'Mücadeleyle Önder Apo'nun özgürlüğünün yolunu açacağız'

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, Bir taraftan gerilla mücadelesini geliştireceğiz, halkın mücadelesi gelişecek, demokrasi güçlerinin mücadelesi gelişecek. Bu mücadelelerle Önder Apo'nun özgürlüğünün yolunu açacağız, zeminini döşeyeceğiz,

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, “Bir taraftan gerilla mücadelesini geliştireceğiz, halkın mücadelesi gelişecek, demokrasi güçlerinin mücadelesi gelişecek. Bu mücadelelerle Önder Apo'nun özgürlüğünün yolunu açacağız, zeminini döşeyeceğiz. Önder Apo'nun özgürlüğüyle Kürt halkının özgürlüğü iç içe geçmiştir. Bu yönüyle Kürt halkının özgürlük mücadelesi her zeminde sürerken, aynı zamanda Önder Apo’nun özgürlüğü için de mücadele yürütülecektir. Yine uluslararası alanda Önder Apo'nun özgürleştirilmesi için çalışmalar yürütülecektir... Özcesi Önder Apo'nun özgürlüğü kesinlikle halkın mücadelesine bağlıdır. Özgürlük Hareketimizin mücadelesine bağlıdır” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Türk devleti Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü talebiyle Kürdistan, Türkiye ve Avrupa’da yayılan eylemlerin önünü almak için ailesi ile görüşme yaptırdı. Buna rağmen ağırlaştırılmış tecrit halen devam ediyor. Bundan sonrası için Kürt halkı ve Hareketiniz Öcalan’ın özgürlüğü konusunda nasıl bir mücadeleyi esas alıyor?

Önder Apo üzerinde 5 Nisan 2015’ten bu yana ağır bir tecrit uygulanmaktadır. Bu tecrit Kürt politikasıyla bağlantılıdır. AKP iktidarının Kürt politikası olmadığı için, Kürtleri ezerek, sindirerek tasfiye etmek ve bu tasfiyenin üzerinden soykırımı tamamlamak istediği için Önder Apo üzerinde ağır tecrit uygulanmaktadır. Önder Apo üzerinde uygulanan tecrit tamamen siyasi nedenlerledir ve Kürt sorununa yaklaşımla ilgilidir. Önder Apo'ya yaklaşım zaten Kürt sorununa yaklaşımdır. Önder Apo’nun Kürt sorununun çözümü konusunda en makul yaklaşım içinde olduğu ve makul bir çözüm aradığı düşüncesi Türkiye toplumunda ve demokrasi güçlerinde de hakim olan bir kanıdır. Kaldı ki AKP’li birçok yazar ve çizer de, hatta AKP’li siyasetçiler de defalarca Önder Apo'nun makul bir çözüm yaklaşımı içinde olduğunu söylemiştir. Bu şu anlama gelmektedir; AKP iktidarının makul bir çözüm politikası yoktur; en makul yaklaşımlara bile verdiği cevap Kürt sorununun çözümsüzlüğü, Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi ve soykırım politikası yürütmektir. Tecridin siyasal anlamı budur, Kürtler için anlamı budur.

Zaten Önder Apo'ya uygulanan tecritle birlikte Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı da şiddetli bir savaş geliştirilmiştir. Eğer gerçekten makul bir çözüm yaklaşımı olsaydı Önderliğin yanına giderlerdi. Önderlik tabii ki Kürt sorununu inkar eden, ezmeyle çözmek isteyen bir güçle herhangi bir şey görüşmez. Ya da görüşmeye gidilse de herhangi bir yaklaşım göstermez. Önder Apo kardeşi Mehmet Öcalan’la yaptığı son görüşmede Dolmabahçe Mutabakatından on beş gün sonra geleceklerdi, pratik adımlar gelişecekti, ama gelmediler, süreci bitiren Türk devleti oldu, diyerek neden tecrit uygulandığını, neden savaşın geliştirildiğini açıkça ortaya koymuştur.

15 Temmuz’dan önce de biz Türk devletinin neden tecrit uyguladığını, Önderlikle neden görüştürme yaptırmadığını biliyorduk. Bunu tüm Kürtler de kamuoyu da biliyordu. Ancak 15 Temmuz’da Özgürlük Hareketi de, halkımız da büyük bir kaygıya düştü. Çünkü bir iktidar çatışması yaşandı. Bu iktidar çatışması aslında devletin siyasal İslamcı klikler içinde hangisinin devlete hakim olacağı çatışmasıydı. Bu darbe içinde yer alan Fethullahçılar ve AKP’den rahatsız olan batı yanlısı ulusalcı kesimler PKK ve Kürt karşıtı olduğu gibi, AKP de aynı zihniyettedir. Bu açıdan bu çatışma sürecinde Önder Apo'nun durumu konusunda hem biz hem de halkımız kaygıya kapıldı. Bu nedenle halkımız Önder Apo’nun sağlığı ve güvenliği durumunun ne olduğu konusunda bir netleşmenin olması düşüncesiyle eylemlerini geliştirdi. Hareketimiz de Önder Apo’nun sağlığı ve güvenliği konusunda duyulan kaygıyı ortaya koydu ve en kısa zamanda Önder Apo’nun ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmesi isteminde bulundu. Demokratik güçler ve tüm kamuoyunda da bu yönlü talep ortaya çıkınca iktidar üzerinde ağır bir baskı oldu. Halkın bu eylemleri, toplumun tepkisi, demokrasi güçlerinin tepkisi eğer karşılanmazsa bir patlamaya dönüşecekti. Seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının ölüm orucuna girmesi etrafında büyük bir direniş gerçekleşecekti. AKP iktidarı bundan korktu. Ortaya çıkacak bir halk hareketinin kendisini büyük bir sarsıntıya uğratacağını gördü. Bu nedenle artık görüştüremem yaklaşımını sürdüremeyeceğini anladı.

Öte yandan AKP iktidarı iç ve dış politikada sıkışık bir durumu yaşıyordu. Gerillanın eylemleri de AKP iktidarını zorluyordu. Belki bir süre “terör eylemleridir, terörizme karşı mücadele ediyoruz” adı altında toplumun tepkisinin önüne geçse de eylemler sürdüğü, süreklileştiği takdirde bunun AKP iktidarının çöküşüyle sonuçlanabileceği kaygısına kapıldı. Bu ortamda “acaba kardeşiyle görüştürürsem bu görüşmede Kürt Halk Önderi bir çatışmasızlık çağrısı yapar mı?” biçiminde bir beklentiyle, böyle bir umutla bu görüşmeyi yaptırdı. Hem Kürt toplumunda, demokrasi güçlerinde ortaya çıkacak tepkilerin patlamasının önüne geçmeyi amaçladı, hem de eğer Kürt Halk Önderi bir çatışmasızlık ilan ederse kendisinin rahatlayacağını, bu sıkıntıdan kurtulacağını, bu yönüyle kendisini toparlayıp fırsatını bulduğunda Kürt Özgürlük Hareketi'ni daha kolay ezebileceği biçiminde bir yaklaşımla bu görüşmeyi yaptırdı.

Önderlik aslında bu görüşmeyi kabul etmiyor. Devletin bu tür beklentilerini kabul etmediği gibi, örgütün de benzer beklentilerle böyle bir görüşme olmasını istemesini kabul etmemiştir. Bu tutumuyla hem Türk devletine, hem de Kürt Özgürlük Hareketi'ne Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi bir adım atılmazsa, bu adımı ortaya çıkaracak bir tutumu görmezsem, ya da bu adımı attıracak bir mücadele ortaya çıkmazsa benim görüşmemin anlamı yoktur mesajı vermiştir. Önder Apo kendisini sıradan bir mahkum durumuna düşürmek istemiyor. Herhangi bir mahkum gibi görüşe çıkarak ailesiyle görüşebilir. Ama Önder Apo hiçbir siyasi anlamı, siyasi mesajı ve siyasi değeri olmayan bir görüşme yapmasını bir halkın önderliğinin sıradanlaşması olarak gördüğünden bu görüşmeye olumlu yaklaşmamıştır.

Kuşkusuz Türk devletinin politikasında bir değişiklik yoktur. O sadece oyalama yapmayı, aldatmayı, fırsatını bulduğunda Kürt Özgürlük Hareketi'ne darbe vurmayı düşünen bir yaklaşım içindedir. Bunun dışında bir zihniyet değişimi de, politik yaklaşımı da yoktur. Bu nedenle tecrit devam edecektir, devam ettirilecektir. Aslında bu tecritle Önder Apo üzerinde baskı yapılmak istenmektedir. Nasıl ki baskılarla Kürt Özgürlük Hareketi teslim alınmak ve halkın iradesi kırılmak isteniyorsa, İmralı’da da Önder Apo üzerinde ağır tecrit uygulanarak Önder Apo’nun siyasi iradesi kırılmak istenmektedir.

Önderlik üzerindeki tecridin kalkması, görüşmenin olması iki koşula bağlıdır. Ya devlet Kürt sorununda mevcut politikadan vazgeçecek, bir çözüm zihniyeti ve iradesi ortaya koyacak, o zaman Önder Apo’yla görüşme olacak, ya da Kürt halkı, Özgürlük Hareketi mücadelesini geliştirerek Türk devletini Kürt sorununun çözümüne mecbur kılacak ve bu temelde Önder Apo üzerindeki tecrit kalkacak! Bunun dışında tecridin kalkması söz konusu değildir. Kaldı ki bunun dışındaki herhangi bir görüşmeyi Önder Apo’nun kabul etmesi de söz konusu değildir. Bu çerçeveden bakıldığında bize, Kürt halkına düşen görev; özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükselterek Türkiye'deki devletin, iktidarın, siyasal güçlerin zihniyetini değiştirip Kürt sorununu tanıyacak noktaya getirmektir; bunun mücadelesini vermektir. Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi yükselterek şu andaki AKP iktidarının uyguladığı soykırımcı sömürgeci politikayı boşa çıkarmak ve bu temelde de Türkiye'yi demokratikleşme sürecine sokmak, Türkiye'yi demokratikleştirmektir. Bunun dışında Önder Apo üzerindeki ağır tecridin kalkmasını beklememek gerekir. Bu yönüyle bizim açımızdan da mücadele etmekten başka bir yol yoktur. Çünkü PKK Kürt sorununun çözümü için ortaya çıkmıştır. Kürt sorununun çözümü olmadan PKK'nin mücadeleyi bırakması düşünülemez. Kuşkusuz Türk devleti PKK ilk ortaya çıktığında da bu mücadeleyi ezmek istemiştir; 12 Eylül döneminden önce de ezmek istemiştir, 12 Eylül’den sonra da. 1990’den sonra da tasfiye etmek istemiştir. Bu, devletin politikasıdır. Devlette zihniyet değişikliği, Kürt sorununa çözüm anlayışı ortaya çıkmadığı müddetçe onlar da Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek için bütün imkanlarını kullanacaklardır. Zaten Kürt sorununda bir çözüm politikaları olmadığı için 1980’lerde de söylenen “ezeceğiz, bitireceğiz, üç buçuk eşkıya” yaklaşımını şimdi de Erdoğan dillendirmektedir. Çiller “ya bitecek ya bitecek” diyordu, şimdi AKP'nin düşük profilli başbakanı Binali Yıldırım da bağırarak, çağırarak “ezeceğiz” diyor. Genelkurmay Başkanı “son ferdi kalmayana kadar bu savaş sürecek” diyor. Dolayısıyla şiddetli bir savaş dönemine girilmiştir.

Bir taraftan gerilla mücadelesini geliştireceğiz, halkın mücadelesi gelişecek, demokrasi güçlerinin mücadelesi gelişecek. Bu mücadelelerle Önder Apo'nun özgürlüğünün yolunu açacağız, zeminini döşeyeceğiz. Önder Apo'nun özgürlüğüyle Kürt halkının özgürlüğü iç içe geçmiştir. Bu yönüyle Kürt halkının özgürlük mücadelesi her zeminde sürerken, aynı zamanda Önder Apo’nun özgürlüğü için de mücadele yürütülecektir. Yine uluslararası alanda Önder Apo'nun özgürleştirilmesi için çalışmalar yürütülecektir. Uluslararası platformlarda, zeminlerde Önder Apo'nun özgürleşmesi için çaba sürdürülecektir. Çünkü bir halkın önderliğidir. Kürt sorunu sadece Türkiye'yi değil, Ortadoğu halklarını ilgilendirmektedir; artık dünyayı da ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. Önder Apo’nun özgürlüğü de Kürt sorununun çözümüyle yakından bağlantılı olduğu için Önder Apo'nun özgürlüğü için duyarlı olmaları yönünde tüm halklar içinde diplomatik çalışmalar yürütülecektir.

Özcesi Önder Apo'nun özgürlüğü kesinlikle halkın mücadelesine bağlıdır. Özgürlük Hareketimizin mücadelesine bağlıdır. Bununla bağlantılı bir durumdur. Kuşkusuz sürekli Önder Apo'nun özgürlüğü gündemde tutulacaktır. Bu, aynı zamanda Kürt sorununun çözümünü gündemde tutmaktadır. Kürt sorununun çözümündeki hassasiyeti de gündemde tutmaktadır. Bu yönüyle halkımız Önder Apo’nun özgürlüğü konusunda hiçbir zaman taviz vermeyecektir. Önder Apo'nun özgür olmadan halkın özgür olmayacağını, ülkenin özgür olmayacağını düşünerek Önder Apo’nun özgürleştirilmesiyle ilgili mücadelesini her alanda, her platformda sürdürecektir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Devlet isterse 6 ayda çözeriz“ mesajına AKP yönetimindeki Tür devletinin cevabı, devam eden savaşı tüm sahalarda şiddetlendirmek oldu. Devlet Kürtler konusunda rahat mı, yoksa büyük korkusu var da bu nedenle mi üzerine gidiyor?

 Önder Apo Dolmabahçe Mutabakatı’ndan on beş gün sonra gelselerdi sorun çözülecekti, adımlar atılacaktı değerlendirmesinde bulunmuştur. Ancak AKP iktidarının herhangi bir çözüm politikası olmadığı için Dolmabahçe Mutabakatı reddedilmiş ve bir daha da Önder Apo’nun yanına gidilmemiştir. Zaten bir-bir buçuk yıldır savaş çok şiddetli sürdürülmektedir. Şimdi de sürekli savaşı şiddetlendireceğini, sonuç alana kadar savaşın süreceğini söylemektedir. Ötesi, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı savaşı Türkiye sınırları dışına da taşımış bulunmaktadırlar. Kürtlerin sadece Bakurê Kurdîstan’da değil, Rojava’da, Başurê Kurdîstan’da siyasi ve askeri gücünün gelişmesi karşısında savaş kararı alınmıştır. Ortadoğu'da eski dengeler yıkılmış, yeni dengeler oluşurken Kürtler önemli bir güç olmuşlardır; her parçada örgütlü askeri ve siyasi güç haline gelmişlerdir. Türk devleti Kürtlerin yeni dengeler kurulurken bu dengeler içinde siyasi güç olarak yer almasının önüne geçmek için bu saldırıları yapmıştır. Kürtlerin gücünü tüm parçalarda kırarak Kürtlerin yeni dengelerde yer almasının önüne geçmek istemektedir. Savaşın bu düzeyde şiddetlenmesinin nedeni budur.

Nitekim Suriye ve Rojava’da “benim için tehdit var, ben oraya onun için müdahale ediyorum; Başur’da tehdit var, Musul operasyonunda tehdit var, oraya gireceğim” diyor. Bu, AKP iktidarının neden Kürtlere karşı şiddetli bir savaş yürüttüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Rojava’da Kürtlerin hak elde etmesi niye Türkiye için tehdit olsun, ya da Türkiye için niye tehdit? Başurê Kurdîstan’da Özgürlük Hareketi'nin toplum içinde etkisinin gelişmesi Türkiye için neden tehdit oluyor? Açıktır, kendisinin Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığı için, Kürt sorununda inkar, imha, tasfiye, soykırım politikası sürdürmek istediği için! Buralarda Kürtler güçlenir, hak kazanırlarsa,  Kürtler siyasi ve askeri olarak güç haline gelirlerse Türkiye de sorunu çözmek zorunda kalacaktır. Ama Türk devletinin ve AKP iktidarının çözüm politikası olmadığı için Kürtlerin bu gelişmesini, bu güçlenmesini kendisi için tehdit görüyor. Tehdit görmesinin nedeni, Kürt sorununda çözümsüz olmasıdır.

Bu yönüyle bu kadar saldırıyı geliştirmesinin, arttırmasının nedeni olarak, Kürtlerin askeri ve siyasi güç haline gelmesi ve bunun yeni kurulacak dengelerde Kürtlerin yer alması sonucunu ortaya çıkarması karşısında duyulan korkuyu görmek gerekir. Kürtlerle demokratik bir uzlaşı temelinde Kürt sorununu çözme politikası olmadığından, Kürtlerin her türlü güçlenmesi Türkiye için tehdit olarak algılanmaktadır. Tehdit olarak algılandığı zaman da bu tehdidi ortadan kaldırmak için bugünkü görüldüğü üzere her yerde Kürt halkının askeri ve siyasi gücünün etkisini kırmak, gücü yetiyorsa tasfiye etmek için saldırması durumu ortaya çıkmaktadır. Bu saldırı kararı 2014 30 Ekim Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınmıştı ve bugüne kadar sürdürülmektedir.

Belediyeler gasp edilmeye ve kayyum atanmaya başlandı. Görüldüğü kadarıyla büyük bir toplumsal tepki de oluşmadı. Bu durum, bazı gözlemciler tarafından iki nedene bağlanıyor. Birincisi; Kuzey Kürdistan’daki serhildanın dinamosu da olan en zinde ve kadim Kürt kentlerinin şehir savaşında yakılıp yıkılması durumu. İkincisi; Hareketinizin “atanacak kayyumları yaşatmayacağız“ ön açıklamasının yarattığı beklenti. Sizce tam olarak olan nedir?

Toplumsal ve siyasal olaylara düz bir yaklaşım göstermek yanlıştır. Tarih nasıl ki düz çizgisel yürümüyorsa, siyasal ve toplumsal olaylar da düz çizgisel yürümez. Helezonik biçimde yükselerek devam eder. Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin gelişim tarihi de böyledir. Kırk yıldır sürekli bir mücadele vardır. Mücadelenin bazı dönemlerinde Türk devletinin saldırıları, baskıları mücadelenin ivmesinde bir düşüş yaratmış olabilir, ama sonradan mücadele tekrardan yeni koşullara ve karşıt gücün durumuna göre kendini yeniden örgütleyerek daha etkili mücadele eder hale gelir ve gelmiştir. Türk devleti kırk yıldır çeşitli zamanlarda zayıflattık, şöyle gerilettik demiş, ama Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Kürt Özgürlük Hareketi'nin yürüttüğü mücadele öncekinden daha fazla yükselerek, etkili hale gelerek gelişmiş, büyümesini sürdürmüştür. Onlarca yıllık mücadelemizin ortaya çıkardığı gerçeklik bunun kanıtıdır.

Kuşkusuz geçen bir yıl içinde çok şiddetli çatışmalar oldu; tarihi büyük direnişler oldu. Halkın özyönetim direnişleri Türk devletini sarstı. Özyönetim direnişleri özyönetim direniş alanları dışındaki toplumsal dinamiklerle birleşebilseydi durum daha farklı olacaktı. Özyönetim direnişleri alanındaki direnişçiler de, halk da büyük oranda görevlerini yerine getirdi. Eksiklikleri, yetersizlikleri olmuştur, ama özyönetim direniş alanları dışarıdaki toplumsal kesimlerin mücadelesiyle birleşseydi direniş alanlarındaki eksiklikler süreç içinde kendini düzeltir ve önemli sonuçlar alınırdı. Zaten özyönetim direnişleriyle özyönetim alanlarındaki toplumsal dinamikler bütünleşseydi, harekete geçseydi Türk devletinin tankıyla, topuyla o düzeyde öyle saldırması, o düzeyde kuşatma yaparak şehirleri yakıp yıkması söz konusu olamazdı. Değerlendirmeler yapılırken yanlış bir anlayış var; şöyle şehirler yıkıldı, şurada şu kadar kayıp oldu deniyor. Ortaya çıkan sonuçlar ele alınıyor. Bu, yüzeysel bir yaklaşımdır. Esas olarak bu direnişler eğer istenilen sonuçlara ulaşmadıysa neden ulaşmadı, onların üzerinde durmak gerekir. Kürdistan'ın bütün şehirleri, metropoller bu direnişle bütünleşseydi sonuç ne olurdu, nasıl bir sonuç ortaya çıkardı, değerlendirmelerin bu çerçevede yapılması gerekir. Diğerleri, herhangi bir insanın ortaya çıkan sonuçlar üzerinden yapacağı yüzeysel değerlendirmeler olarak kalır. Bir halkın mücadelesi, bir devrimin mücadelesi bu yaklaşımla ele alınamaz, değerlendirilemez.

Özyönetim direnişleri tarihi ve önemli direnişlerdir. Türk devletinin, AKP iktidarının soykırımcı saldırılarına karşı gerillanın da, halkın da direnme iradesini ortaya koymasıdır. Bu direnme iradesini ortaya koyması çok tarihi sonuçlar da ortaya çıkarabilirdi. Ama yanılgılar, uzun süre demokratik siyasal alanda seçimlerin olması, 7 Haziran seçimlerinin başarılı olması, toplumda, çeşitli kesimlerde böyle sonuç alınabilir beklentisi ortaya çıkardı. 7 Haziran sonrası ortaya çıkan yeni durum görülemedi. Son bir iki yıldaki durum sürecekmiş gibi yaklaşıldı. Kuşkusuz böyle sonuç alınsaydı çok güzel olurdu, bizim de isteğimiz oydu; ama AKP iktidarının, devletin yaklaşımı o değildi. AKP iktidarının Özgürlük Hareketi ve demokrasi güçlerine saldırısı karşısında Hareket ve halk olarak direnmek zorundaydık. Ya direnilecekti ya da bu irade gösterilemeyerek düşmanın saldırılarına seyirci kalıp tasfiye olmanın önü açılacaktı. Başka bir seçenek yoktu. Başka bir seçenek olacağını düşünenler yanılıyorlar. AKP iktidarının söylemi de, politikası da, uygulamaları da ortadadır. Yaşanan kayıplar üzerinden değerlendirme yerine, demokrasi güçlerinin, tüm dostların, herkesin neden bu özyönetim direnişlerine gereken desteği vermediği ve neden bu direnişlerle bütünleşilmediği sorularına cevap vermesi önemlidir. Kuşkusuz kayıplar hepimiz açısından acı vericidir ve zorlayıcı olmuştur. Ancak her kesimin bu direniş sürecinde kendi yetersizliklerini, kendi yanılgılarını, kendi duygu ve düşüncelerinin toplumda yarattığı tereddütlerin ortaya çıkardığı olumsuzlukları değerlendirmeleri gerekir. Özellikle demokrasi güçlerinin yanılgıları ve bunun toplumda yarattığı tereddütler özyönetim alanları dışındaki halkın direnişinin geriye çekilmesinde büyük etkisi olmuştur.  Bunun da direnişin kaderinde çok önemli rol oynadığı tartışmasız bir gerçektir.

Kuşkusuz özyönetim direnişlerinin olduğu alanlar özgürlük mücadelesinin, halk serhildanlarının tarih boyu en fazla geliştiği yerlerdir. Botan, gerilla savaşının geliştiği ve halkın özgürlük mücadelesine en fazla destek verdiği alandır. Bu alanlarda düşmanın saldırıları sonucunda yıkımlar ortaya çıkmıştır. Bunun yarattığı sonuçlar vardır. Halk hala evlerine gidemiyor; şehirler, mahalleler yasaklanmış. Barınma imkanı elinden alınmış. Köyüne, şehrine girmesi engelleniyor. Olağanüstü Hal yasası da gerekçe yapılarak halkın en ufacık bir girişimi devletin ağır saldırganlığıyla karşı karşıya kalıyor. Bu yönüyle direniş alanında hala devletin saldırısı devam ediyor. Bu da bir gerçekliktir. Bütün soykırımcı sömürgeci güçler halkın direnişine saldırmışlardır, saldırmaya da devam ediyorlar. Zaten 2014 Sonbaharında şunu söylemişlerdir; sokaklarda ve mahallelerde kamu düzenini sağlayacağız, asayişi sağlayacağız. Bu ne anlama geliyordu? Kürtler örgütlendi, devletin sokaklarda, mahallelerde etkisi kalmadı, biz buralara gireceğiz, ezeceğiz, kamu güvenliğini, asayişi sağlayacağız! Zaten saldırıların nerelere varacağını, nasıl yürütüleceğini bu söylemler ortaya koyuyordu. Bu saldırı bugün de sürmektedir. Bu bir mücadeledir. Bu mücadele ve direniş süremeye devam edecektir. AKP iktidarının Kürt halkının iradesini kırma, Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme politikaları sonuçsuz kalacaktır.

Zaten belediyelere saldırması da, kamu düzenini, asayişi sağlayacağız demesinin parçasıdır. Yani Kürt’ün örgütlü iradesi olmayacak. Kürt geçmiş mücadelelerle örgütlendi, siyasi mevziler kazandı, güçlendi, şimdi bu tasfiye edilmek isteniyor. Kürt sorununda çözüm politikası olmayanların varacağı sonuç budur. Kürt sorununda çözüm politikası olmadığı müddetçe Türk devletinden başka bir uygulama ve politika beklenemez. Türk devletinin uygulamalarının, politikalarının tek izahı vardır; o da Kürt sorunundaki çözümsüz politikalarıdır, Kürt sorunundaki zihniyetidir. Kürt sorununda çözüm politikası olmadığı müddetçe de bu baskılar devam edecektir, ediyor. Bunun karşısında da Kürtlere direnmekten başka bir yol kalmamaktadır.

Belediyelere kayyum atanmasına karşı tepkilerin yetersiz olduğu açıktır. Toplum ve demokratik siyaset içinde zaman içinde ortaya çıkmış yanılgıların bunda payı önemlidir. Geçmiş dönemde AKP kendi iktidarını pekiştirmek için oyalama yapmayı esas aldı. Çatışmasızlık süreci oldu. Hareketimiz de bu süreci devleti ve toplumu çözüme hazırlamak için değerlendirmek istedi. İşte bu süreçte sanki Kürt sorunu demokratik siyasal yollardan çözülecekmiş, artık savaş olmayacak, şiddet olmayacak, devlet baskı yapmayacakmış gibi bir yaklaşım ve algı ortaya çıktı. Kuşkusuz Önder Apo ve Hareketimiz demokratik çözüm için çaba gösterdi, toplumu ve devleti hazırlamaya çalıştı. Ama olmadı. Şimdi bazı tepkiler ve yetersizlikler varsa, geçmiş dönemde ortaya çıkan sorunların mücadelesiz, çatışmasız, görüşmelerle çözüleceği gibi bir algının, bir yanılgının ve ortaya çıkardığı toplumsal ruh halinin sonucudur. Bu yanılgıların giderilmesi, mücadelesiz hiçbir sonucun alınmayacağının netleşmesi gerekiyor. Toplum bu konuda giderek netleşiyor. AKP iktidarı ve devlet politikaları konusundaki yanılgılar giderek aşılıyor. Bunlar aşıldıkça Türk devletinin politikalarına karşı yetersiz olduğunu söylediğiniz bu toplumsal tepkiler daha da gelişecektir. Türk devleti hiçbir biçimde Kürt halkının iradesini de kıramaz, toplumsal tepkilerini de önleyemez. Şiddet, baskı, zor her zaman belli bir zaman diliminde böyle sonuçlar ortaya çıkarabilir. Özel savaştır, şiddetle ezme politikalarıdır, bunlar kısa sürede sonuç almayla ilgilidir. Sonuç almak için yapılan saldırılardır. Ama bu tür saldırılar kısa sürede sonuç almadığı takdirde tersine döner. Her zaman böyle olmuştur. Ya ezecektir, sonuç alacaktır, ya da tersine dönecektir. Kürt Özgürlük Hareketi ayaktadır, mücadele eden fedaice bir örgüt vardır. Böyle bir örgütün ayakta olduğu, mücadele ettiği bir dönemde toplumun iradesini kırmak mümkün değildir. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi'nin iradesini kırsalardı, direnemeyecek duruma getirselerdi, o zaman toplum üzerinde sonuç alma ihtimali olabilirdi. Ama şimdi böyle bir ihtimal yoktur.

Ağır saldırılar sonucu Cizre, Nusaybin, Şırnak, Silopi gibi şehirlerin, serhildan alanlarının şu anda ağır sorunlarla karşılaşma durumu vardır. Bunun kısmi etkisi vardır, ama diğer toplumsal kesimlerdeki yetersizliği bununla açıklamak doğru olmaz. Esas olarak mücadele tarzı ve anlayışında ortaya çıkan yanılgıların bu sonucu yarattığını söylemek gerekir. Diğer taraftan son dönemdeki büyük ve şiddetli çatışma ortamında belli düzeyde örgütlenme sorunlarının yaşanması da belirtilen durumlarda etkisi olmaktadır. Öte yandan çok yoğun tutuklamalarla toplumsal örgütlenmelerin zayıflatılmasının da bu durumdaki kısmi payını görmek gerekir. Bu kadar şiddetli çatışma ortamında bazen savaşın bir yönü öne çıkar. Şimdi mücadelenin şiddet ve savaş yönü öne çıkmıştır. Türk devletinin savaşı şiddet alanında bu kadar yükseltmesi, toplum üzerinde bu kadar sert saldırı sürdürmesi toplumdaki serhildan dinamiklerinin yeterli ve zamanında harekete geçmesini engellemiş olabilir biçiminde bir değerlendirme yapılabilir. Ama bunlar geçici durumlardır. Özel savaşın ve kirli savaşın şiddetle yürütüldüğü dönemlerde mücadelenin bir yönünün biraz daha öne çıkması durumu söz konusu olur. Ama bu toplumsal hareketliliğin gelişmediği, gelişmeyeceği gibi bir yanılgı içine girilmemelidir. Toplumda örgütlü harekete geçmede zayıflıklar görülse de, duyarlılığın olmadığı gibi bir yanılgı yaşanmamalıdır. Türk devletinin uygulamalarına karşı büyük bir tepki birikmekte ve gelişmektedir. Zaten mücadeleleri yaratan da, ortaya çıkaran da bu gerçekliktir.

Tabii ki Hareketimizin açıklamaları olmuştur, kayyumların hedef olacağını söylenmiştir. Zaten şu anda kayyumlar çalışmamaktadır, ortada kayyum diye bir şey yoktur. Kayyumlar zırhlı araçlarla, yüzlerce polisle işlerine gitmektedir; çoğu zaman da gidememektedir. Belediye eşbaşkanları ve meclis üyeleri zorla görevden uzaklaştırılmıştır, ama ortada kayyumlar ne kadar vardır, ne kadar çalışıyor, bunlar kuşkuludur. Halkın temsilcileri böyle mi gezer? Görevden alınan belediye eşbaşkanları bu kayyumlar gibi zırhlı araçlarla, yüzlerce polisle birlikte mi dolaşıyorlardı? Şimdi bu bir başarı mıdır? Bu zaten bir yönüyle onlar için ölümdür, var olmamadır, çalışamama halidir. Sorun sadece fiziki olarak ölmüş, ölmemiş değildir. Zaten fiziki ölümden korktukları için çalışamaz haldedirler. Durumları budur. Bir yerde kayyumların durumu buysa, burada bu kayyumların bir etkisinden, toplum karşısında devletin gücünden ve varlığından söz edilebilir mi? Devlet varlığını bir işgalci güç olarak asker ve polisiyle sürdürmektedir. Dolayısıyla bu tür konulara daha karmaşık yaklaşmak lazım. Kayyumlar etkisizleştirilecekti, ama bu olmadı; halk bunu bekliyor. Evet, halkın bu beklentileri vardır; halkın bu konuda beklentileri de güçlüdür. Bu aslında devlete karşı bir tutumu ifade ediyor. AKP iktidarının politikasına karşı herhangi bir onay yoktur. Aksine tüm toplum örgüt tarafından kayyumların tasfiye edilmesini bekliyor.

Şu anda kayyumlar önemli oranda etkisizleşmişlerdir. Zaten kayyumlar yerine çalışan, kayyumların görevini yapan, kayyumların görevlendirdiği kişilere yönelik eylemler olmuştur. Bu bir mücadeledir. Kayyumlar atandı, hemen ertesi gün hepsi tasfiye olacak, yok olacak gibi bir beklenti yanlıştır. Onlar zırhlı araçlar içinde kaleler içinde korunuyorlar. Fırsatı bulunduğu zaman eylemler de olur. Ama esas olan onların bu noktaya getirilmesidir. Eğer kayyumlar gezemez, ortaya çıkamaz, çalışamaz hale getirilmişse, bu aslında Hareketimizin yaptığı açıklamaların bir yönüyle sonuç aldığını gösterir. Hareketimizin açıklamasının, tutumunun etkisiz kaldığı, hiçbir sonuç almadığı gibi bir değerlendirme de doğru olmaz. Ama halkın beklentileri çok yüksektir. Halkın kayyumlara karşı mücadeleyi sadece onları etkisizleştirmek, saf dışı etmek olarak görmesi doğru bir yaklaşım değildir. Esas olan, halkın belediyelerine sahiplenmesi ve kayyumları çalışamaz hale getirmesidir. Doğru olan budur, doğru anlayış budur.

Ne yazık ki Kürdistan'da zaman zaman her şeyi gerilladan bekleyen yaklaşımlar var. Bunlar doğru şeyler değildir. Her şeyi gerilla yapsın deniyor. Evet, gerillanın rolü vardır, gerilla rolünü oynuyor, ama gerillanın rolüyle halkın rolünün bütünleşmesi lazım. Özgürlük mücadeleleri böyle sonuç alır. Özgürlük mücadelelerinde tek boyutlu eylemlerle, tek boyutlu mücadelelerle sonuç alınamaz. Biz hiçbir zaman sadece gerillayla sonuç alacağımızı söylemedik. Gerilla da mücadelesini yürütecek, halk da yürütecek, demokrasi güçleri de yürütecek, kadın da yürütecek, gençlik de yürütecek, demokratik siyasal alan da mücadele edecek, bütün mücadele alanlarının mücadelesi birleşerek sonuçta Türkiye'nin demokratikleşmesi, Kürt halkının özgürleşmesi gerçekleştirilecektir.

Devlet aslında sizin de varlığını teyit ettiğiniz “Çöktürme planı“nı iç çatışmasına, iktidar hesaplaşmasına rağmen kademe kademe hayata geçiriyor. Şehirlerin yerle bir edilmesinden sonra belediyeler el konuluyor, kamudaki yurtsever demokratlar tasfiye ediliyor, bütün medya susturulmaya çalışılıyor, HDP grubuna yöneliyor. İmha operasyonları devam ederken, savaşın diğer parçalarda sürdürülmesinin de artık direkt yürütülmesi söz konusu. Bütün bunlara karşı Kürt Özgürlük Hareketi bütün bileşenleriyle hazırlıklı mıydı, ne yapıyor?

Devletin bir savaş içinde olduğu ortada. 30 Ekim 2014’te Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu savaş kararı alındı. Biz bunu tespit ettik. Biz örgüt olarak böyle bir savaş kararının olduğunu, böyle bir saldırının olduğunu önceden öngördük. Buna yönelik hazırlıklarımızı yaptık. Kuşkusuz Dolmabahçe Mutabakatı’yla, 7 Haziran seçimleriyle bu saldırı planını önlemeye çalıştık. Ama bu zayıf bir ihtimaldi. Güçlü ihtimal, Türk devletinin bu saldırı kararını pratikleştireceğiydi. Bunu Önder Apo da öngördü, biz de öngördük. Bu konuda herhangi bir yanılgı, öngörüsüzlük olmadı. Eğer bu konuda bir yanılgı ya da öngörüsüzlük olsaydı zaten şu anda Türk devleti başarıya ulaşırdı. Ancak biz bu öngörümüzü, Türk devletinin savaş geliştireceği konusundaki değerlendirmelerimizi tüm topluma, demokratik siyasi alana, demokrasi güçlerine tam anlatabildik mi dersek, bu konuda yetersizliklerimiz oldu. Onların yanılgılarını, yanlış anlayışlarını gideremedik. Onlar, geçmiş dönemde çatışmasızlık ortamında yürüyen siyasal mücadeleyi sanki artık savaş olmayacakmış, sorunlar demokratik siyasal yollardan çözülecekmiş gibi bir yanılgı haline getirdiler.

Kuşkusuz herkes sorunların yumuşak ortamda demokratik yollardan çözülmesini isterdi; ama Türk devleti zihniyet değiştirmemiştir, Kürt sorununda bir politika ortaya koymamıştır. Hala klasik devlet politikası, yani Kürt’ü Türk uluslaşması içinde eritme, Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme politikası bırakılmamıştır. Bu konuda ısrar edilmektedir. Dolayısıyla çözüm politikası olmayanlar saldırır, ezmek ister, çöktürmek ister. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Kürtler ne zaman ki örgütlenmişlerse, biraz irade olmuşlarda, biraz mücadele etmek istemişlerse hemen saldırıya geçilip ezilmek istenmiştir, ezilmiştir. Ancak ilk defa PKK öncülüğünde Kürt Özgürlük Hareketi ezilememiştir, çöktürülememiştir, tasfiye edilememiştir. PKK bütün bu saldırıları mücadelesiyle, politikasıyla boşa çıkarmıştır. Ancak Türk devletinin çözüm politikası olmadığı için çöktürme politikasını devam ettiriyor, daha da devam ettirecek.

Biz bunları öngördük. Bu çerçevede 7 Haziran sonunda demokratik siyasal alanın, demokrasi güçlerinin, konformist yaşam içinde olan orta sınıfın yanılgı içinde olduğunu söyledik. Türk devletinin ve AKP'nin politikalarını görmemişler, bu yönüyle de çatışmasızlık dönemindeki ya da 7 Haziran’dan önceki dönemde oluşan siyasal ortamın süreceğini sanmışlardır. Bu savaş ve saldırı politikasını göremedikleri için, Özgürlük Hareketimizin, halkımızın direnişini anlamadıkları gibi, yetersiz katılmışlardır. Hatta doğru anlayamadıkları, doğru algılayamadıkları için söylemleriyle, politikalarıyla direnişi zayıflatan bir pozisyonda olmuşlardır. Hatta bazı söylemler AKP'nin saldırı politikasına hizmet etmiştir. Bu açıdan Kürt Özgürlük Hareketi'nin tüm bileşenleriyle bu mücadeleye yeterince hazırlıklı mıydı sorusuna gerçekten olumlu cevap veremiyoruz. Hareketimizin kendi yaklaşımını, kendi hazırlığını, kendi tutumunu bütün bileşenlerine iyi anlatamadığı ortaya çıkmıştır. Hiç anlatamamışız gibi bir durum yoktur. İlişkiler de olmuştur, açık tutumlar da ortaya konulmuştur, değerlendirmeler de yapılmıştır. Bu yönüyle Hareketimizin kapsamlı değerlendirmeleri olmuştur. Ancak mücadelenin kapsamı, ciddiyeti ve şiddeti düzeyinde durumun kavratılamadığı açığa çıkmıştır.

Bugün de hala çeşitli kesimlerde kafa karışıklıkları devam etmektedir. AKP'nin politikası ortadayken, tümden tasfiye harekatı yürütüyorken hala beklentide olan kesimler vardır. Biz deklarasyon yayınladık, bir çözüm politikası varsa hazır olduğumuzu söyledik. Önder Apo da “gerekirse altı ayda çözülür” dedi. Hatta biz zihniyet doğru olursa altı ayda değil, bir ayda bile çözüleceğini düşünüyoruz. Ama ortada AKP iktidarının bir çözüm politikası olmadığı için bu saldırılarını sürdürmektedir. Koşullarını oluşturduğunda HDP grubuna da yönelecektir, saldırılarını daha da arttıracaktır. Şiddetli bir savaşa girmiştir. Bu açıdan önümüzdeki dönem çok şiddetli bir mücadele biçiminde geçecektir. Çünkü onun çöktürme planına karşı direniş de çok boyutlu sürecektir. Direnişin şu boyutunda kimi eksiklikler olur, bu boyutunda kimi eksiklikler olur. Bunlar mücadelenin doğasında her zaman olan şeylerdir. Ama mücadelenin her koşulda kararlıca süreceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çöktürme planını ne Kürt toplumu kabul etmiştir, ne demokrasi güçleri kabul etmiştir, ne de Özgürlük Hareketi kabul etmiştir. O kendi askeri güçleriyle, polis güçleriyle bazı adımlar atabilir. Çünkü hala Kürdistan'da askeri işgali sürmektedir. Militarist güçleri tasfiye edilmiş değildir. Bu nedenle askeri güçleriyle, militarist güçleriyle bazı şeyler yapabilir. Askeri güçleriyle, polis güçleriyle bir şeyler yapmak demek o çöktürme planının nihai amacına ulaşacağı anlamına gelmez. Belediyelere de el koyabilir. Zaten siyasi soykırım operasyonları devam ediyor. Bir zamanlar KCK operasyonlarıyla binlercesi tutuklanmıştır, şimdi de tutuklamayı daha yoğun sürdürüyor. AKP iktidarı bununla Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezeceğini, halkın iradesini kıracağını düşünüyor.

Diğer yandan bütün bileşenlerle hazırlıkta olup olmadığımız, sürece nereden ve nasıl bakıldığına bağlıdır. Şunu söyleyebiliriz; Kürt demokrasi güçleri, demokratik siyasal alan, çeşitli toplumsal güçlerin sert mücadeleye hazırlıklı olmadığı anlaşılmıştır. Geçmiş dönemin yumuşak zeminleri, birkaç seçimin ortaya çıkardığı ruh hali, çatışmasızlık dönemleri, o dönemin yarattığı alışkanlıklar, rehavet olumsuzluklar ortaya çıkardı. Ama bunlar aşılacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi de direniyor, mücadele ediyor, edecek. Bu konuda mücadelesinde herhangi bir gerileme olmayacaktır. Ortadoğu genelinde Özgürlük Hareketi'nin bir etkisi, bir gücü vardır. Bu gücü kullanacaktır. Bu bir savaştır. Türk devletinin askeri gücü de, polis gücü de sonuç almadığında anlamsız hale gelecektir. Nitekim önümüzdeki dönemde Türk devletinin bu çöktürme planlarının hepsinin de boşa çıkacağı, bir sonuç almayacağı, hatta ters tepeceği bütün bu faşist, soykırımcı Kürt düşmanı politikaların hem Kürdistan'da, hem Türkiye'de demokrasi güçlerinin mücadelesiyle boşa çıkarılacağı ve hatta AKP iktidarının çözülerek Türkiye'deki demokratikleşmenin önünün açılacağı görülecektir.

Bu atmosferde Türkiye’nin devrimci güçleriyle ortak bir Hareket oluşturuldu, kimi askeri eylemler de oldu, ancak toplumsallaşma, toplumu harekete geçirme konusunda çok etkili olmadığı görüldü. Mevcut Türkiye toplumunun devlet/iktidar ile ilişkisi bağlamında bunun nasıl aşılabileceğini düşünüyorsunuz?

Siyasal konularda belirleyici olan küçüklük ya da büyüklük değildir. Mevcut siyasal ortama, objektif duruma uygun doğru politika yürütülüyor mu, doğru ittifaklar kuruluyor mu, doğru araçlar kullanılıyor mu, bu çok önemlidir. Bu olduğu takdirde hemen olmasa da zaman içinde sonuçlar alınır. Bu açıdan bu hareketler fazla güçlü değildir ya da bu ittifak istenen sonucu vermedi gibi yaklaşımlar yüzeysel yaklaşımlardır. Toplumsal mücadeleler hemen birden etkili sonuç vermeyebilir. Bazı zamanlarda olur kısa sürede sonuç verir; ama önemli olan doğru politika üretmektedir. Bu açıdan Türkiye ve Kürdistan gerçeği dikkate alındığında, Türkiye ve Kürdistan tarihi diyalektiği Türkiye'nin demokratikleşmesinin, Kürt sorununun çözümünün, Kürt halkının özgürlüğünün birbirine bağlı olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle ne sadece Türkiye'deki demokrasi mücadelesiyle, demokratik güçlerin mücadelesiyle Türkiye demokratikleşir, ne de sadece Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle Kürdistan'ı özgürleştirmek mümkündür. Kuşkusuz imkansız değildir, ama tarihi koşullar, tarihi ilişkiler, Ortadoğu'nun koşulları dikkate alındığında Türkiye'nin demokratikleşmesinin ve Kürt sorununun çözümünün Türkiye'deki demokrasi güçleriyle, Kürdistan'daki demokrasi güçlerinin -kuşkusuz bunun içinde tüm devrimci güçler de dahildir- ortak mücadelesiyle sonuç alınabilir. Bunu tarih içinde oluşmuş diyalektiğin ortaya çıkardığı bir gereklilik olarak görmek gerekmektedir.

Kuşkusuz Türkiye'de demokrasi mücadelesini yürütmek kolay değildir; Özgürlük Mücadelesi yürütmek kolay değildir. Sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu'da da kolay değildir. Ortadoğu'da demokrasi mücadelesinin, halkların mücadelesinin ne kadar zorluklar içinde geçtiği ortadadır. Ortadoğu'daki bütün devletlerin, gerici iktidarların, sömürgeci güçlerin, soykırımcı güçlerin kendilerini ayakta tutmak için nasıl direndikleri gözler önündedir. Bu yönüyle Türkiye'de de demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi zorluklarla sürmektedir.

Ortadoğu dünya dengelerinin kurulduğu bir coğrafyadır. Türkiye bir NATO ülkesidir. Öte yandan bugün eski dengeler yıkıldı. Ortadoğu'da Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlayacağımız savaş sürmektedir. Bu yönüyle Türkiye toplumunun hem tarihi karakteri, hem de Türk devletinin despotik karakteri nedeniyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinde sıkıntılar yaşanmaktadır. Özellikle 12 Eylül’de Türkiye'deki demokrasi güçlerinin, sol güçlerin ezilmesi, buna karşı sol güçlerin, demokrasi güçlerinin doğru politika üretememeleri ve doğru ittifaklar, doğru mücadele araçlarını ortaya koymamaları Türkiye'nin demokrasi mücadelesinde sorunlar ortaya çıkarmıştır. Toplum üzerinde bir özel savaş egemenliği ortaya çıkmıştır. Toplum üzerinde devletçi, sömürücü, baskıcı siyasal partilerin, mevcut siyasal parti oligarşilerinin etkisi devam etmektedir.

Bu açıdan sorunlar vardır; ama bunlar aşılacak sorunlardır. Çünkü gelinen aşamada artık ne AKP, ne CHP, ne de MHP Türkiye'nin sorunlarına cevap verebilecek durumdadır. Türkiye'nin sorunları AKP'nin politikalarıyla çözülemez. MHP ve CHP’nin politikalarıyla çözülemez. Bir çözümsüzlük vardır. Bu açıdan Türkiye'de alternatif devrimci demokratik bir program ve mücadele sonuçlarını ortaya çıkarır. Doğru bir politika, program, ittifak ve eylem çizgisi kesinlikle kısa sürede Türkiye'de sonuç alır.

Bu konuda devrimci güçlerin, demokrasi güçlerinin kendisini sorgulaması gerekmektedir. Bugün Türkiye'de Yenikapı ruhu denilerek tüm gerici güçleri, demokrasi karşıtı güçleri birleştirme durumu söz konusudur. Halbuki egemenlerden önce ezilen güçlerin, demokrasi güçlerinin ittifak yapması, ortak tutum ve ortak mücadele içinde olması gerekiyor. Bu olmayınca mevcut egemen güçlerin toplum üzerindeki etkisi sürüyor. Bu da demokrasi güçlerinin ve devrimci güçlerin mücadelesini daraltan bir durum ortaya çıkarıyor.

Bu durum devrimci ittifak güçlerinin kurdukları harekette ısrar etmelerini, hem askeri eylemlerde, hem demokratik eylemlerde bir ortaklaşmayı sağlamalarını gerektiriyor. AKP faşist iktidarının tüm toplumu ezme, susturma politikasına karşı ısrarla, inatla direnmek, geri adım atmamak gerekiyor. Böyle ortamlarda küçük dokunuşlar her zaman büyük sonuçlar ortaya çıkarır. Türkiye'deki siyasal durumun böyle olduğunu bilerek devrimci demokratik mücadelede ısrarlı olmak gerekmektedir. Israrlı olunur, mücadele ve ittifaklar hem illegal ve daha sert mücadele alanlarında, hem de yumuşak demokratik ve siyasal zemininde geliştirilirse, siyasal parti oligarşilerinin, toplum üzerindeki özel savaşının, psikolojik savaşının kırılıp toplumun mücadelesi içine çekileceğine ve Türkiye'de demokrasi mücadelesinin geliştirileceğine inanıyoruz. Çünkü böyle olması gerekiyor, koşullar bunu gerektiriyor. Bunu biz söylemiyoruz, tarih ve toplumsal koşullar bunu öngörüyor. Devrimci demokratik güçler irade gösterirse bunun gelişebileceğini ve sonuç alacağını gösteriyor. Bu açıdan ilişki ve ittifaklarda ısrarlı olmak, bugünkü dağınıklıktan; her örgütün, her demokrasi gücünün kendisinin bir şeyler yaptığı durumdan çıkıp güçleri birleştirmek ve ortak hareket ettirmek gerekir. Bu yapıldığında toplumsal mücadeleler daha hızlı biçimde gelişecektir.

Erdoğan yönetimindeki iktidar engelsiz bir şekilde hem OHAL’i uygulayıp uzatıyor, KHK’lerle istediğini yapıyor hem de ‘Türk’ ağırlıklı Türkiye toplumunun rızasını alıyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz ve bunun Türkiye ile öngördüğünüz gelecek arayışınıza etkisi nedir?

Erdoğan şefliğindeki AKP iktidarının 15 Temmuz’u bir fırsata çevirdiği açıktır. Gerçekten de Erdoğan ve ekibi özel savaşı, psikolojik savaşı uygulamada belli bir yetenek gösteriyorlar. Taktik olarak adımlar atmada belirli bir başarı ortaya koydukları kesin. 15 Temmuz darbesini ortaya çıkaran en temel etken Erdoğan şefliğindeki AKP iktidarı olduğu halde, bunun hesabını vermek bir yana, neredeyse kendisi yanında olmayan herkesi Fethullahçı, darbeci diye suçlayıp kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Bu konuda belirli bir başarı sağladığı açıktır. Halbuki Fethullahçıların bu düzeyde güçlenmesine, etkili olmasına neden olan kendisidir. Ne istediniz de vermedik demesi her şeyi açıkça ortaya koymaktadır.

Öte yandan sadece Fethullaçılar değil, ordu içindeki AKP politikalarından rahatsız olan önemli bir kesim de bu darbenin içindedir. Türkiye'nin iç ve dış politikalarından rahatsız olan bir kesimle Fethulahçıların işbirliği yaptığı görülüyor. Peki, yanlış iç ve dış politikalarıyla bu darbeye zemin sunan da AKP iktidarı değil midir? Nitekim kendileri bu gerçeği görmüşler, içeride ve dışarıda kendilerine darbe olacak bir zemin bulunduğunu görerek dostları çoğaltma, düşmanları azaltma politikasına yönelmişlerdir. Bu bile bir itiraftır. İçeride ve dışarıda herkesi düşman yaparak Türkiye'ye ne kadar zarar verdikleri ortadadır. Bu politika bu sonuçları ortaya çıkarmıştır, darbeye zemin hazırlamıştır. Ama bu darbeden en fazla sorumlu olan, yargılanması gereken Erdoğan ve AKP iktidarı zeytinyağı gibi yüzeye çıkarak darbe girişimini herkesi susturma aracına dönüştürmüşlerdir. Öyle ki, darbe girişimi Erdoğan’ın bütün toplumu ezmesi, susturması konusunda bir provokasyon haline gelmiştir. Herhalde Erdoğan şimdi şunu söylüyordur; böyle bir darbe olmasaydı bile böyle bir darbeyi yaptırmak, ortaya çıkartmak, gerekirdi.

Evet, Erdoğan darbeyi böyle kullanmıştır, ama bu konuda en temel sorumlu CHP’dir. CHP Erdoğan’ın bu politikalarını meşrulaştırmıştır. OHAL’i de meşrulaştıran CHP’dir, Kanun Hükmünde Kararları da meşrulaştıran CHP’dir, çok geniş tutuklamalara meşruiyet kazandıran da CHP’dir. CHP tutum ve uygulamalarıyla Erdoğan şefliğindeki faşist AKP iktidarının uygulamalarına meşruiyet kazandırmıştır; normalleştirmiştir. Hiç kimse Erdoğan’ın ve AKP iktidarının bu düzeyde tutuklama yapmasına, bütün muhaliflerini ezmesi politikasına CHP kadar meşruiyet kazandıramazdı. CHP Erdoğan’a yedeklenince Erdoğan 14 yıllık iktidarında bulamadığı fırsatı bulmuştur. Bu yönüyle şu andaki bütün baskıcı politikalardan, bütün tutuklamalardan, Erdoğan’ın önüne gelen herkesi ezme politikasından birinci dereceden CHP sorumludur. CHP’nin vatan millet adına, milli birlik adına Erdoğan’a destek sunması sorumludur. CHP’nin karakteri böyledir. CHP demokratik bir karaktere sahip değildir. Milliyetçi damarıyla, yine Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamına karşı olan damarıyla Erdoğan’a yedeklenmiştir.

MHP’nin Erdoğan’ı desteklemesinin tartışılacak ve eleştirilecek bir yanı yoktur. Erdoğan MHP’nin politikasını izliyor, MHP tabii ki destekleyecektir. Bu konuda farklı olmasını beklemek yanlıştır. Dolayısıyla MHP’li taban da şu anda Erdoğan’ın politikasına destek vermektedir. Bu çerçevede AKP'nin politikaları Türkiye toplumundan bir destek alıyor. Şovenizmi kışkırtılmış, mezhepçiliği kışkırtılmış kesim AKP'nin politikalarını destekliyor. Türk-İslam sentezi denen geçmişte MHP’nin başbuğu Türkeş’in söylediği, dillendirdiği, Devlet Bahçeli’nin de savunduğu zihniyet ve politikayı şimdi Erdoğan pratikleştiriyor. Bu, bu kadar nettir. Artık AKP mi MHP’lileşmiştir, MHP mi AKP’ye katılmıştır, bunun çok tartışılması da anlamlı değildir. Artık birbirini tamamlayan otoriter, hegemonik bir zihniyetle Türkiye'de hem demokrasi güçlerini, hem de Kürt halkının Özgürlük Hareketi'ni ezmek isteyen böyle bir ittifak var. Buna 7 Ağustos’ta yapılan Yenikapı mitingiyle CHP’yi de katmışlardır.

Kuşkusuz CHP içinde farklı eğilimler var. CHP’nin tabanının tümü Erdoğan’ın, MHP’nin politikasına ortak olmak istemiyor. Çünkü birçok bakımdan farklılıklar da bulunmaktadır. Geçmişte CHP tabanı ile MHP tabanı kanlı bıçaklıydı. Yakın zamana kadar CHP ile Erdoğan’ın AKP’si arasında bir kavga vardı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’a “diktatör bozuntusu” bile diyordu. Bu yönüyle CHP’lilerin tümünün AKP'nin politikasını ya da MHP’nin politikasını desteklemesi beklenemez. Bir çelişki var, Ama Kılıçdaroğlu ve çevresindeki ekibi CHP’yi AKP iktidarına yedeklemiştir. Zaten Erdoğan başkanlık sistemi diyor. Bu aslında giderek iki buçuk partiye dönüşecek. Herhalde buçuğu da MHP yapacaklardır. Giderek CHP de böyle iki buçuk partili bir modele yatmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın ve AKP'nin politikalarına yedeklenmesinin bir boyutu da budur. 

Kuşkusuz demokrasi güçleri de güçlü olmayınca Türkiye toplumu şovenist, milliyetçi, Kürt düşmanı, demokrasi düşmanı iktidara destek veriyor. Türkiye'deki demokrasi güçleri ve sol güçler de zayıf olunca AKP iktidarının CHP üzerindeki baskısı ve etkisi daha da sonuç alıcı oluyor. Herhalde sol güçler, demokrasi güçleri örgütlü olsaydı, güçlü bir demokrasi ittifakı kursalardı en az Erdoğan kadar onlar da CHP’yi etkileyebilirlerdi. Bu yönüyle demokrasi güçlerinin, sol güçlerin CHP’yi etkileme gücü de ancak ortak hareket edip ortak mücadele etmesiyle sağlanabilir.

OHAL’in, KHK’ların şu anda destek bulması anlaşılır bir durumdur. Ancak Türkiye böyle diye bizim ideolojik bakışımız, siyasi zihniyetimiz, stratejik anlayışımız değişecek değildir. Biz doğru politikanın Türkiye açısından da, Kürtler açısından da Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt halkının demokratik özerkliğe kavuşmasında olduğunu düşünüyoruz. Bunun iki halkın da çıkarına olduğunu, Türkiye'nin de barış ve istikrara böyle kavuşacağını, eğer Türkiye'nin Ortadoğu'da bir etkisi olacaksa, böyle bir demokratikleşme etkisi olabileceğini, diğer biçimde Ortadoğu'da güç olma, etkili olma politikalarının er geç çökeceğini, hatta Türkiye için çok tersi sonuçlar doğuracağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizim Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde demokratik özerkliğe dayalı Kürt sorununu çözme politikamız sürmektedir. Ancak AKP iktidarının, Türk devletinin politikaları bizim bu yaklaşımımızı anlamsız kılmakta, bu politikamızın sonuç almayacağı biçiminde bir algı ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Eğer Türkiye'de halkların birliği temelinde bir çözüm politikası varsa o da bize aittir. Ancak halkların birliği temelindeki çözüm politikasına karşı olan bir devlet ve siyaset gerçeği vardır.

Biz Türkiye'deki devrimci ve demokrasi güçleriyle birlikte Türkiye'yi demokratikleştirme ve bu temelde Kürt sorununu çözme politikamızda ısrarlı olacağız. Bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Bu konuda hiç yol almadığımız da söylenemez. Bugün Türkiye'deki siyasal alan da, toplumsal alan da 20-30 yıl önceki gibi değildir, hatta on yıl öncesi gibi değildir. Türkiye'de demokratikleşme içinde Kürt sorununun çözümünü isteyen önemli bir eğilim vardır. Geçen yıllarda yapılan anketler vardır. Yüzde 70-80 Kürt sorununun görüşmelerle çözülmesini istiyor. Ancak devlet, AKP iktidarı, Kürt karşıtlığıyla, şovenizmle bu toplumun beklentilerini zehirliyor, toplumda yanlış algılar yaratarak demokratik siyasal çözümü değil de Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebini ezme zihniyetini, anlayışını, politikasını topluma dayatıyor. Bu devlet etkili olarak ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu politikalar boşa çıktığında toplum kısa sürede Kürt sorununun demokratikleşme temelinde çözümünü de isteyecek duruma gelecektir.

Öte yandan bizim Türkiye'deki siyasal partilerle çözüm politikamız bir seçenektir. Ama bunun dışında da devlet ve iktidardan beklemeden kendi mücadelemizi yürüterek Türkiye toplumuyla da bu çözümün önünü açacağımıza inanıyoruz. Devletle, iktidarla uzlaşarak çözmek de bir yoldur. Ama demokrasi güçlerinin, özgürlük güçlerinin mücadele ederek, mücadeleyi geliştirerek bu sistemi çözülmeye uğratıp demokratik bir Türkiye'yi ortaya çıkarma temelinde Kürt sorununu kendi iradeleri temelinde çözmeleri de en fazla gerçekleşebilecek, en fazla gerçekleşme ihtimali olan bir çözüm yoludur. Dolayısıyla biz devlet çözer mi, AKP iktidarı çözer mi demeden demokrasi güçleriyle birlikte mücadele ederek Türkiye'yi demokratikleştirme amacımızı gerçekleştirmeye çalışacağız.

Devlet içi çatışma ve sonrasındaki mutabakata baktığınızda 24 Temmuz okumalarınızdaki isabeti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bu Türk devletini tanıyan, iyi takip eden, kendini kandırmayan, gerçeklerden uzak hayalci yaklaşımlar içine girmeyen herkesin görebileceği bir durumdu. Önderliğimiz de, biz de şunu tarihsel olarak biliyorduk; Kürt sorununda çözüm politikası olmayanların sonunda başvuracağı yol çok şiddetli bir savaşla ezme ve Kürt iradesini kırma yönünde olacaktır. Bundan başka bir seçenek ortaya çıkmayacaktır. Kürtler Bakur’da güçlendi, Başur’da güçlendi, Rojava’da güçlendi. Kürtler Ortadoğu'da yeni siyasal dengelerde etkili yer alacak duruma geldiler. Bu durumda devlet ne tutum takınacaktır? Ya çözecektir, ya da bunun karşısında kendi izlediği politikaların çökmemesi için, kendisinin ulus-devlet politikasını sürdürmek için savaşa başvuracaktır.

Önder Apo daha 24 Temmuz’da değil, önceden Türk devletinin savaş kararı aldığını söyledi; biz önceden savaş kararı aldığını söyledik. Hatta 7 Haziran öncesi de bunu belirttik; biz Dolmabahçe Mutabakatı’yla çözümü zorladık, 7 Haziran seçimleriyle de zorlayacağız. Ancak 7 Haziran seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun Türk devleti savaş politikasını sürdürecek. Bu kararı almışlardır, biçiminde bir değerlendirmemiz olmuştur. Biz 7 Haziran seçimleriyle savaşı önlemeye çalışıyoruz, ama ne kadar önleyebiliriz, bunu da önümüzdeki dönem gösterecek dedik. Çünkü AKP iktidarı kamu düzenini koruyacağız, asayişi sağlayacağız, sokaklarda ve mahallelerde artık terör örgütünün etkisi kalmayacaktır söylemini sık sık dillendirmeye başlamıştır. Bu, aldıkları kararın nasıl uygulanacağının ifadesi olmuştur. Özellikle de Kürt halkının örgütlü olduğu, irade olduğu, kendi kendini yönetmeye yöneldiği yerlerde devlet saldırısı olacaktır. Bunu gördük. Bunu bizim görmemizin, isabetli değerlendirmemizin nedeni Türk devletini tanımamızdandır. Türkiye'deki Kürt diyalektiğinin ne olduğunu anlamamızdandır. Kürt sorunuyla Türkiye siyasetinin bağını tarih içinde çok iyi ele alıp değerlendirdiğimizdendir. Türk devletiyle biz birbirimizi yakından takip ediyoruz. Artık birbirimizin ruhunu okuyacak duruma gelmişiz. Türk devleti leb demeden biz ne demek istediğini anlar konumdayız. Böyle bir siyasi tecrübemiz var. Kesintisiz süren bir siyasi tecrübe gerçeğimiz var.

Bu açıdan Önder Apo sorun çözülmezse darbe diyalektiği devreye girer demiştir. Sorun çözülmeyince ne olacaktır? Sen sorunu çözemiyorsun, birisi ben çözeceğim diyecektir. İşte ordu içinde askeri güçler, “madem mücadeleyi en fazla biz yürüttük, o zaman iktidar da bizim olmalı” demişlerdir.

7 Haziran sonrası MHP Genel Başkanı “1 Kasım’da seçim olacak” demedi mi? Bu şu demektir; 7 Haziran seçimleri kabul edilemez. O zaman öyle bir seçim yapılmalı ki bu sonuçlar ortadan kaldırılmalıdır. Bu nedenle 1 Kasım seçimleri ayarlama bir seçimdir. Nasıl ki 1946’da ilk defa çok partili bir seçime geçilmiş, ama o seçimde CHP iktidarı bırakmadığı için 1946 seçimlerinde yine Cumhuriyet Halk Partisi kazanmışsa 1 Kasım seçimleri de 1946 seçimleri gibi AKP'nin kazanmasına göre ayarlanmıştır. Yoksa 7 Haziran seçimlerinden sonra belli düzeyde demokratikleşmeyi içeren herhangi bir koalisyon da kurulabilirdi. Eğer AKP'nin gerçekten demokratikleşme yaklaşımı olsaydı, bir çağrı yapsaydı, ben demokratikleşme adımları atacağım, şunları şunları yapacağım, Kürt sorununu demokratik temelde çözeceğim, kararım şudur deseydi HDP bir ittifaka girebilirdi. Ya da AKP ile CHP bir ittifak yapabilirdi. Ancak AKP'nin böyle bir zihniyeti yok. Zaten olmadığı için HDP AKP ile koalisyon olmaz demiştir. CHP ile görüşmeleri sonuçsuz kalmıştır. Çünkü baştan seçim sonuçları reddedilip yeni bir seçime gitme kararı alınmıştır. Bu da bir savaş kararıdır. Savaş yapılacaktır, savaşa uygun bir Hükümet oluşturma hedeflenmiştir. 1 Kasım seçimleri, savaşa göre yeni bir Hükümet oluşturma biçiminde ayarlanmış bir seçimdir. Herkesin bunu böyle değerlendirmesi gerekiyor. Böyle değerlendirmeyenlerin, Türkiye'deki iktidar güçlerini, onların demokrasi ve Kürt karşıtı zihniyetlerini, politikalarını anlamayanların çok saf bir yaklaşım içinde olduklarını söylemek gerekir.

Bahardan beri yoğun gerilla eylemleri oldu. Helikopterlerden tanklara kadar birçok savaş aracı imha edildi. Yine yüzlerce asker ve polis öldürüldü. Buna karşılık Türk devleti de “Taarruz halindeyiz” diyerek savaşı derinleştirmek için tüm gücünü seferber etti. Şu an itibariyle gerillanın ve Türk ordusunun askeri durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz; zayıf ve güçlü yönleri nelerdir? Bundan sonra askeri olarak nasıl bir durumu öngörüyorsunuz?

Bu savaş durumunun şöyle bir karakteri var. Diğer herhangi hükümetlerin yaptığı bir savaş durumu değil. AKP iktidarı kaderini bu savaşa bağlamış. Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmeye bağlamış. Çünkü Türkiye'de eğer demokratik bir iktidar yoksa, Kürt sorununu Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde çözme anlayışı yoksa Türkiye'de iktidar olmak ancak Kürtleri kontrol etme kapasitesiyle mümkündür. Türkiye'de iktidar olmanın kanunu, Kürtler üzerinde egemenlik kurma, Kürtleri kontrol etme, Kürtlerin yürüttüğü mücadeleyi etkisizleştirme kapasitesiyle mümkündür. Bu kapasiteyi göstermeyen, Kürtler üzerinde egemenliği kurma, Kürtleri kontrol altına alma yeteneğinde ve kapasitesinde olmayan hiçbir siyasal iktidar uzun süreli ayakta kalamaz. AKP iktidarı hem bu nedenden dolayı savaşta ısrar etmekte, hem de Türkiye'de eski sistem dağılmıştır, yerine yeni bir sistem kurulacaktır. Ya AKP'nin öngördüğü işbirlikçi siyasal İslam’a dayalı yeni bir hegemonik iktidar, Türkiye gerçeği ortaya çıkarılacaktır, ya da AKP iktidarı başarısız kalarak Kürtler ve demokrasi güçleri üzerinde kurulmak istenen yeni hegemonik otoriter sistem başarısız kalarak, gerçekleşmeyerek Türkiye'nin demokratikleşmesinin önü sonuna kadar açılacaktır. Türkiye böyle bir siyasal kavşaktadır.

AKP iktidarı, Erdoğan bu sürecin Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümüyle sonuçlanmaması için Kürtleri ezerek kendi öngördüğü otoriter hegemonik sistemi kurmayı hedefliyor. Kaderini, Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta başarılı olmaya bağlamış. Bu nedenle ağır kayıplar vermesine rağmen taarruzdayız deniliyor. Bu nedenle toplum asker ve polis ölümlerine alıştırılmıştır. Çok ağır kayıplar veriliyor. Bu durum Türkiye toplumundan gizleniyor. Ama AKP iktidarının varlığı bu savaşa bağlı olduğu için artık ölümleri de kanıksamış, normalleştirmiştir. Zaten Erdoğan” askerlik yan yatılacak yer değildir; askerse, polisse ölecektir” demiştir. Evet, Türkiye'de asker ve polisin ölümünü normalleştirmiştir. Bu yönüyle toplumda bir yozlaşma yaratmıştır.

AKP iktidarı şu anda bütün gücünü seferber ediyor. Artık Türkiye'nin ne kadar gücü varsa bunu savaşa sokmuş durumdadır. Evet, şu anda Türkiye topyekun bir savaş içindedir; bütün imkanlarını kullanıyor. Hem topluma karşı savaş, hem demokrasi güçlerine karşı savaş yürütüyor, hem de her yerde askeriyle, polisiyle gerillaya, özgürlük güçlerine saldırıyor. Şu anda birçok yerde on binlerce askerle gerilla çatışma içindedir. Yüzlercesi ölüyor, yaralanıyor, ama bu savaşta ısrar ediliyor. Şu açıktır; AKP iktidarı ya kısa sürede sonuç alacaktır ya da sonunda çözülmek zorundadır. Özel savaşın karakteri budur. AKP iktidarı Türk ordusunu da polisi de tümüyle sürmüştür, kaybetmemek için can havliyle saldırıyor. Düşük profilli başbakan Binali Yıldırım bizim için dağılıyorlar, bitiyorlar, çözülüyorlar, bu nedenle her yerde eyleme geçmişler diyor. Aslında bu sözleriyle tam da kendi gerçeklerini ortaya koyuyorlar. Öyle ki, bir nevi mayın tarlasını temizlemek için sürülen eşekler gibi, yoksul çocuklarını, köylü ve işçi çocuklarını savaşa sürüyorlar. Güya savaşı böyle kazanacaklar!

Türk askerinin ve polisinin aslında savaşma gücü kalmamıştır. Öyle savaşan asker ve polis yoktur, zorla savaştırılıyorlar, zorla cepheye sürülüyorlar. Türk devleti bütün ekonomisini, parasını, her şeyini karmaşık tekniklere yatırıyor, uçağa yatırıyor, tanka yatırıyor, güdümlü füzelere yatırıyor, bunlarla savaşı sürdürüyor. Bu yönüyle Türk ordusunun kendini koruyacak tek yanı tekniğidir. Asker ve savaşma gücü değildir. Teknik önemlidir, fakat savaşta esas sonucu belirleyen savaşma kapasitesidir, yeteneğidir, kararlılığıdır; bu da askerde yok. Ama gerilla fedaice savaşmakta ve direnmektedir. Şu anda belki de insanlık tarihindeki en fedai ruh gerillada bulunmaktadır. IŞİD gençleri, insanları cennet hayaliyle, cihat duygusuyla savaşa sürüyor; intihar eylemcisi yapıyor. Böyle bir güç kullanıyor. IŞİD’in gücü buradan geliyor. Ama onlar bile gerillayı gördükleri zaman ayakları titriyor. Kırmızı ayakkabılılar geliyor diye kaçıyorlar. Bu da bir gerçektir.

Türk ordusunun teknik dışında bir savaşma gücü kalmamıştır. Bu kesindir.  Her tekniğe karşı da insanın onu boşa çıkaracak bir düşünce gücü, bir taktik gücü vardır. Çünkü insan beyni muazzam esneklikte, muazzam çözümler bulma kapasitesine sahiptir. Bu yönüyle Türk devleti ne kadar taarruz içinde olursa olsun, ne kadar askeri teknik gücüne güvenirse güvensin gerilla karşısında psikolojik üstünlük kazanması, iradi üstünlük kazanması, savaşma üstünlüğü kazanması mümkün değildir. Olabilir, kayıplar verilebilir; gerilla da kayıplar veriyor. Tabii onların dediği gibi değil; gerillanın verdiği kayıplar onların dediğinin onda biri bile değildir. Böyle çok fazla gerilla vurduk, astık, kestik diyerek toplumu aldatmakta ve kandırmaktadırlar; savaşı böyle sürdürmektedirler. Taarruz dedikleri bu saldırılar, mayın tarlasına eşek sürer gibi asker ve polisi gerillanın üzerine sürme politikası kırılacaktır, çökecektir. Bazı alanlarda birkaç aydır yükleniyorlar, ama bu kadar bütün gücüyle yüklenip sonuç almadıklarında da kırılma yaşayacaklardır. Şu anda Türk devletinin yürüttüğü saldırılar ve savaş anlayışı Türk ordusunu kırılmayla sonuçlandıracak saldırılardır. Önümüzdeki dönem Türk ordusunun böyle bir kaderle karşılaşacağı dönem olacaktır.

Kürdistan’daki bazı AKP’liler gerillalarca hedef alındı. Daha önce de HPG, AKP’lilerin hedef olduğunu belirtmişti. Bu konuda neler belirtebilirsiniz?

Bu, Kürdistan'da AKP iktidarının yürüttüğü savaşın sonucudur. Çünkü savaşı sadece gerillaya karşı yürütmüyor; bütün Kürt halkına, Kürt yurtseverlerine, demokratlarına karşı yürütüyor. Belediyeler var, kayyum atadı. Halkın seçimle getirdiği belediyeler elinden alındı. Belediye meclis üyeleri atıldı, yerine başkaları konuldu. Şu anda belediye başkanları içeride, meclis üyeleri içeride, bir kısmı atıldı, HDP’liler zindanlarda, DBP’nin il ve ilçe yöneticileri zindanlarda. HDP'ye, Demokratik Bölgeler Partisine siyaset yapma imkanı verilmiyor. Demokratik siyasal partilerin varlığı bile ortadan kaldırılmış durumdadır. Binlercesi zindanlara atılmış. Böyle bir ortamda AKP’lilerin siyaset yapma meşruiyeti olabilir mi? HDP’li milletvekilleri bile artık milletvekili olmaktan çıkmıştır. Sadece bir kartvizitleri vardır. Bütün mücadele imkanları ellerinden alınmıştır. Zaten tehdit ediyorlar, zindanlara atacağız diyorlar. Geçmişte sen şunu yaptın, şu emri verdin, şu kararları verdin, şu ölümlerden suçlusun diyorlar, tehdit ediyorlar. Bu durumda AKP’lilerin Kürdistan'da siyaset yapma hakkı olabilir mi? Hem bu kadar öldüreceksin, zindanlara atacaksın, halkın seçtiklerini tasfiye edeceksin, ondan sonra da niye AKP’lilere yöneliniyor diyeceksin! Ötekiler de sadece siyaset yapıyor. Bu açıdan hiç kimsenin niye AKP’lilere yöneliniyor demeye hakkı yoktur. Daha ne olmuş ki, birkaç tane AKP’liye yönelim olmuş!

Bir zamanlar AKP’li bir bakan şunu söylüyordu; “bizim zamanımızda öldürülmüyor, biz zindanlara atıyoruz!” Şimdi zindanlara atmak meşru mu oluyor? Kayyum atama meşru ve haklı mı oluyor? bu açıdan AKP’lilerin hedef alınması anlaşılırdır. Dünyanın neresinde bu durum yaşansaydı bu tür sonuç ortaya çıkardı. AKP iktidarda her şeyi yapacak, kendisine muhalif hiç kimseye nefes aldırmayacak, ama kendisi de istediği gibi at koşturacak! Böyle bir şey olabilir mi? Bunun ne adaletle, ne hakla, ne de vicdanla alakası var. Bu tür durumları yaratan AKP'nin politikasıdır. Eğer AKP’liler hedef alınıyorsa bunu bizzat Erdoğan’ın, AKP’lilerin politikaları ortaya çıkarmıştır.

Türk devleti Kürtlerin siyaset yapmasına izin vermezse Kürtler de, Kürt siyasi iradesi de, gerillası da “sömürgeci partilerin, Kürtler üzerinde egemenlik kuran partilerin, Kürt sorununu çözmeyi değil, Kürtleri soykırıma uğratmak isteyen partilerin Kürdistan'da işi yoktur” diyecektir. Bundan daha doğal, anlaşılır bir şey olamaz. Bu, bu kadar açık ve net bir durumdur. Neden bu durumlar oluyor biçiminde izah etmeye de gerek yoktur.

AKP’de soykırım operasyonları kapsamında HDP ve DBP’lilere yönelik gözaltı ve tutuklama, parti binalarını basma ve benzeri baskılar artarak devam ediyor. Bununla Türk devleti istediği sonucu alabiliyor mu? Bu operasyonlara karşı yeterince tepkinin olmamasını neye bağlıyorsunuz?

AKP iktidarı Türkiye tarihindeki en fazla siyasi tutuklama yapan iktidardır. Bu konuda askeri darbelerden daha fazla siyasi partilere yönelmiştir. Askeri darbelerde esas olarak illegal örgütlere, illegal örgüt üyelerine ve sempatizanlara yönelim vardır. AKP iktidarı tüm demokratik siyasi güçlere yöneliyor; hiçbir muhalif ses kabul etmiyor. Eğer CHP biraz muhalefet yapsaydı, biraz karşı çıksaydı, herhalde onları da Fethullahçılardır, Fethullahcılarla işbirliği yaptı diye içeri atacaktı. On binlerce siyasetçi sadece demokratik siyasetle uğraştığı için zindanlara atılmıştır. Daha önce Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) vardı, onların da binlercesi tutuklandı. KCK operasyonu dediler, uydurma gerekçelerle tutukladılar. Onları yapanların hepsi de Fethullahcı savcılardı. Onların bütün her şeyi eleştiriliyor, ama Kürtlere yönelik açtığı davalar ve verdiği cezalar doğru ve yerinde görülüyor.

Şu anda yapılan tutuklamalar tam anlamıyla siyasi soykırım operasyonlarıdır. Nasıl ki Kürtler bilinçlenip bir siyasi irade ortaya koyduğu zaman öldürülmüşler, tutuklanmışlarsa AKP de şimdi onu yapıyor. Öldürdüğünü öldürüyor, öldüremediğini de zindanlara atıyor. Siyasi tutuklama rekoru AKP'ye aittir. AKP böyle bir partidir. Tutuklananların yüzde 95’inin hiçbir eylemle, şuyla buyla alakası yoktur. Tamamen demokratik siyasal mücadele verdiği için, demokratik siyasal temelde Kürt sorununun çözümünü istedikleri için tutuklanıyorlar. Bunun dışında başka eylemleri yoktur. Ama diyorlar bunlar PKK'ye zemin sunuyor, gerillaya, teröre zemin sunuyor! Böyle bir mantıkla hareket ediyorlar. 1990’lı yıllarda denendiği gibi köyleri yakıp yıkıyorlardı, şimdi şehirleri yakıp yıkıyorlar, tutukluyorlar. Suyu kurut balığı öldür politikası izliyorlar. Kuşkusuz bu tutuklamalar demokratik siyasal alanı daraltıyor. Demokratik siyasal partinin örgütlülükleri daralıyor. Bu yollarla sonuç alınabilir mi, bu ayrı bir konudur. Bu çok denenmiştir. Eski yöntemlerle sonuç alınabilir mi? Eskiden beri denenen yöntemlerdir. Eski yollarla yeni sonuçlar alınamaz.

Siyasi soykırım operasyonlarına karşı yeterince tepkinin olmadığı doğrudur. Bu konuda gerçekten demokratik siyasetin eleştirilmesi gerekiyor. Bu durum demokratik siyasal alan için bir eleştiri konusudur. Yeni değil, son iki yılda değil, on yıldır tutuklanıyor. Ama bu tutuklamalara yeterince tepki verilmiyor. Sanki normal ve meşruymuş gibi. Demokratik siyasal alan açısından bir eksiklik ve yetersizlikten söz edilecekse en temel eksiklik budur. Demokratik siyasal alan kendi yöneticilerinin, üyelerinin bu düzeyde tutuklanmasına sessiz kalamaz. Zafiyet buradadır. Halbuki her tutuklama bir serhildana dönüşmeli. İlçede mi tutuklandı, o ilçe serhıldana kalkmalı, demokratik siyasetçisini vermemelidir.

Bu tutuklamalar meşru değil ki! Herhangi bir silahlı eylem yapmamış ya da bu yönlü bir eyleme katılmamış. Silahlı bir eylemle uzaktan yakından bir ilgisi ve ilişkisi olmamış. Sadece düşüncelerinden dolayı, Kürt yurtseveri olduğu için, siyasal talebi olduğu için ve bunun için de HDP meclisine, il ya da ilçe yönetimine girmiş olduğu için tutuklanıyor. Dolayısıyla hiçbir parti kendi üyesinin bu kadar kolay tutuklanmasına müsaade etmemelidir. Bütün demokratik siyasetçilerin karşı çıkması lazım. HDP’li mi tutuklandı, DBP’lilerin de karşı çıkması lazım; DBP’li mi tutuklandı, HDP’lilerin de karşı çıkması lazım. CHP’liler mi tutuklandı, HDP'nin de karşı çıkması lazım. Tutuklamalar karşısında bu tutumların gösterilmemesi büyük bir eksikliktir. Demokratik siyasal alanın toplumu eğitmesi lazım. Bunlar sizin için siyaset yapıyor, toplum için siyaset yapıyor, tutuklandığı zaman sahip çıkmanız lazım, demesi gerekiyor. Topluma bu yönlü bilinç kazandırması gerekiyor. Toplum demokratik siyasetçisine sahip çıkmazsa ne özgürlüğünü kazanabilir, ne de demokratik yaşamını kazanabilir. Nasıl ki Önder Apo'ya sahiplenmeden Kürt halkı özgür ve demokratik yaşamını kazanamazsa, kendi siyasetçilerine sahip çıkmazsa da kazanamaz. Bu gerçekten ciddi ve tartışılması gereken bir konudur. Tüm demokratik siyasal alanın da tartışması gerekiyor. Bir demokratik örgütlenme içinde olan kesimlerin de bu yönlü tutum sahibi olması gerekiyor. Çünkü siyasi partiler demokrasi mücadelesi veren örgütleridir.

Bu bakımdan siyasal parti üyesi olmasa bile yurtsever ve demokrat olan herkesin tutuklamalara karşı çıkması gerekiyor. Demokrasi güçlerinin de, herhangi bir sivil toplum örgütünün de, sokaklarda ve mahallelerdeki halkın da bu durumu tartışması, bir tutum sahibi olması gerekiyor. Bizim siyasetçimiz tutuklandığı zaman ne yapmamız gerekir demeleri gerekiyor. Bu yönüyle hangi bir siyasetçi tutuklanıyorsa ona sahip çıkmaları gerekiyor. Şu anda siyasal alandaki ve toplumdaki en temel zafiyet bu konuda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda iyi bir örgütlülük olmadan, iyi bir mücadele ortaya konmadan demokrasi mücadelesini geliştirmek, sonuca ulaştırmak da kolay değildir. Demokrat olmanın ölçüsü budur. Demokrasi mücadelesinin ilk şartı budur. Bir toplum her şeyden önce kendi siyasetçisine, kendi demokratik örgütlenmelerine, kendi önderlerine sahip çıkacak! Örneğin HDP’nin eşbaşkanı mı tutuklandı, tutuklanacak ya da mahkemeye zorla götürülmek mi istenecek; hemen halkın her yerde ayağa kalkması lazım. Buna tepki göstermesi ve kabul edilmemesi lazım. Bu kabul edildiği an, o zaman baskıya karşı, zulme karşı boyun eğilmiş olunur. Özgürlük ve demokrasi iddiasında zayıflık ortaya çıkar, bu da mücadeleye zayıflık olarak yansır. Bu açıdan her türlü tutuklamaya karşı demokrasi güçlerinin, bütün siyasi partilerin bir tutumu olması lazım. En başta bu tutumlarını ortaya koymaları lazım. Bunu yapmadan hiçbir şeyin mücadelesi verilemez. Kendi üyelerine, kendi yönetimlerine sahip çıkamayan bir parti herhangi bir demokratik mücadele veremez, başarılı olamaz.

Tepkilerin olmaması biraz da normalleşti. Devlettir, tutuklar, cezaevinde yatar, direnir, çıkar! Tamam direnir, ama esas olarak cezaevine koymama direnişi göstermek lazım. Direnişin esası budur. Şimdi alışılmış, cezaevine girdi mi direnilmelidir deniyor. Esas olarak cezaevine girmeden direnmenin gerçekleşmesi lazım. Direnişin toplumsallaşması lazım. Yoksa bir mücadele mi olacak, mücadeleyi gerilladan bekle, bir direniş mi olacak, siyasetçi zindana girsin, orada dirensin, direnişi orada sürdürsün. Bunlar yanlış anlayışlardır, yanlış yaklaşımlardır. Bunların aşılması gerekiyor.

Devam edecek