak olmayacağız’ adı altında imzaladıkları bildiri ile Kürdistan’da yaşanan hukuk dışı uygulamalara dikkat çekmişti.

Yayınlanan bildirinin ardından yine Cizre ve Sur’da yaşanan devlet terörünü protesto etmek amacı ile birçok noktada nöbet eylemleri başlatıldı. Farklı meslek grupları ve STK’ler tarafından başlatılan nöbetlerden biri de gazeteciler tarafından başlatılan ‘barış nöbeti’. Her hafta batıdan gelen bir grup gazetecinin bölgede çalışan gazeteciler ile birlikte haber yaptığı ‘barış nöbeti’ ikinci grup ile devam ediyor. ‘Barış nöbeti’ için gelen ikinci grup arasında yer alan Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat ANF’nin sorularını yanıtladı.

‘Barış nöbeti’ fikri nasıl ortaya çıktı ve Silivri’de tutulan nöbetten farkı ne?

Nöbet fikri bölgedeki, basın emekçilerinin üzerindeki baskıların yoğunlaşmasıyla ortaya çıktı. Burada tutuğumuz nöbet Silivri’de tuttuğumuz nöbetten çok farklı. Silivri cezaevi önünde tutulan nöbet Can Dündar ve Erdem Gül şahsında tutuklu bulunan bütün gazetecilerin serbest bırakılması için başlatılan sembolik bir umut eylemidir. Fakat bizim burada başlattığımız eylem bölgedeki gazetecilerle dayanışma adına birlikte çalışma temeline dayanan bir eylem. Bizler ülkenin batısında çeşitli basın yayın kurum ve kuruluşlarında çalışan gazeteciler olarak bölgeye uygulanan karartmayı kırmak amacıyla bu eylemi başlattık. Örneğin, Sur’u gezdik ve büyük bir kuşatma olduğunu biliyoruz. İnsanların normal yaşamını zorlaştıran, göçe zorlayan çocukların okullara gitmesini engelleyen bir süreç işliyor. Bölgede yaşananların sadece devlet basın organlarından yansıtılmasına dayanan bir devlet politikası ile karşı karşıyayız. Bu politikanın dışına çıkmak isteyen gazeteciler, ya itibarsızlaştırılıyor ya da hedef haline getiriliyor. Örneğin İMC TV kameramanı Refik Tekin önce Cizre’de yaralandı o da yetmezmiş gibi devletin ajansı tarafından ‘Kameraman olduğu iddia edilen bir kişi’ diye itibarsızlaşmaya çalışıldı. Dolayısıyla bu nöbet Kürt coğrafyasının çatışma koşulları ve OHAL uygulamalarının yaşandığı bölgelerinde çalışan meslektaşlarımızın yanında olmak ve onlarla birlikte haber yapmak üzerine kurulu

Nöbet eylemi dediğimizde insanların aklına oturma eylemi geliyor. Siz nasıl bir eylem gerçekleştiriyorsunuz, gerçekleştirdiğiniz eylem hakkında bilgi verebilir misiniz?

Evet, nöbet dediğimiz zaman, insanların aklına askeri nizamda bir yerde beklemek geliyor. Bizim gerçekleştirdiğimiz nöbet eyleminin bununla bir ilgisi yok. Silivri’deki nöbet eylemiyle tek ilişkisi ise gazetecilerin gerçekleştirdiği bir eylem olmasıdır. Silivri’de gerçekleştirilen eylem bir oturma eylemi iken burada gerçekleştirdiğimiz eylem bir koşuşturma eylemi. Mesela geçen gün arkadaşlarımızın bir kısmı, Cizre’de yaşanan katliamı protesto etmek için gerçekleştirilen eylemler sırasında polis kuruşuyla katledilen Mahmut Bulak’ın cenaze törenini takip etti, ben Suriçi’ndeydim diğer gruptaki arkadaşlarım başka haberleri takip ediyordu. Dolayısıyla haber yapmak üzere kurulu bir nöbetten söz ediyoruz. Nöbetimiz Mart ayının sonuna kadar devem edecek. 8 haftalık bir sınıflandırma yapıp bir liste hazırladık. Listemizde bilinen birçok gazeteci de yer alıyor. Fakat biz bu arkadaşlarımızın ismini güvenlik nedeniyle onlar buraya gelmeden anacak birkaç gün önce açıklıyoruz. Onun dışında yabancı basın kuruluşlarının Türkiye ofislerinden de gazeteciler olacak.

Uzun süre gazetecilik yapmış bir basın emekçisi olarak sizce geçmişten bu güne Türkiye’de basın alanında neler değişti ve Türkiye’nin batısı ile doğusundaki gazetecilerin çalışma koşulları arasından nasıl bir fark var?

Ben 1992’den bu yana bölgeye gidip gelen gazeteciyim. Daha önce Gerçek Dergisi’nin Ankara temsilciliğini yaptım. 1992 yılında Gerçek Dergisi’nin Diyarbakır temsilcisi Namık Tarancı kontrgerilla tarafından katledildi. Musa Anterlerin, Hüseyin Denizlerin, Ferhat Tepelerin katledildiği, bir dönemdi bu. 1995 yılında kuruluşunun bu yana da Evrensel Gazetesi’ndeyim şu an Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yapıyorum.

Türkiye’nin geçmişinde ağır bir süreç yaşandı, faili meçhuller arasında gazeteciler ayrı bir yer tuttu. Fakat gazetecilere uygulanan zulüm, 90’lardan değil 1900’lerden bu yana yaşanıyor. Katledilen gazeteciler arasında Türk, Ermeni ve Kürt gazeteciler var. Bugünü ele alacak olursak OHAL dönemleriyle karşılaştıracak bir süreçten geçiyoruz, o zaman gazeteciler öldürülüyordu bugün tekrar bu endişeyi yaşamamıza neden olarak durumlar var.

Mesela batıda, yine Can Dündar ve Erdem Gül örneğini verecek olursak yaptıkları haberler nedeniyle ömür boyu hapis cezası istemi ile yargılanıyorlar. Bölge illerinde ise gazetecilerin kafasına silah dayanıp, kurşunlanıyorlar. Dolayısıyla can güvenliğinin olmadığı koşullarda ‘kelle koltukta’ görev yapıyorlar. Bunu yaparken de korumasız yapıyorlar. Bu konuda yayın organlarının yöneticilerine de büyük sorumluluklar düştüğünü düşünüyorum. Bölgedeki meslektaşlarımızın en azından çelik yelek giymeleri gerekli. Fakat buradaki arkadaşlarla görüştüğümüzde; “İçinden çıktığımız, haberini yaptığımız halk güvenlikleri olmadan devlet şiddetinin muhatabı olurken çelik yelek gibi bir şey kullanmaktan rahatsızlık duyuyoruz” dediler. E tabi bir de hedef haline getirici bir etkisi var. Bu etkenler görmezden gelinemez ama bir şekilde gazetecilerin de can güvenliğinin sağlandığı koşulları yaratmamız gerek. Bütün bunlar bir yana çatışmasızlık sürecinin oluşturulması gerek. Bu çatışmalı süreç gazetecilerin birbiri ile dayanışması ile de aşılacak bir süreç değil! Dolayısı ile asıl olan Kürt sorununun demokratik bir şekilde çözülmesidir. Bu sağlandıktan sonra bu endişeye de gerek kalmayacak. Bu sorunun devlet şiddeti ile baskılanmaya çalışıldığı süreçlerin devamında gazeteciler de hedef haline geliyordu.

Bir gazeteci olarak Kürdistan’da yaşanan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yaşanan durum son derece endişe verici birkaç gün önce genç bir arkadaşımızı kaybettik (Mahmut Bulak), Cizre’den ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. Bir yandan da gazetecilerin Cizre’ye girmesi engelleniyor. Ayrıca Cizre’ye haber takibi yapmak için giden Azadiya Welat Yazı İşleri Müdürü Rohat Aktaş arkadaşımızdan da haber alamıyoruz. Sadece Rohat’tan değil Cizre’deki birçok insandan haber alamıyoruz. Bizim gazeteciler olarak bu haberleri alıp halka aktarmamız gerekiyordu. İnsanların can güvenliğinin devlet tarafından doğrudan hedef alındığı koşullar bunlar.

Başbakan her ne kadar devlet tarafından sivil ölümlerinin gerçekleştirilmediğini iddia etse de; bölgedeki baro, insan hakları kuruluşları ve tanıklıklar aralarında ciddi oranda çocuk ve kadınların bulunduğu sivil ölümlerinden söz ediyor. Bu insanların büyük bir kısmı da evlerinden çıkmadan yaşamını yitirmiş durumda. Bu da aslında şunu gösteriyor ki; 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelleyen ve HDP’nin yüzde doksan oranında oy çıkardığı il ve ilçelerde devlet abluka uyguluyor. Bu ilçeler sıraya konmuş durumda. Bir de Rojava’daki gelişmeler Türkiye’yi son derece etkiliyor. Devlet aklı Rojava’daki Kürtlerin Türkiye sınırında güç elde etmesini kendine karşı tehdit olarak algılıyor. Bunun Türkiye’nin doğusunda yani Kürtlerin Kuzey Kürdistan olarak isimlendirdikleri bölgede kantonlaşmaya yol açacağı endişesi söz konusu. Bölgedeki öz yönetim ilanları da bu şekilde algılanıyor.

Bölgedeki gelişmelerin şiddetle bastırılmasına yönelik bir Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararı söz konusu. 2 MGK toplantısının ardından Ahmet Davutoğlu’nun 5 Şubat’ta Mardin’de ‘Terörle Mücadele Planı’ adı altında açıkladığı başlıklarda bize bunu söylüyor. Maalesef ki önümüzdeki sürecin çatışmalı geçeceği söyleniyor. Gönül isterdi ki Newroz’da bir mesaj ile yeniden bir çatışmasızlık ortamı ile Kürt sorununun Kürtlerin statü talebinin karşılandığı bir noktaya erişelim ve gazeteciler de hayatın, barışın haberini yapsınlar. Maalesef ki gerçekler bize yakın dönem açısından bunu söylemiyor!

Devletin şiddet politikasıyla Kürt hareketini yıpratmaya yönelik bir yaklaşımının yanı sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu, bunun üzerine de bir yandan yeni anayasadan, bir yandan rehabilitasyondan bahsedip örgütü ve halkı birbirinden ayıran bir politikadan söz etti. Şimdi akıl böyle işleyince yüzde doksan oranında HDP’yi yani dolayısıyla Kürt hareketini destekleyen kesimlerin tutumu bu yaklaşımı tekzip ediyor ama bu yaklaşım şunu da söylüyor; ben bu kesimleri korkutarak, ürküterek, bastırarak ve infaza tabi tutarak da olsa gerileteceğim.

Ayrıca Başbakan Davutoğlu’ndan Kürt siyasetinin yönettiği belediyelere ilişkin olarak da yeni bir operasyonun gerçekleştireceğine dair işaretler alıyoruz. Açıklama buna ilişkin tehlikeler içeriyor.

Ama buna karşı birlikte mücadele etmek de önemli. Ben bölgeden Türkiye’nin batısına baktığımda da batıdan hiç ses çıkmıyor gibi bir algı oluştuğunu görüyorum ki bunun da doğru olmadığını düşünüyorum. Baktığımızda ‘Barış İçin Akademisyenler’ önemli oranda ses verdi. 1123 imza, daha sonra 2000 küsur imza… ve bu öğretim üyeleri arasında çalıştığı üniversiteler tarafından işinden uzaklaştırılanlar ya da kovulanlar var. Ardından biz gazetecilerin çalışması oldu. 700’ye yakın gazeteci ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine destek oldu. Bunun dışında edebiyatçıların, sinemacıların, avukatların ve çok çeşitli kesimlerin yaygın bir barış talebi var. Bunun daha çok yaygınlaşması gerek. Hatta barış girişimleri bir koordinasyon oluşturdu bu batıda barış istemine batıda daha güçlü bir irade görebileceğimizi göstergesi. Bu yaygın sokak eylemleri olarak yansımayabilir ama daha farklı biçimlerde olabilir. Dolayısıyla ben yakın dönemin iki türlü yanı olacağını düşünüyorum. Devletin operasyon aklı ile ona karşı mücadele ederek barışı sağlamaya dönük çaba yanyana yürüyecek. Yani zor bir dönem yaşayacak Türkiye. Hatırlarsanız 35 yıllık ağır savaş koşulları sonucunda müzakere masasına oturulmuştu. E 100 yıldır da bu işin silah ile çözülemeyeceğini biliyoruz. Bunca tarihsel deneyimden sonra Türkiye’nin de bunu öğrenmiş olmalıydı. Ben adına müzakere mi denir her ne denirse densin bir çatışmasızlık sürecine dönüleceğini düşünüyorum. Çünkü savaş şıkkı çoktan iptal olmuş bir şık. Fakat bu ortamın oluşabilmesi için takvim vermek çok zor açıkçası. Kürtler açısından yaklaşıldığında şu söylenebilir. Devletin şiddet politikalarına karşı ciddi bir karşı koyuş var. Bunu Suriçi’nde de görüyoruz. Şimdi Cizre’den katliam haberleri geliyor ama İdil ve Nusaybin için de bunun sinyalleri veriliyor. Batıdaki üniversitelerden gençlerin buralardaki direnişe destek olmak amacı ile geldiğine dair haberler alıyoruz.

Bölgedeki direniş aslında Kürtlerin kendilerini yönetme istemi açısından Kobanê direnişi ile benzerlik gösteriyor. Yani nasıl ki o dönem Türkiye’yi yönetenlerin de destek verdiği IŞİD barbarlığının Kobanê’yi yok etmesine ilişkin bir süreç işletiliyordu ve o zaman Erdoğan da ‘Düştü düşüyor’ demişti. O zaman buradan çok sayıda gencin büyük bir heyecanla Kobanê’yi savunmak için hareketlendiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu durumun şimdi öz yönetim bölgeleri için de söz konusu olduğunu biliyoruz.

Açıkçası bu sürecin çok fazla uzamamasını istiyorum. Çünkü bu durum ölümleri arttırarak devam ediyor. Açıkçası çözüm üretmeyen bir süreç için çatışmaların tekrar durması için yeni ölümler yaşıyor bölge halkları. Dolayısıyla yeni bir diyalog sürecinin başlaması için biz gazeteciler elimizden geleni yapacağız. Çünkü barış haberleri yapmak istiyoruz.