Demirtaş: Soykırıma karşı en büyük panzehir toplumsal direniştir

Kürt siyasetçi Nurettin Demirtaş, Sur’un çok kültürlü yapısıyla, saygı ve sevginin hakim olduğu ortak yaşam olduğunu söyledi.

Kürt siyasetçi Nurettin Demirtaş, Sur’un çok kültürlü yapısıyla, saygı ve sevginin hakim olduğu ortak yaşam olduğunu söyledi. Geçmişteki köy boşaltmalarının benzerinin bugün kentlere uygulanmaya çalışıldığını ifade eden Demirtaş, AKP’nin oluşturacağı kentleri ise kültürel imha kampları olarak tanımladı. Terolar’da yapılmak istenen kampa da değinen Demirtaş, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının tekrarından ziyade o katliamların tamamen sonuca götürülmek istendiğini böylece tümden imhanın hedeflendiğini belirterek tepkilerini dile getirdi.

Kürt siyasetçi Nurettin Demirtaş, son günlerin en çok konuşulan konularından olan acele kamulaştırma kararlarını, Sur’un tarihsel ve kültürel dokusunu, Terolar özelinde Kürdistan demografisi üzerinde oynanan oyunları ANF’ye değerlendirdi.

AKP Bakanlar Kurulu kararıyla 21 Mart günü Sur için 11 Nisan günü de İdil, Cizre, Yüksekova, Çukurca, Bağlar, Kayapınar ve Kızıltepe için acele kamulaştırma kararı aldı. Bu çerçevede de halkın yaşadığı alanlara AKP tarafından yasal kılıf uydurularak el konulmak isteniyor. Bu kamulaştırma meselesini siz nasıl ele alıyorsunuz?

Evet, öncelikle Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de kahramanca direnen halkımızı saygıyla selamlamak istiyorum. Bu direnişler 21.yy’ın sömürgeciliğine ve onun soykırım tarzına karşı geliştirilen direnişlerdir. Bahsettiğiniz kamulaştırmaya karşı da verilen bir direniştir denilebilir. Yani önce direnişler gelişti sonra da kamulaştırmalar gündeme geldi denilemez. Tam tersine zaten sömürgeciliğin, Türk rejiminin planında olan bir işgal hareketiydi, bugün gündeme getirilmiş ve uygulanıyor.

21.yy’ın sömürgeciliğinin soykırım tarzı toplum kırım biçimindedir. Önder Apo savunmalarında bunu çok iyi tanımlıyor. Toplum kırım iki şekilde uygulanıyor. Birincisi; tüm toplumun militarize edilmesi yöntemidir. Bunu da baskıyla, zorla toplumda içselleştirilmeye çalışmasıdır. İkincisi; medya yoluyla sanal bir toplum oluşturmaktır. Şimdi işte tam da sorduğunuz soru, bu toplum kırım içeriğinde anlam buluyor.

Neyi kamulaştırıyor zaten kamunun olanı kamulaştıracağını iddia ediyor

Kamulaştırma denilen kavram tam bir çarpıtmadır. Egemenliğin her kavramı çarpıtma durumu olduğu gibi kamulaştırma kavramı da çarpıtmadır. Neyi kamulaştırıyor zaten kamunun olan, kamunun malı mülkü olan yerleri kamulaştıracağını iddia ediyor. Devletin değil ki kamulaştırsın ya da örneğin bir ağanın da değildir bir burjuvanın da değildir doğrudan doğruya yoksul halkın elindeki oturduğu evler kamulaştırılıyor. Toplum yararına olduğu iddia edilen hiçbir şey yok ortada. Kamulaştırılacak bir şey yok. Kamu yararına olduğu iddia edilen kamulaştırma tamamen toplumun, kamunun elindekini almadır, el koymadır, talan etmedir. Dolayısıyla kavram karmaşası yaratarak, baskı uygulayarak ve medya yoluyla kafa karışıklığı yaratarak tam bir savaş rantçılığı şeklinde konuya yaklaşıyorlar. Halkın asırlardır oturduğu topraklardan göç etmesini sağlamaya çalışıyorlar, bu aynı zamanda yeni bir göç dalgasıdır. Aynı zamanda yeni bir stratejik kent politikası ortaya koymuş bulunuyorlar.

Siz de Sur’da doğup büyümüş, yetişmiş bir insansınız. Sur’da nasıl bir yaşam vardı, insan ilişkileri nasıldı? Sur’u özel kılan neydi ki bugün bu yıkımla karşı karşıya bırakıldı?

Sur halkı öteden beri Amed’in en eski en yerleşik halkı olarak bilinir. Eskiden beri Sur’da yaşayan kime sorsanız geçmişi tarif ederken şöyle bir tarif yaparlar, yoksulduk ama mutluyduk. Hakikaten rahmetli Canip Yıldırım amcanın ifadesiyle söyleyeceğim memleketin en yoksul ama en yiğit insanlarının olduğu yerdi Sur. Canip amca böyle tarif ediyordu. Nereden geliyordu bu özelliği tarihe, kültüre bağlı kalmasından, komşuluk ilişkilerinde ifadesini bulan, dayanışmada ifadesini bulan toplumsallıktan ileri geliyordu. Çok dar çekirdek aile yapılarıyla bölünmüş bir toplumsallık söz konusu değildi Sur’da. Aileler geniş aile biçiminde yaşadığı gibi mahalle düzeyinde ilişkiler söz konusuydu. Komşuluk ilişkileri de çok canlıydı.

Bizim büyüdüğümüz semt Arbadeş diye bilinen semtti. Sur’un tam içinde olan bir yer. Arbadeş’in Dabanoğlu Mahallesi ve Tütenk Sokak bu iki mahallede geniş bir aile, sülale de diyebiliriz, sülalece yaşadığımız bölgeydi. İki tane ayrı büyük evimiz vardı, şöyle tarif edeyim o evleri; Sur evlerinin hemen hemen büyük çoğunluğu aynı şekilde birbirine benzerdir. Eski Ermeni ustaların ellerinden çıkmış siyah bazalt taştan yapılmış evlerdir. Ortada bir avlu etrafında da odalar dizilidir. Dışarıdan içeriye dar bir koridordan girilir veya doğrudan bir kapıyla avluya girilir ama içeride avlu üzerinden genişleyen bir mekan, etrafında da yaşam alanları olan odalar diziliydi. Örneğin bizim yaşadığımız ev yirmi odalı çok geniş bir avluya sahip, yine iki yüz metrekare kadar toprak bahçesi olan, ağaçları olan toplamda yedi yüz metrekareyi bulan, içinde ikişerli veya üçerli oda şeklinde her bir ailenin kullandığı, dolayısıyla yedi sekiz ailenin bir arada yaşadığı bir mekân durumundaydı. Bu Suriçi’nin genelinde geçerliydi. Genelde bu ortak yaşam kültürü korunuyordu. Sur’daki yaşamımıza dair bir bu özellikten bahsedebiliriz. Toplumsallığın getirdiği yerleşke ile mimarinin uyumluluğundan bahsedilebilir. İkincisi de oradaki dinler, inançlar, diller, kültürlerdeki farklılıklar ve karşılıklı saygı en çok dikkat çeken yönü buydu. Suriçin’de Hıristiyan topluluklar, Ermeniler, Süryani, Keldani topluluklar, çok az da olsa Yahudiler; belki günümüzde bunların hiçbiri kalmadı denilebilir ama Suriçi’nin böyle bir zengin kültürel yapısı söz konusuydu. AKP devleti Sur’a saldırıp yıkana kadar da kiliseler faal durumdaydı, tümden bölgeyi terk etmiş değillerdi. Ama sanırım bu saldırılarla birlikte kiliseler de nasibini aldı.

Ermeni Surp Giragos Kilisesi, Keldani Kilisesi büyük hasarlar aldı, boşaltıldı, göç ettirildi. Göç etmek durumunda kaldılar. Benim çocukluk yıllarımda en yakın Ermeni komşumuzun adı Süslü Bacı’ydı. Annemden daha büyük bir kadındı, yaşça büyüktü ama ona rağmen herkes ona Süslü Bacı derdi, biz çocuklar da öyle hitap ederdik. Çok sempatikti, mahallede hepimiz çok severdik onu. Hem onu hem de onun şahsında Ermenileri sevdiren annemizdi. Biz annemiz sayesinde başka inançları, başka toplulukları, başka halkları sevmeyi öğrendik. Annem de o mahallede yaşayan kültürden almıştı bunu. Örneğin çocukken ilk kez Alevilere, Ermenilere sempatimiz ve sevgimiz yine annemiz sayesinde gelişmiştir. Çünkü hep onlarla ilgili güzel, pozitif şeyler anlatmıştır bizlere. Güzel şeyler anlatılınca bizde de hep olumlu duygular yaratmıştır ayrıca mahallede ki yaşamdan kaynaklı bu paylaşım doğal olarak bir karşılıklı saygı oluşturuyordu. Bu bizde de oluştu.

Zaman içerisinde Özal hükümeti, ardından gelen çeşitli Sünni İslam ağırlıklı hükümetler uyguladıkları politikalar nedeniyle Süslü Bacı ailesini alarak önce İstanbul’a oradan da Amerika’ya göç etti. Bizim mahallenin son Ermenisi Süslü Bacı’ydı. O da gittikten sonra mahallede Ermeni kalmadı. Bu açıdan anlattım bu hikâyeyi. Kiliselerin halen hayatta kaldığı halen aktif olduğu bölge ile bizim yaşadığımız mahalle arasında bir fark vardı. Doğrudan doğruya bizim mahallede kilise yoktu ama Süslü Bacı vardı. Mahallenin bitişiğinde olan mahallede kilise vardı. Örneğin işte Fatih Paşa denilen Hançepek bölgesinde kilise vardı ama Saraykapı tarafında aktif halde kilise kalmamıştı ama Süslü Bacı vardı. Bu anlamda bizim Ermenilerle bağımız, onları tanımamız Süslü Bacı üzerinden olmuştur.

Bu yaşamın Suriçin’de bu derece de hem kominalliğe hem ortak yaşamaya, dayanışmaya, insani yaşama, kültürlerin muazzam birbirleriyle alıp vermesine, kaynaşmasına yol açan sebeplerinden biri de onun coğrafik ve mimari koşullarıdır. Böyle bir hayatın ve böyle bir kentin tankla, topla vurulması affedilemez bir insanlık suçudur.

Peki, hukuki yönüyle ele alacak olursak bildiğiniz üzere Sur ve Hevsel bahçeleri UNESCO Dünya Mirası listesine de girdi. Şimdi AKP bunları da göz ardı ederek saldırıyor. Burada AKP ne amaçlıyor? Toledo dendi, bir başkası başka bir şey dedi. Sur’la birlikte yıkılmak istenen nedir? Neden Sur?

Doğru, Surların kendisi, Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri, Kırklardağı ve Dicle havzasıyla birlikte bir bütündür ve UNESCO’nun insanlık mirası listesinde yerini almaktadır. O listeye girmek için evrensel kriterde bazı özelliklerin muhteva olması gerekiyor o özellikler belirttiğimiz bölgede Dicle havzasında bulunuyor. Hasankeyf’e kadar uzanan aslında daha da ötesine uzanan bir havzadır. Hasankeyf’i de içine katarak söylüyorum bir insanlık mirasıdır. Ama hem Hasankeyf yok ediliyor hem Kırklardağı sınırsız şekilde imara açılarak yok ediliyor hem Dicle nehri her türlü atıkla, denetimsizlikle, barajlarla yok ediliyor hem de Hevsel Bahçeleri toprak rantçılarına peşkeş çekilerek yok edilmeye çalışılıyor. Bununla birlikte Sur’a karşı savaş açılarak bu süreç tamamlanmak isteniyor. Sur’la birlikte havzanın tamamı ortadan kaldırılarak bir insanlık mirası yok edilmek isteniyor böyle değerlendirilebilir.

Amed’in merkez ilçesi olan Suriçi ise sonradan yapılan çıkma binaları saymazsak tüm evlerinin bazalt taşlardan olması, kominal yaşama uygun mimari yapısıyla tüm kentin adeta bir açık hava müzesi gibi olması ve içinde yaşayan insanların halen yaşamını sürdürmesi ve kültürlerin çokluğu, çeşitliliği itibariyle dünyada tektir. Emperyalist, sömürgeci saldırılarla işgal edilmiş, yıkılmış birçok kent örneği söz konusudur tabi ki, benzerlikler kurulabilir. Değeri açısından Kudüs’e benzetilmesinde de elbette bir sakınca yok manevi açıdan böyle bir önemi vardır. Fakat dünyada gerçekten de benzersiz olan yönleri de vardır. Zaten AKP’nin Sur’u hedef seçmesinin özel sebebi budur; evrensel bir insanlık mirasını yok etmek. Kürdistan’ın kalbi Amed ise Amed’in kalbi de Suriçi’dir. Dolayısıyla tüm Kürdistan’a ve tüm Kürdistani olan halklara, değerlere, inançlara bir saldırı ve imha hareketi olarak ele almak, değerlendirmek gerekiyor Sur’a yönelik saldırıları.

Erdoğan da dile getirdi “Sur başbakanlığımdan beri hayalimdi. Ağır hasarlı, orta hasarlı, az hasarlı hiç dinlemeden yıkmalıyız” dedi. Bu nasıl bir ruh halidir?

Erdoğan tam bir sömürgeci paşa edasıyla konuşuyor, hayalini söylüyor, onu Davutoğlu tamamlıyor; “Ben de Sur’dan bir ev almak istiyorum” dedi, tam bir ganimetçi mantık. Yakmışlar, yıkmışlar şimdi talan edecekler, neymiş orda ben de ev almak istiyorum. Zaten şimdiden kendi işbirlikçilerine peşkeş çekmeye başlamışlar. Ensarioğlu ailesinden bazı fertler girişimde bulunmuş şimdiden. Tabi Amedliler Ensarioğlu ailesini çok iyi tanır. Bu ailenin hem yaşlı hem genç kuşak içerisinden bir kısmı öz değerlerine bağlıdır, sadıktır ama önemli bir kesimi öteden beri devletle işbirliği içerisindedir, sömürgeciliği Kürdistan’da ayakta tutan önemli bir dayanak durumundadır. Bugün işte kamulaştırma adı altında yürütülen çalışmalarla birlikte AKP böylesi işbirlikçilere bu alanları peşkeş çekmeye çalışıyor. Bu aile buna cesaret ederse sadece Sur insanını değil karşısında bütün Kürdistanlıları bulacaktır ve yerle bir edileceklerdir. Bunu bilmeleri gerekiyor. Halkın değerlerinin üzerine çullanmamaları, bu şekilde palazlanmayı göze almamaları gerekiyor, bu yanlıştan derhal caymaları gerekiyor aksi halde kendileri için bir sonla karşılaşacaklardır. Bu çok nettir ki geçtiğimiz günlerde hem KCK hem PKK yetkililerin bu konuda uyarılarını dinledik, okuduk. Bu uyarıları gerçekten dikkate almalarını kendilerine ısrarla öneririm.

Bağlar’daki elli yıllık Sağlık Ocağı, yerine bir karakol yapılmak üzere yıkıldı. Yine Sur’da her mahalleye bir karakol yapılacağı söyleniyor. Ayrıca, İçişleri Bakanlığı emniyet hizmetleri sınıfında, Şırnak, Diyarbakır, Hakkari, Mardin ve Urfa’da istihdam edilmek üzere 5 ilde 2 bin 394 bekçi alımı yapılacağını duyurdu. Nedir bu bekçi sistemi? Eski korucu yeni bekçi mi?

Dünya tarihinde birçok savaş yaşanmıştır, savaşlarda taraflar birbirlerinin iradelerini kırmaya çalışırlar. Savaşların sonunda barışlar da olabilir, karşılıklı olarak çok büyük kayıplar da olabilir. Savaş hukuku bunların çeşitli tariflerini yapmıştır, zaman zaman savaş yasaları, kanunları dışına taşan davranışlar mahkûm edilmiştir. Ama bütün bu savaşlar tarihi içerisinde en fazla şiddetle kınanan davranış, savaş sırasında halkın değerlerini hırsızlamaktır, çapulculuk yapmaktır, halkın acıları üzerinden bir dirhem kazanç sağlamak en büyük günah, en büyük suç, en büyük ahlaksızlıktır. Çeşitli romanlara konu olmuştur. Savaş alanında bir askerin potinini çalmaya çalışanlar, bir düğmesini almaya, çalmaya çalışanlar asla affedilmezler, en büyük suçlu, en büyük ahlaksız olarak görülürler. Şimdi tüm Kürdistan’ı bu hale getirmeye çalışıyorlar, meydan onlara kalmış değil. Ensarioğulları veya başka aileler sanki böyle Kürtler savaş meydanında yenilmişler, Kürdistan sahipsiz kalmış, gelip ganimet toplayacaklar, yok öyle yağma kimse onlara bu fırsatı vermez. Bunu da tarih herkese gösterecektir.

Amed’de Suriçi’nde çarşı karakolu dışında karakol kalmamıştı birde Saraykapı’da polislerin nöbet tuttuğu bir kulübe vardı. Daha öncesinde yok muydu vardı, Amed’de Hançepek’te Fatihpaşa mahalle karakolu vardı. 91 yılında PKK militanlarınca hedef seçildi ve ortadan kaldırıldı bir daha da yerine karakol kurulmadı. Çünkü o mahallede kurulan karakol mahallenin huzurunu kaçırıyordu, oraya hırsızlığı ve uyuşturucuyu sokan o karakoldu. Bu yüzden hedef yapıldı ve kaldırıldı. Devlet de bunun farkındaydı, bir daha kurulsa bir daha vururlardı. Bu yüzden bir daha da kimse oraya karakol kurma cesaretini gösteremedi. İkinci karakol Mardinkapı karakoluydu, o da Suriçi’ndeydi yanılmıyorsam o da 2004 yılında iki PKK’li tarafından vuruldu ve ortadan kaldırıldı. O karakolun yerine de bir daha kimse karakol kurmadı. Günümüze kadar da orada karakol yoktu. Dolayısıyla Suriçi’nde ayakta kalan tek karakol Çarşı karakoluydu ona da ihtiyaç yok, karakol demek Kürt halkı için baskı, zulüm, işkence demektir başka bir anlamı yok. Hırsızlığın, çapulculuğun, uyuşturucunun, esrarın ve son dönemlerde fuhuşun geliştirildiği merkezlerdir, bunlar kanıtlıdır. Dolayısıyla karakollar Kürdistan’da sömürgeciliğin en açık adresleridir. Sur’a veya başka yere daha fazla karakol kurmak daha fazla işkence, katliam daha fazla hırsızlık, toplumu yozlaştıran kurumların daha fazla geliştirilmesi demektir buna asla halkımız razı olmayacak. İstedikleri kadar karakol girişimlerinde bulunsun Fatihpaşa ve Mardinkapı karakollarının başına ne geldiyse, bu karakolların ve içinde yaşayanların da akıbeti onlardan farklı olmayacaktır. Dolayısıyla bu girişimler herhangi bir şekilde sonuç almayacaktır.

AKP hangi akla ziyan bunu yapacak, bunu yapmakla ne elde edecek, elde edecekleri bir şey yok ama denemek isteyeceklerdir öyle görünüyor. Zaten Suriçi öyle çok büyük bir kent değil, dokuz mahalleye karakol yapmak demek Suriçi’nin tümünün yeniden işgal edilmesi anlamına geliyor, asla ona fırsat verilmemesi gerekiyor. Zaten yapılsa da kimsenin kabul edeceği yok. Belki birer Gestapo karargâhı olarak görülecek, yediden yetmişe önünden geçen herkesin tükürdüğü ve taşladığı mekânlar haline geleceklerdir. Herkesin her gün taşladığı bir AKP sembolü olarak görüleceklerdir dolayısıyla ondan medet ummaları boşunadır. Örneğin işte Bağlar Sağlık Ocağı, halkın kendi çabalarıyla oluşturduğu mekânları bile ellerinden alıp yerine karakol inşa ediyorlar. Bu tamamen AKP ­-Erdoğan zihniyetini gösteriyor.

Bundan birkaç sene önce Erdoğan Amed’e gittiğinde, Diyarbakır E Tipi cezaevini ‘müzeye çevirme’ talepleri karşısında bir söylemde bulunmuştu. Diyarbakır halkına müjde veriyordu, ‘Size yeni bir cezaevi kuracağız’ diyordu. Dünya tarihine geçecek bir siyasi gaf yapmıştı, tekrardan hatırlatmak gerekiyor. Gaf değildi aslında dünya tarihine geçecek faşist bir zihniyet. Toplumu sürü olarak gören, köle olarak gören, hapishane müptelası olarak gören hastalıklı bir beynin ürünüdür bu söylem ve bugün de yansımasını buluyor.

Köylerde oluşturdukları korucu sistemini şimdi kentlere taşıyacaklar 2 bin 394 bekçi alımı bunu gösteriyor. Nasıl ki geçmişte köyleri boşaltıp stratejik köyler oluşturmak istedilerse bugün de stratejik kentler oluşturmak istiyorlar. Bu stratejik kentler elbette kent korucularıyla denetlenecektir. Kent korucuları oluşturmak istiyorlar, bekçi sistemi doğrudan doğruya köydeki korucunun şehirdeki versiyonu halinde düşünülebilir, şehir korucuları denilebilir bunu kurmaya çalışıyorlar. Köy korucuları bugün silah bırakırken şehirlerde bekçi adı altında koruculaşmayı kimsenin kabul etmemesi gerekiyor. Kendilerini de hedef haline getirmemeleri gerekiyor.

Gestapo karargahından bahsettiniz, şimdi bu gestapo dönemlerinde direnişçilerin başlarına ödül konuyordu, halk ajanlaştırılarak teslim edilmeleri sağlatılıyordu. AKP hükümeti de benzer uygulamalara gidiyor, ihbar hatları kurdu, halkı ajanlaştırma faaliyetlerine hız verdi, çeşitli para ödülleri vaat ediliyor. Bunu nasıl okumak gerekiyor?

Kürdistan’ın en büyük yaralarından birisi işbirlikçiliktir ancak toplumsal bilinç ve mücadele geliştikçe Kürdistan’da eskisi kadar zemin bulamamaktadır. AKP istediği zaman istediği kadar işbirlikçi ve ajan bulacağını umuyorsa yanılıyor. Çünkü ne Kürtler eski Kürtlerdir ne de Kürdistan eski Kürdistan’dır. Kendi öz değerleriyle buluşma istemi çok güçlü. Artık açlıkla terbiye edilme konusunda bilinçlenmiş ve tavır sahibi olan bir halk gerçekliği söz konusudur. Diyebiliriz ki savaşan bir halk gerçekliği söz konusu. Dolayısıyla AKP’nin umduğu düzeyde ihbarcı, ispiyoncu, işbirlikçi zemin Kürdistan’da minimize olmuştur. Elbette vardır ama eskisinden fazla değildir. Geçmiş hükümetlerin hepsi bu yöntemi denedi fakat sonuç alamadılar, AKP’nin de bu konuda sonuç alması mümkün değildir, denenmiş yöntemlerdir.

Einstein’in meşhur bir sözü var bu konuda; “denenmiş yollardan farklı sonuçlar beklemek ahmaklıktır” diye…

Bu durumda en büyük ahmağın da kim olduğu açığa çıkıyor.

Sivas Zile’de, Pazarcık Terolar’da Alevi köylerine yakın yerlerde Suriyeli mülteciler için kamp yapılıyor. Bu kamplar Kuzey Kürdistan ile Türkiye kentleri arasında uzanan Kürt Alevilerin yaşadığı hatta denk geliyor. Bu mesele bize Suriye’de 1973’te hayata geçirilen Arap Kemeri projesini hatırlatıyor. Mülteciler neden Alevi köylerine, neden bu sınır hattına yerleştirilmek isteniyor? Buradaki amaç tümden demografiyi mi değiştirmek?

Suriçi’nde bunun küçük bir denemesini geçmişte yaptılar. Romenleri getirip yerleştirdiler. Son döneme kadar da Romenler Suriçi’nde yaşıyordu, bu son saldırılarla birlikte onların da yaşam alanları, yaşama imkânları kalmadı. Romenler aslında hep toplum dışı gösterilmek istenen ama aslında sistem dışı yaşayabilecek, devletle çok ilişkili olmayacak asi bir halk kesimi. Fakat AKP kendisine bağımlı hale getirdiği kesimleri, yani AKP işbirlikçisi olan kesimleri getirip Suriçi’ne yerleştirdi. Hizbullahçıları örgütlediler, yetmedi Romenleri getirip yerleştirdiler ama tutmadı, çok etkili olmadı. Bunun sebebi Sur’daki çok güçlü toplumsal kültürdü, onu çok aşamadılar. Fakat dünyada bazı uygulamalar var tabi ki, etkili sonuç alabildikleri bazı yöntemleri günümüzde de devreye koyup uygulamak istiyorlar.

1925 Şark Islahat planı Arap Kemeri projesinin temelini oluşturuyor. 1925 Şark Islahat planına gidersek oradaki demografi ile oynama politikaları Arap Kemeri projesine örneklik teşkil ediyor. Arap Kemeri projesine Şark Islahat planının Arap versiyonu diyebiliriz, böyle adlandırabiliriz. 1961 yılında ilk kez bir fikir olarak gündeme gelip 1973-74 yıllarından itibaren Rojava Kürdistan’ında uygulamaya konulunca halktan tepki görmüştür. Kürtlerin elindeki en verimli toprakları, köyleri alınıp oralara Araplar yerleştirilmek istenmiştir. Bütün Kürt köyleri arasına Arap köyleri, bütün Kürt toprakları arasına Arap toprakları oluşturulmak istenmiştir. Bunu çok rahatlıkla uygulamayacaklarını görünce, ilk tepkilerle karşılaşınca hemen konuyu değiştirmişlerdir. ‘Bölgede bir baraj yapılıyor, Arapların köyleri toprakları su altında kalıyor dolayısıyla yeni topraklara yerleşme ihtiyaçları vardır, onlara kucak açın, topraklarınızı onlarla paylaşın’ diyerek Kürdün en duygusal yönüne, en duygusal damarına basarak Arapları bölgeye yerleştirdiler. Baraj uygulamaları ve ihtiyaçlar üzerinden bunu gündeme getirince Kürtler de tarihi bir misafirperverlik özelliğine sahip, böylece Araplar bölgeye yerleştirildiler.

En büyük tarihi hata, en büyük soykırım uygulamalarından birisi o dönemde başlamış oldu. Bölgeye yerleştirilen Araplar üzerinden bölge Kürtsüzleştirilmek istendi. Kürtler inkâr edildi, kimliksizleştirildi, tüm Kürt varlığının ortadan kaldırılması hedeflendi. Şimdi aynı şekilde Kuzey Kürdistan’da bu uygulama hayata geçirilmek isteniyor. Tabi seçilen bölgeler ilginç, biri Cizre, Gever, Nusaybin hattı direnişlerin en yoğun olduğu hat, diğeri ise direniş potansiyelinin en yoğun olduğu Kızılbaş Alevi halkımızın yaşadığı hat. Amaç tabi ki yeni stratejik kentler oluşturmak, geçmişte köyleri göçertirken şimdi kentleri göçertmektir. Kürt kentlerinin boşaltılmasını, göçertilmesini sağlamak istiyorlar. Kalanlar da yeni inşa edileceği iddia edilen kentlerde istedikleri gibi kalamayacaklardır adeta kentler içerisinde bir kamp şeklinde, toplama kampına alınmış bir halk gerçekliği şekline getirilecektir. Göç ettirebildiklerini ettirecekler kalanları da büyük bir baskı ve zulüm cenderesi bekliyor. Katliamdan kurtulanlar olursa onları da adeta yeni kültürel auschwitz kampları yani diğer deyişle imha kampları bekliyor.

‘AFAD KAMPLARI DAİŞ’İN HER TÜRLÜ EĞİTİMİNİN YAPILDIĞI KAMPLARDIR’

Maraş’ın Narlı Terolar bölgesinde inşa edilmesi düşünülen kamp, aynen geçmişte ‘Arapların toprakları baraj altında kaldı, ihtiyaçları vardır, kapınızı açın, topraklarınızı açın’ denilerek bir hilebazlıkla Araplar bölgeye nasıl yerleştirildi. Aynısını şimdi Türk rejimi yapıyor. ‘Suriye’de savaş var, göçmenler gelecek dolayısıyla bu topraklara yerleşmeleri çok doğaldır’ biçiminde masumane bir kılıfa büründürerek yapıyor. Ama kesinlikle herkes bilmeli ki oraya Suriyeliler değil DAİŞ getirilecek, bu çok nettir, kesinleşmiştir. Tüm AFAD kampları DAİŞ’in her türlü eğitiminin yapıldığı kamplardır, bu kanıtlanmıştır. Terolar bölgesi başta olmak üzere Suruç, Pazarcık, Zile bölgesine kadar uzanan bölge Alevi nüfusun yoğunlukta olduğu, dolayısıyla en büyük direniş potansiyeli olan yerlerdir. Bu yüzden deyim yerindeyse Kürdistan’la Türkiye sınırının sömürgecilik açısından güvenceye alınmasının adımları atılıyor. Ne pahasına Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının tamamlanması pahasına. Ben buna bir tekrarı bir benzeri demiyorum. Bir tekrarının olması demek örneğin Maraş’ta belki 5 yüz kişi 6 yüz kişinin yeniden katledilmesi anlamına gelebilir ki umarız öyle bir durum yaşanmaz fakat bu tehlike var apaçık. Ama bundan daha büyük bir tehlike var, tekrarından ziyade o katliamın tamamen sonuca götürülmesi, tümden imha hedefleniyor. Hedef budur, amaç budur eğer bu amaç bu hedef görülmezse gerekli tedbirler de zamanında alınamaz.

Terolar halkı bu amaçtan çok emin ve çok onurlu bir direniş sergiliyor. O bölgedeki Alevi halkımızın direnişi tüm halklarımız tarafından sadece Kürdistanlı değil, Türkiyeli Aleviler ve tüm demokratlar tarafından desteklenmelidir. Sezgisel olarak ve bilinçle bu direnişi geliştiriyorlar çünkü bunun bir imha operasyonu olduğunun farkındalar. Bu operasyon bir imha saldırısıdır. Oluşturulmak istenen kamplar, mülteci kampı değil aslında o mülteci kampları adı altında bölgedeki Alevi halkımız kültürel Auschwitz kamplarına alınacak. Bunu böyle okumak böyle anlamak gerekiyor, yeni kentleri böyle tarif etmek gerekiyor. AKP’nin oluşturacağı kentler kesinlikle kültürel Auschwitz kamplarıdır başka bir anlam taşımaz. Böyle bakılır böyle değerlendirilirse elbette buna karşı gerekli olan direnişte sonuç alıcı düzeyde büyütülür ve yaygınlaştırılır.

Geçmişte Arap kemeri projesine karşı Rojava halkımızın özellikle Arap milliyetçiliği karşısında bir refleks olarak Kürt milliyetçiliğine düşmemesi olumludur. Bu halkların birbirini kırmasına kadar gidebilirdi, bu tehlike ortaya çıkabilirdi ama Kürtler milliyetçi duygularla hareket etmediler. Fakat ulusal bilinç yönü de zayıf oldu, geçmişte ulusal bilinç zayıf olunca Arapların hangi amaçla bölgeye yerleştirildiği tam anlaşılamadı, bir kere girdiler ve bir daha gitmediler. Günümüzdeki DAİŞ gerçekliği bugün Rojava’da birçok bölgede zorlayıcı unsur durumundaysa bunun altında zamanında geliştirilemeyen tavırlar vardır. Aynı şekilde Kuzey Kürdistan’da da zamanında bu tavırlar geliştirilmezse, AKP istediği şekilde istediği bölgede at koşturursa bunun önü daha sonra alınamaz. Bu nedenle önleyici direniş en ileri düzeyde geliştirilebilmelidir.

ALEVİ HALKIMIZ CHP’YE UMUT BAĞLAMAMALI

Alevi halkımızın bu katliamı, bu soykırımcı girişimleri bu kamp girişimlerini durdurmasını CHP’den de talep etmesi doğaldır. Bu konuda CHP’yi sıkıştırması da iyidir. Ama umudunu CHP’ye fazla da bağlamaması gerektiğini düşünüyorum, kendi direnişini kendisi örgütlemeli. Aynı zamanda uluslararası bir direnişe dönüşmeli. Neden CHP’den istememeli, çünkü CHP’nin başında olan kişi Kemal Kılıçdaroğlu bugün HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına evet diyeceğini açıklamış bir isimdir ve bu ismin artık halkımız tarafından çok iyi tanınması gerekiyor.

Kemal Kılıçdaroğlu kimdir? Nasıl ki Erdoğan Kürt soykırımı için yetiştirilmiş bir özel savaş elemanıysa, Kemal Kılıçdaroğlu’da Seyit Rızaların idamını gerçekleştiren, organize eden İhsan Sabri Çağlayangil’in bizzat yetiştirdiği bir kişidir. İhsan Sabri Çağlayangil’in yetiştirdiği bir devlet memurudur. Dolayısıyla devlet politikalarını sürdürmekten sorumludur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başında olduğu bir CHP; direnişçi Aleviliği denetimde tutma, ılımlılaştırma, sistem içine çekme CHP’sidir. Böyle bir misyonu böyle bir görevi vardır. Bu durum soykırım kamplarının veya DAİŞ kamplarının Alevi bölgelerinden çekilmesi, bölgelerine kurulmaması için CHP’den talepte bulunmamayı gerektirmiyor. Evet, talepte bulunmak, sıkıştırmak CHP gerçekliğinin açığa çıkmasını da sağlayacak. Bu süreç CHP açısından tam bir turnusol rolü görüyor. Hem genel Kürt toplumu açısından hem de Alevi toplumu açısından karşı karşıya olunan saldırılar CHP’yi daha fazla açığa çıkarıyor, çıkaracaktır. CHP’nin ne olup olmadığını herkes çok yakında bütün çıplaklığıyla görecektir.

Bir de Botan hattı var, burada da bir kuşatma söz konusu. Bir yandan da AKP, Kuzey Kürdistanlıların Rojava ile olan bağlarını da kopartmak istiyor. Bu çerçevede ele alırsak, talan edilen Botan kentlerini ne bekliyor? Mültecileri buralara da yerleştirme durumu gelişebilir mi?

Botan daha yoğunluklu çatışma bölgesi olması itibariyle Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirme konusunda, Batı Kürdistan tarafında olduğu kadar hevesli görünmüyorlar. Fakat bu bölgelerde de kentlerin boşaltılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Tüm Botan’ı insansızlaştırmaya çalışıyorlar, yapmak istedikleri budur. Geçmişte bunu defalarca denediler köyleri boşalttılar, bugün tüm Botan kentlerini boşaltmak istiyorlar. Böyle bir plan ve uygulama var. Saldırılarına karşı halkımızın, gençlerimizin kazdığı hendekleri alabildiğine abartıp korkunç bir soykırım gerekçesi yapanlar bugün kendileri her tarafa hendek kazıyor ve duvar örüyor. Asıl olarak bunlar utanç hendeği ve utanç duvarıdır.

Bir halkın üzerine bu şekilde sömürgeci uygulamalarla gidilmesi ilk değildir. Dünyada birçok sömürgeci emperyalist güç benzer uygulamaları yapmıştır ve hepsi de bugün utançla anılmaktadır. Günümüzde de AKP’nin yapmaya çalıştığı uygulama benzer bir uygulamadır hem kendilerince bir güvenlik mantığı oluşturuyorlar hem de halkı boşaltmaya çalışıyorlar. Üstelik dünyada bir ilk olarak resmen ‘güvenlik barajı’ adını vererek, Botan genelinde yetmişe yakın bu şekilde baraj oluşturdular. Bunlar Devlet Su İşleri belgelerinde, kayıtlarında, resmi evraklarında ‘güvenlik barajı’ adıyla uygulamaya koydukları barajlardır. Sadece on bir, on iki tanesi Şırnak il sınırları içerisinde, sınır hattı boyunca uzanıyor. Şimdi böyle barajlar yaparak güvenlik oluşturmaya çalıştılar kendilerince, nafile, sonuç alamadılar. Kentlerin çevresinde ve Rojava’yla, Kürdistan’ın yeniden paramparça edilme girişimleri söz konusudur. Bunu böyle anlamak gerekiyor. Fakat AKP’nin anlamadığı şey; 20.yy’da yaşamıyoruz. 20.yy’da Kürt iradesi yoktu ama 21.yy’dayız ve kırk yıllık mücadelenin muazzam bilinçlendirdiği, direnişçi hale getirdiği bir halk gerçekliği var. Tüm Kürdistan’ı boşaltamazlar, farz edelim bütün Kürdistan’ı boşalttılar ölülerimiz mezarlarından kalkar ölülerimizin kemikleri onlarla savaşır, ne sanıyorlar, burası Kürdistan’dır.

Peki, ne olacak, ne olmalı?

Bugün AKP yeni anayasa yapma iddiasıyla zaman zaman gündem oluşturuyor ama zaten anayasayı parlamentoda yapma gibi bir dertleri yok. Yeni anayasayı tanklarla, ‘baraj’cılarla, ‘TOKİ’cilerle yapmaya başlamışlar. Onların anayasası bunlarla yapılıyor ama yapamayacaklar, halkın anayasası geçerli olacak, özyönetim anayasası geçerli olacak, tarih bunu herkese gösterecek.

Sur, Cizre, Nusaybin, Gever, Terolar yarın buna başka halkalar eklenecektir, halka halka direniş gelişiyor. Çünkü her yerde saldırı var. Elbette saldırının olduğu her yerde direniş gelişecektir. Bunun kadar meşru ve doğal başka bir şey olamaz. Medya gücünü kullanarak her türlü demokratik ve meşru talebi ve direnişi terörist eylem olarak gösteriyorlar. Özellikle Türkiye kamuoyunda bir psikoloji oluşturmaya çabaları karşısında direnişin anlamı, güzelliği ve büyüklüğünü bizim de her tarafa taşırmamız, yaygınlaştırmamız yaygınlaştırırken de görünür kılmamız ve tanıtmamız gerekiyor. Buna ihtiyacımız vardır. Bu anlamda tüm Türkiye halklarının özellikle de üniversitelerde okuyan, hangi milliyetten olursa olsun gençlerin, Kürdistan’daki Kürt ve Alevi soykırımına karşı dayanışma içinde olması gerekir. Tıpkı Rojava’da tıpkı Kobanê direnişinde gösterilen direnişin bugün Kürtler ve Aleviler için gösterilmesi, o dayanışma ruhunun buralarda canlı hale getirilmesi önemlidir.

Böylesi direniş süreçleri, bu kadar büyük anlam taşıyan direniş süreçleri her zaman imkan dahilinde olmaz. Saldırılar çok büyük ama buna karşı büyük bir direnişte var. Tüm gençlerin bu tarihi fırsatı kaçırmaması, direnişin tam ortasında olması gerekiyor. Bu anlamda Türk, Arap, Çerkez, Gürcü, Laz, Alevi, Sünni, Demokrat, Müslüman, sosyalist, devrimci tüm gençleri Kürdistanlıların ve Alevilerin direnişine katılmaya çağırıyorum.

Ayrıca Suriçi’nde yasal yolların fırsatını AKP baştan itibaren kapatmış bulunuyor. Fakat uluslararası kuruluşlar mutlaka devreye konulmalı, hukuki yollar mutlaka takip edilmeli. Bu konuda halkın avukatları var, onlar dinlenmeli. Diyarbakır Mimarlar Odası bu konuda çeşitli bilinçlendirme faaliyetleri yürütüyor. Çeşitli açıklamalar yapıyor bunlar oldukça demokratik ve mantıklı görünüyor. Bunlara önem verilmesi, takip edilmesi ve esas alınması gerekiyor. Ama bunlardan daha önemlisi halkın direniş ruhunu ve birliğini pekiştirmesi, buraları savaş rantçılarına ve AKP’ye asla terk etmeyeceğiz diyen Anaların esas alınması ve onların yanında olunması gerekiyor. Bu direniş bu şekilde sonuca ulaşır, bu şekilde başarı kazanılır. O zaman Sur’u, Silopi’yi, Cizre’yi AKP değil bizzat oranın sahibi olan halk kendisi inşa eder, halk kendi dayanışmasıyla yine toplumsal kültürüne uygun şekilde inşa eder. Bunu başarır, bunu başaracak güce de sahiptir. Fakat bükünki saldırılara karşı verilecek en anlamlı yanıt topyekûn mücadele seferberliğini geliştirmektir. Böyle bir yanıt oluşturmak gerekiyor. Bunun için geç kalınmaması gerekiyor. Kim nerede ne yaparsa demeyeceğiz, bütün kurumlar yan yana gelip tartışıyor fakat bunların hızla eylem planına dönüştürülmesi ve dünya çapında yankı uyandıracak düzeyde “direniş gerekçesi” yapılması gerekiyor. Toplumsal direniş ile karşı durulabilir. Soykırıma karşı en büyük panzehir toplumsal direniş ruhunu ve onun moral gücünü korumaktır. Özgürlük tutkusunu zerrece azaltmamaktır. Bu ruhla başarılır. En büyük zorluklara bugüne kadar nasıl ki göğüs gerildiyse bundan sonra daha fazlasına da göğüs gerilir ve birliğimiz bu anlamda korunursa kesinlikle soykırımın hedeflediği, saldırı altında tuttuğu toplumsal kültürümüz korunur. Yarınlara damgasını vuracak olan AKP değil sömürgecilik ve soykırımcı zihniyet değil, halkın öz ve öz kendi kültürü ve özyönetim gerçekliği olur.