Çağlar: ‘Master Planı’ daha fazla kan dökülmesine katkı sunmaktan başka bir işe yaramaz

Prof. Dr. Gazi Çağlar, Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı “Yeni Master Planı”nı, “Bu Master Planı oyalamaktan ve daha fazla kan dökülmesine katkı sunmakta başka işe yaramaz” olarak yorumladı.

Prof. Dr. Gazi Çağlar, Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı “Yeni Master Planı”nı, “Bu Master Planı oyalamaktan ve daha fazla kan dökülmesine katkı sunmakta başka işe yaramaz” olarak yorumladı.

Türk başbakanı Ahmet Davutoğlu, geçtiğimiz hafta Mardin’de içerik olarak eskinin devamı olan ‘Yeni Master Planı’ açıkladı. AKP ve çevresindeki yapılar, bu ‘Master Planı’nı yeni bir ‘paket’ gibi göstererek topluma pazarlamaya çalışıyor.

Kürtler ve demokratik kamuoyu ise bu paketin son 30 yıldır açıklanan onlarca paketlerin devamı olarak değerlendiriyor.

Peki, 10 maddelik bu ‘Master Planı’ ne anlama geliyor ve gerçeleşme şansı nedir. Konuyu Prof. Dr. Gazi Çağlar ile konuştuk.

Prof. Dr. Çağlar, “Bu Master Planı oyalamaktan ve daha fazla kan dökülmesine katkıda sunmakta başka işe yaramaz” diyor.

İşte Prof. Dr. Gazi Çağlar’ın sorularımıza verdiği yanıtlar:

Davutoğlu’nun açıkladığı 10 maddelik ‘Master Planı’nın 1. Maddesinde psikolojik unsur kavramı var. ‘Millet ile devlet arasındaki farklar kalkacak’ diyor. Bunu söyleyen devlettir. Bu tanım, millete ve tabiki doğrudan Kürtlere nasıl yansıyacak?

Önce AKP’nin ve Davutoğlu’nun dilini tercüme etmemiz gerekir. Devlet ve millet kavramları bu dilde modernleşmenin etkisiyle de oluşan gündelik dildeki anlamlarına denk gelmemektedir. Kendisini 100 yıllık parantezi kapatacak bir restorasyon hareketi olarak tanımlayan AKP’nin ideolojisinde devlet “ad-daula al- islāmīya”dır, yani entegralist bir anlayışa tekabül eder. Yaşamın tüm alanlarını katı şekilde düzenlemenin bir parçasıdır. Allah bu zihniyete göre, mutlak hakimiyetin sahibidir ve zaten Kuran ile tüm insanların yaşam biçimine yasal çerçeve sunmuştur. Devlet ve yöneticilerin görevi, Allah’ın yeryüzündeki idarecileri olarak hareket etmek ve bu ilahi hukuku korumaktır. İslamcı devlet anlayışı, din ve devletin İslamda birliğini savunur. AKP’nin neoliberal kapitalizm şartlarında restore etmek istediği Osmanlı’da bunun karşılığı padişah-halife birliğidir, yani aynı monarşik yöneticide temsil edilmesidir. Millet ise, AKP ideolojisinde modern anlamda ulus değildir, yani özetle Fransız devrimi ile doğan ve monarşik devlet anlayışına karşı tüm yurtdaşların eşitliği fikrine dayanan birlik değildir. Modern ulus kavramının hem demokratik hem de otoriter-etnisist tanımına uymaz. Davutoğlu’nun dilinde millet Sünni ümmettir, yani Sünni inançlıların teorik birliği. Erdoğan şimdilerde Türkçü millyetçilikle de beslemektedir bu zihniyeti, bu anlamda kısmen otoriter-etnisist anlyayışla da çakışmaktadır.

Özetle Davutoğlu ‘millet ile devlet arasındaki farklar kalkacak’ dediğinde anlamamız gereken ‘devlet- ümmet’ bütünlüğüdür. Bu bütünlük ise elbette ideolojik bir fiksiyondur, yani gerçekte ne tarihte ne de günümüzde böyle bir bütünlük olmamıştır, ne Muhammed döneminde, ne İslamcıların öve öve bitiremedikleri dört halife döneminde, ne daha sonra devlet-ümmet bütünlüğü gerçekliğe denk düşer. Gerçek tarihsel ümmet, hep sınıfsal ve hatta kültürel-dinsel açıdan çok parçalı olmuştur ve hatta birbirine karşı düşmanlıklarla dolu bir tarihe sahiptir dini yorumlar bile. Millet-devlet bütünlüğünün karşılığı yoktur.

Yani hep bir ideolojik meşruiyet aracı olmuştur. Ama gerçekte neyi meşrulaştırmaktadır?

Sınıflı toplumlarda devlet ile toplum bir ve aynı değildir. Ancak bu toplumlar sınıf savaşlarında yok olmamak için sözde tarafsız üçüncü bir güce, genelin çıkarlarını temsil eden, sınıf mücadelelerini bastıran veya gerekli yasalarla düzenleyen sözde sınıflar üstü bir güce ihtiyaç duyar. Bu üçüncü güç devlettir. Bu devlet gerçekte ekonomik açıdan güçlü ve egemen sınıfın politik açıdan da egemenliğinin aracıdır. Bugün kapitalizmde burjuva devleti, burjuvazinin feodalizme karşı egemenliği ele geçiriş biçimlerine ve ezilen sınıfların mücadelelerine göre farklılıklar gösterir. Yani burjuva devlet aygıtı, ülkeden ülkeye değişir, geleneklerin, enternasyonal faktörlerin, bürokrasinin, militarizasyonun etkilerine göre çeşitlilik arzeder. Ama devlet sınıflı toplumlarda her koşulda toplumdan doğmuş, ama topluma yabancılaşmış bir aygıttır. İşte bu özelliği ve bir sınıfın aracı oluşu, onun ideolojik meşruiyete ihtiyaç duymasını sağlar. Bu meşruiyeti sağlayan farklı ideolojiler mevcuttur. Bunlardan birisi ve bugün dünyamızda da yaygın olanı parlamenter devleti meşrulaştıran liberalizmdir. Kısmen devlet-toplum çelişkisini tanır ve temsil mekanizması ile ortadan kaldırıldığını öğütler. Yani devletin temsil aracılığı ile ulusu simgelediğini düşünür. Bir diğeri devlet-toplum çelişkisini ortadan kaldırdığını sanan, tüm toplumsal ve siyasi alanların devletleştirilmesiyle, yani Carl Schmitt’in kavramlaştırmasıyla “total devleti” yaratmasıyla bu yabancılaşmayı aştığını sanan faşizmdir. Organizist bir devlet anlayışıdır, totaliter bir egemenlik biçimidir.

İslamcı devlet anlayışı da bu organizist devlet modeline çok benzer. Demokratik ulus devlet konseptleri karşısında "devlet-millet" bütünlüğü, İslamcı devlet anlayışını, yani "Sünni İslam ümmeti-devlet bütünleşmesini", özetle başkan-halifenin kullarını kendisine tabi kıldığı egemenlik aracını ifade eder. Organizist devlet teorisi babanın kuvveti üzerinden egemenliği ve dolayısıyla insanlar arası eşitsizliği onaylayarak gerekçelendirmeyi ve değişime karşı korumayı hedefler. Davutoğlu’nun dilinde devletin “merhamet”, “şevkat” gibi kavramlarla süslenmesinin manası da budur. İslamcı-faşizan devlet-ümmet (millet) bütünleşmesi, aydınlanmaya, insan haklarına, demokrasiye ve sınıf mücadelelerinin normalliğini tanıyan barışçıl siyasal çatışma formlarının tamamını reddeder, çünkü bunlar dönüşüm ve değişimi mümkün kılar. İşte Türk tipi başkanlık dayatması da uluslararası ve ülke sermayesi için karar süreçlerini hızlandırmasının yanısıra bundandır. Hilafet de hemen arkasından bu sebeple dayatılacaktır.

Bu anlayışın topluma ve Kürtlere yansıması ne olacaktır?

İdeolojik meşruiyet söyleminin tüm süslü “şefkat” ve “merhamet”inin aksine toplum ve Kürtler kullaştırılacak, biat ilişkisinin biat edenleri haline getirileceklerdir. “Millet ile devletin arasındaki farkların kalkması”, hak isteme bilincinin köreltildiği, devlete ait, bir nevi devletin mülkü toplum ve elbette bu arada Kürtler yaratacaktır. Hedef budur. Çünkü özgürlükler ve haklar istemek için farkın kabulü şarttır, yani mesela devlet ile Kürtlerin bütün olduklarının reddi gerekir. Ki gerçek olan da budur. Hedeflenen Sünni ümmet kalıbına hapsedilmiş halkların devlete kayıtsız şartsız itaatidir, devletin ve dinin bütünlüğü babında başkan-halifeye biat ettirilmesidir. Özetle birinci maddenin anlamı budur.

AKP öteden beri ‘Kamu Güvenliği’ne takmış durumda. Kamu Güvenliğinden anladıkları nasıl bir sistemdir? Yine Master Planı 2. Maddesinde ‘Kamu Güvenliği’ sağlanacak deniliyor. Bu çerçeveden bakıldığında, devlet Kürdistan’da nasıl örgütlenecek?

Yukarıdaki programatik hedef ve devlet anlayışı, özünde gizli servis-ordu-polis-ispiyonculuk ağlarının güçlendirilmesine dayanır. Sadece Kürt bölgelerinde değil, tüm Türkiye çapında. Toplumun ve mekanların militarizasyonuna dayanır. Her devlet, şiddeti monopolize eder, yani kendisinden başka tüm güçlerin şiddet kullanmasını yasaklar. Bu tüm burjuva devletlere özgüdür. Ancak temsili demokrasinin uygulandığı ülkelerde en azından teoride devletin şiddet aygıtı hukuksal çerçeveye oturtulur ve kontrol edilir. Devletin şiddet tekelinin Türkiye’de hukuksal sorumluluğu ve hesap verme kültürü ise eskiden beridir zaten çok cılızdır. Özellikle 12 Eylül rejiminden bu yana kontrolsüzleşmiştir. AKP dönemi de sanıldığının aksine ordu vesayetine son verme dönemi değil, ordunun, polisin, gizli servislerin devasa güçlendirilip büyütüldüğü bir dönemdir. Bu dönemde de halka karşı işlenen suçlardan dolayı bu kurumların hesap verdiği neredeyse görülmemiştir. Erdoğan rejimine karşı çatlak ses çıkaranlardan hesap sorulmuştur kısmen. Ama halka karşı işlenen suçlar ortadadır halen. Kürt bölgelerinde bunun anlamı şudur: Kalekollar, karakollar, istihbarat birimleri, ordu güçleri, korucu güçler, hapishaneler, ispiyoncu ağları güçlendirilecektir. Kamu güvenliğinden burada kasıt, devletin güvenliğinin sağlanmasıdır, toplumun ve insanların değil. Onların can güvenliğine, toplumsal güvenliğe askeri-polisiye mantık çıkarlarına göre karar verecektir.

3. Maddede ‘Kapsamlı demokratik reform süreci, yeni anayasa’ falan deniliyor. İçerik önceki madde ile çelişiyor. ‘Yeni Anayasadan’ kastedilen mevcut fiili durumu yasallaştırmak mı?

AKP’nin 12 Eylül anayasasından daha “özgürlükçü”, daha “demokratik” bir anayasa yapma propagandasına inanmak, AKP rejiminin karakteri ile ilgili en az 2010 referendumundaki “yetmez ama evet” tavrı kadar faydalı budala yerine konulmak olur. Bekir Bozdağ, bugünkü fiili durumu “kuvvetler ayrılığı yok”, yargı ve “yasama yürütmeye bağlı” diyerek kendi ağızlarından doğru tanımlıyor. Bu fiili durumun tanımı ise politik bilimlerde de diktatörlüktür. AKP rejimi, meclisi itibarsızlaştırıp tam denetimine aldı, muhalefet partilerinin meclis süreçlerinde her hangi bir etkin işlevi yok. Yargı zaten yürütmenin emrinde. Son “Barış için Akademisyenler” olayında açık örneği bir kez daha yaşandı. Erdoğan işaret edip saldırıyor, yargı zıplayıp soruşturma başlatıyor. Yine tutuklu gazeteciler konusunda da aynı işleyişle karşı karşıyayız. Türkiye’de 12 Eylül anayasasını bile rafa kaldırmış, “tanımayan”, yasal mevzuatlara uymayın diyen, Kürt halkına karşı büyük bir tahrip savaşı yürüten, tüm muhalefeti susturmaya çalışan, tüm kararları saraylının iki dudağı arasına sıkıştırmış fiili bir diktatörlük var. Yeni anayasa ile istenen bu diktatörlüğe “Türk tipi başkanlık sistemi” ve buna uygun devlet yapılandırılmasıyla meşruiyet kazandırmaktır. AKP, olsa olsa 12 Eylül Anayasası’ndan bile daha gerici, daha faşizan, daha baskıcı bir anayasa yapabilir. HDP ve CHP’nin bu anayasa komisyonu oyunlarında yer almaları anlaşılabilir bir durum değildir. Mezhepçi AKP faşizmi ile demokratik bir anayasa yapılabileceği büyük bir aldatmacadır. Tarihte faşizmin demokratik anayasa yaptığı görülmemiştir, Türkiye’de de görmeyeceğiz. Muhalefet partilerinin komisyona katılımı, AKP’ye meşruiyet cilası çekmekten başka işlev görmeyecektir.

4. Madde Sosyal seferberlik olarak ifade edildi. Davutoğlu’nun kullandığı ‘sosyal seferberlik’ kavramı tam olarak nedir?

AKP, hukuk devletinin temel ilkelerini çiğnediği gibi sosyal devlet politikalarının da evrensel temel ilkelerini çiğnemektedir. Sosyal politikalar, sadaka değil, haktır, evrensel insan haklarının sosyal haklarla genişletilmesinden doğan, uluslarası mücadelelerle elde edilmiş haklardır. AKP’nin bu manada sosyal politikaları yoktur, yoksulluğa karşı savaşı değil yoksullara sadaka sistemini ön gören arkaik bir anlayışı ve pratiği vardır. Dolayısıyla sosyal seferberlik ile kastedilen şudur: Devletin yandaş yaratmak için kullanılan “sosyal” destek ağlarının yandaş Kürt yaratmak için kullanılması, İslamcı STK’ların, vakıfların, Diyanet kurumlarının Kürt halkının üzerine sürülmesi ve sosyal kontrolü sağlayacak şekilde örgütlendirilmesi… Sosyal seferberlik dediği budur, yani asgari harcamalarla azami sosyal denetim sağlama seferberliği…

5. Maddede AKP çevrelerinin pek önemsediği bir çerçeve var. ‘Ekonomik destek sunulacak’ diyor. AKP bölgede kendi sermayesi için nasıl bir alan açacak?

Büyük bir utanmazlıkla yakıp yıktıkları, tanklarla-toplarla imha ettikleri bölgelerde “gülistan” inşaa edeceğiz diyorlar. Barbarlık, hep süslü dilin ardına saklanmıştır. Auschwitz toplama kampında oranın komutanı klasik müzik eşliğinde balkona çıkarak yahudi, komünist vurma seansları düzenlemiştir. AKP pratiği de barbarlıktır, dili ise süslüdür. Binlerce yıllık dinci insan etkileme sanatının tüm tekniklerinden faydalanmaktadırlar. Soruya gelecek olursak AKP’nin ekonomik destek programı bölge kaynaklarını yandaş sermayeye pazarlanmasından ibaret olacaktır. Burada özel bir çabayla AKP güdümlü bir Kürt sermayesi de geliştirmeye çalışacaklarından şüphe duyulmamalıdır. Devletin bölgeye ayırdığı kaynaklar da ihale ve taşeron şirketler aracılığıyla devlete bağlılık kriterine göre dağıtılacaktır. ‘Yeni ilçeler inşaa edeceğiz’ diyorlar. Mesela Kürt emekçilerine de buralarda ucuz inşaat işgücü olarak kölelik yapmak düşecektir. Kürt halkının ezici çoğunluğunun bölgede paylaşılacak kaynaklardan payına herhangi bir şey düşmeyecektir. Aslında tüm master plan bilinen tarihsel “şark ıslahat planının” İslamcı dille süslenmiş versiyonudur.

6. Maddede ‘yıkılan tüm şehirleri yeniden yapacağız’ deniliyor. Şehirler neden yıkıldı ve nasıl yapılacak? Yıkılmış tarihi mekanların ‘yeniden yapılması’ nasıl bir fikrin dışavurumudur?

İstenen açıktır: Kürt kentlerinin tarihsel sosyokültürel dokusu mimarisiyle birlikte yok edilecek, vahşetle boşaltılan alanlar yağmalattırılacaktır. “Kentsel dönüşüm”, modern sömürünün ve alan hakimiyet ve kontrolünün aracıdır ve Türkiye’de denetimsiz-yağmacı tarzlarda, başka ülkelerde gentrifikasyonun daha yumuşak biçimiyle noliberal dönemde sürekli gündemdedir. Kürt kentlerine yönelik ise görülmemiş bir devlet terörü eşliğinde tam bir tahribat politikası uygulanmaktadır. Bir kentin mimarisi dahi oradaki sosyal ilişkilere, mücadelelere, tarihsel öncüllerine vs. işaret eder. Yani kentler aslında toplumsal hafızalardır. Kürt kentlerinin barbarca tahrip edilmesi ve yerine TOKİ’nin ucube binalarının dikilmesi bu sosyokültürel ve toplumsal hafızanın da yok edilmesine yöneliktir: Kürt kimliğini, tarihini, kaynaklarını yağmalama ve yeniden inşaa etme projesidir. Bir yönü de TOKİ tarzı planlamanın “kamu güvenliğini” basitleştirici işlevidir. Denetlenmesi daha basit bölgeler yaratılacak. Yersiz-yurtsuz bırakılmış Kürt aileleri bu evleri alarak borçlandırılacak ve kredi ödemek zorunda olmaktan kaynaklı itaate zorlanacak vs. Yıkılmış “tarihi mekanların” yeniden yapılması nasıl bir mantık mı? Ankara’ya bakmak, Melih Gökçek’in sözde tarih çağrıştıran ucube “eserlerine” bakmak yeterlidir. Karın ön planda olduğu, sözde İslamcı-Türkçü uyduruk motiflerle klişeleştirilmiş binalar yaparlar ve “tarihi eser” diye yutturmaya çalışırlar. Bunların tarihle, mimariyeyle, kültürle ilişkileri hep yutturmaca ve yağmacalıktan ibarettir.

7. Maddede etkin iletişim stratejisi izlenecek deniliyor. Bu süreçte psikolojik savaş ve kara propagandaya nasıl bir rol verilmiş?

Yalana ve kara propagandaya hizmet eden ağ oluşturulacak ve tek merkezden yönetilecek ve beslenecek diyor. Muhalif medyayı baskı altına alarak tasfiyesine çalışmak, yerelden bölgesel düzeye ve ülke geneline kadar tüm genel iletişim ağlarını denetim altına almak, istedikleri haberleri yayınlatmak, istemediklerini sansürlemek, sosyal medyaya yönelik çalışma birimleri oluşturmak, camiler, okullar, sinemalar vb. gibi tüm alanlar üzerinden propagandayı yoğunlaştırmak… Birçok metod sayabiliriz. Hedef manipülasyona yönelik etkin bir ağ kurmak. Hedef gerçekleri susturmak, çünkü gerçek diktatörlüklerin en büyük düşmanıdır. AKP ise manipülatif kara propaganda ve nefret kampanyaları uzmanıdır. Etkin iletişim stratejisi elbette kavramların da içini boşaltıp onları tasfiye okları haline getirecek. İlk örneklerini ağızlarından duymaya başladık: Cizre’yi, Sur’u tankla-topla yıkan, sivil öldürenler “faşist” değil, direnenler, HDP “faşist”miş vs.

Kürtlerin özerklik, özyönetim taleplerine ‘Master Planı’nın 8. Maddesinde yanıt veriliyor. Yerel yönetimler daha fazla kıskaca alınacak. Pratik anlamda bu DBP’li belediyelere nasıl yansıyacak?

Türkiye içerisinde öz yönetim ve demokrasi önerisini tartıştırmamak için savaşa ve karalamaya boğan AKP, belediyeler kanunlarında düzenlemeler yaparak gerekiyorsa belediyeleri kayyumlarla yönetmeye gidecek. Bu AKP’nin demokrasi anlayışının da iyi bir belgesidir: ‘Beni seçmeyen, bana tabi olmayan seçimleri ve sonuçlarını tanımam’ diyor açıkça. DBP’li belediyelere yansıması da aslında şu andaki icraatlarından görülebilir: Seçilmiş belediye başkanları görevden alınacak, bu belediyeler mali kontrol baskısına tabi tutulacak, teröre destek suçlamasıyla itibarsızlaştırılıp AKP’ye bağlı personel değişikliklerine gidilecek vs.

‘Yeni milli birlik ve kardeşlik’ retoriği yine devrede. ‘AKP’nin Kürdü’ diye bir kavram çıktı son dönemde. Bu kesimle kurulacak ve aslında var olan sofradan mı bahsediliyor?

Evet, tam da ondan bahsediliyor. AKP hızla kendine bağlı STK’lar kurduracak, İslamcı Kürdlerin politik hareketlerine itibar kazandıracak, kendine bağlı din adamlarından, kendine bağlı aşiretlerden, üniversiteden, müzikten vs. takviye ederek sözde geniş bir “milli birlik ve beraberlik” projesi masası oluşturacak. Buraya Barzani yanlısı siyasal grupları da katmaya çalışacaklarını sanıyorum. Yani bölgede temsil düzeyi % 5’i geçmeyen grupları ve şahısları Kürt halkının meşru temsilcileri olarak pohpohlayacaklar. Oy oranı % 95’lere varan HDP’yi ise Kürt özgürlük hareketiyle birlikte yalnızlaştırıp tasfiye etmeye çalışacaklar. Çok yakında bu masayı kurabilirler. Ancak buradan çözüm çıkar mı? Elbette hayır. Barış, savaşan güçler arasında olur. Barışın temelleri temsil düzeyi % 95’lere varan HDP ile atılabilir. Kürt halkına onurlu, eşit demokratik bir barış sunamayan masaların şansı olduğunu düşünmüyorum. Oyalamaktan ve daha fazla kan dökülmesine katkıda bulunmaktan başka işe yaramaz.

Son maddede ‘Tüm Ortadoğu’da birleştirici ruh hareketi başlatılacak’ dedi Başbakan. Bunu inanarak mı söyledi sizce? Zira bunun iki yolu var, ya mevcut dış politika devam edilecek ya da sıfır ihtimalle özeleştiri yaparak yapacak. Hangisi sizce?

AKP, özeleştiri kavramını tanımaz. Özeleştiri yeteneği, yanlış siyasetten dönme basiretinin olabileceğini gösterir. AKP’ye göre yanlış, kendi dışındaki herkestir, AKP hata yapmaz, “dik durur”. Elbette bu tarz hata üzerine hata yapmakla sonuçlanmaktadır. Ancak Türkiye’nin bir bütün olarak bölgede yalnızlaşmasına yol açan bu hataları AKP kendisi için hata görmez. Hata kavramı da yanlış aslında burada. Hata AKP’de genelde doğru çizgiyi var sayar ki, bu başlı başına yanlıştır. AKP Ortadoğu siyasetine devam etmekte, mezhepçi dış politikanın ve Kürt düşmanlığının gereklerini sistematik bir şekilde uygulamaktadır. Ruh hareketinden anlamamız gereken ise Sünni İslamcı dünyada halifelik tartışmasının temellerini atmaya ve bu doğrultuda İslamcı bir propgandaya başlamaktır. Elbette bu çerçevede Kürt dindarları da etkilenip entegre edilmeye çalışılacaktır. O kadar. AKP’de başka ruh aramak boşuna sallanan kürek olur.