‘Kobanê, bütün halkın savaştığı bir yerdi’

Bir Kobanê filmi çektiğini söyleyen “NUJİN” filminin yönetmeni Veysi Altay “Kobanê, sadece savaşçıların savaştığı bir yer değildi. Kobanê’de ev kadınları da savaşıyordu, Kobanê’de fırın işçileri de savaşıyordu" diye konuştu.

Bir Kobanê filmi çektiğini söyleyen “NUJİN” filminin yönetmeni Veysi Altay “Kobanê, sadece savaşçıların savaştığı bir yer değildi. Kobanê’de ev kadınları da savaşıyordu, Kobanê’de fırın işçileri de savaşıyordu, Kobanê’de yetmiş yaşında amcalar da savaşıyordu. Kobanê, Kürtlerin yediden yetmişe herkesin; sanatçısıyla, askeriyle, siyasetçisiyle, esnafıyla herkesin savaştığı bir mekan” dedi.

Altay, filme dair yürüttükleri çalışmalar, gözlemleri Kobanê direnişini ANF’ye attı.

“NUJİN” filmini çekmeye hangi sebepler itti?

Evet “NU JIN”, Kobanê Direnişi’nin ilk kısmını, şehit Peyman, Elif ve Arjin üzerinden anlatıyor, o nedenle, önemsediğimiz bir film. Elimizden geldiği kadarıyla, o dört ay içerisinde Kobanê’de ne oldubitti, biz Kobanê’de neye şahitlik ettik? Onu vermeye çalıştık, aktarmaya çalıştık.

Siz, özellikle Kobanê’yi çekmek için mi gitmiştiniz?

Kobanê’ye direnişe katılmak için gitmiştik. Yani; artık ne görev olsa, onu yapacaktık ama orda daha çok bir gazeteci olarak; haber, haber dosya hazırlamadım. Belgeselciyim. “NU JIN” hariç, üç tane belgesel filmim daha var. Ancak burada, özellikle Kobanê’de belgesel çekmek, Kobanê’yi belgeselleştirmek gibi bir niyetim yoktu. Daha çok Kobanê’de ne olup bittiğini dış dünyaya aktarmak istedik ve günlük en azından on, on beş sefer çektiğimiz görüntü, haber ya da röportajları Kürt basınına haber olarak geçiyorduk. Yaklaşık kırkın üzerinde program yaptık.

Sonra, Kobanê’de çektiğimiz görüntüleri, yaptığımız röportajları, tanık olduğumuz olayları ve Kobanê Direnişi’nin en azından bire bir şahitlik etmiş kameramızın topladıklarını, belgesel yapıp, insanlara ulaştırmayı düşündük. Bunu, daha çok üzerimde bir borç olarak da düşündüm. Çünkü görüntüsünü çektiğimiz, röportaj yaptığımız, birlikte mevzide kaldığımız, birlikte yemek yediğimiz, şakalaştığımız insanların birçoğu Kobanê’de yaşamını yitirdi, şehit düştü. Aslında bu belgesel, biraz onların anısınadır. Bunun üzerine gelişen bir çalışma. Viyan Peyman, buradaki karakterlerden bir tanesi. Viyan Peyman, Arin Mirkan şahsında, Kobanê’de şehit düşen arkadaşların anısına özellikle film yapmak istedim bu, sonradan geldi aklıma.

Evet, Viyan Peyman, mutlaka herkesin de dikkatini çekmiş bir portre, bir karakter. Özelliklede sanatçı yönü de öne çıkıyor. Ben şunu da dedim: ‘Kahretsin, Viyan Peyman’ın ne işi var orda.

Kobanê, sadece savaşçıların savaştığı bir yer değildi. Kobanê’de ev kadınları da savaşıyordu, Kobanê’de fırın işçileri de savaşıyordu, Kobanê’de yetmiş yaşında amcalar da savaşıyordu. Kobanê, Kürtlerin yediden yetmişe herkesin; sanatçısıyla, askeriyle, siyasetçisiyle, esnafıyla herkesin savaştığı bir mekan. Onun için, “neden sanatçılar savaştı?” sorusu Kobanê için biraz anlamsız kalıyor. Belki sanatçılar savaşlarını farklı yöntemlerle; sanatlarıyla, eserleriyle, sesleri, kameralarıyla yapabilirler ama Kobanê bunun dışında çok daha öznel ve farklı bir durumdur. Orda herkes savaşıyordu, herkes savaşmak zorundaydı. Çok büyük bir baskı, çok büyük bir saldırı vardı. Bir var olma ya da yok olma savaşıydı. Bu, sadece bir kentin varlığı yokluğu savaşı değildi, Kürdistan’ın varlığı yokluğuydu, Kürtlerin varlığı yokluğuydu. Kürtlerin ortaya koymaya çalıştığı sistemin varlığı yokluğuydu. Onun için herkes, orda savaşmak zorundaydı. Ayrıca, Viyan Peyman, Kobanê’de şehit düşmedi. Kobanê özgürleştikten sonra, Serekaniyê’de şehit düştü.

Viyan Peyman’ı Kobanê süreci öncesi tanımıyordum. DAIŞ çeteleri Kobanê merkeze girmeden, daha köylerde iken, operasyon yapmaya giden bir YPG-YPJ timinin çekimini yapmaya gitmiştik. Meğerse o hazırlık grubunun içinde Viyan Peyman da varmış. Daha sonra DAİŞ Kobanê’ye girdikten sonra, onunla bir röportaj yaptım, o zaman Viyan Peyman ile birebir tanıştık, sohbet ettik, röportaj yaptık. Sonra dönüp o görüntülere baktığımda fark ettim ki; ben Viyan Peyman’ı daha önce çekmişim. Ve onunla birlikte, Elif, Arjin, sivil bir anne, bir de Sedat Topçu o da Kulplu. Sedat Topçu; zaten röportajdan iki, üç saat sonra yaşamını yitirdi, şehit düştü. Bu karakterlerden oluşan, biraz Kobanê’nin ruhunu anlatan, anlatmaya çalışan bir belgesel oldu.

Peki neden “NUJİN” ismi?

Filme “Nujin” ismini verdik. Aslında savaşçılar bu ismi verdi “jin jiyane, jiyan berxwedane, berxwedan ji Kobanê’ye” Elif Kobanê’ye ait bu sözleri de filmin başına aldık. Bu aslında filmin ana temasını oluşturuyor. Yine Viyan Peyman’ın, “Kobanê’de direniş, direnmeye başladı” (Lı Kobanê berxwedan berxwe dıde) öyle bir direniş. Bunlar aslında, bir direniş, bir yeniden yaşam kurma felsefesini kurma mücadelesi. Bu filme, oradaki savaşçılar; Arin Mirkan, Viyan Peyman, Elif ve başka birçok savaşçı isim koydular.

Asıl olarak da ‘NUJİN’, Rojava’da, Kürdistan’da Kürtler, yeni bir yaşam oluşturmaya çalışıyorlar, film ismini oradan alıyor.

Kobanê artık çok işleniyor, zaten gerçeklik olarak da Kürtlerin hayatının içinde bir şehir. Kadının orada oynağı başat rol çok dikkat çekici. Erkek de var içinde ama temel olarak filmin bakış açısına yansıyan, kadının baskın durumu. Bu orada kadın devriminin gerçekleşmesiyle bağlantılı değil mi?

Evet, çok konuşuldu bu kadın devrimi, katılımı ya da oradaki kararlılığı ama ben durumun bahsedilenden daha büyük olduğunu düşünüyorum. Kobanê’de gerçekleşen bir kadın devrimi. Çok net bir şekilde şunu diyebiliriz ki; Kobanê’de kadın direnişe, sadece silahlı bir gerilla gücü, silahlı bir militan gücünün ötesinde, çok boyutlu, çok yönlü bir katılım gösteriyor. Nedir o? Moral aşılama, motive etme durumları, kararlı duruşları çok önemli burada. Herkesin moralinin çöktüğü bir anda yaptıkları eylemlerle, Kobanê’nin direnişini silahın ötesinde bir misyonla öncülük etmiş oldular. Çok net ve görünürdü bu. Mevzide en öndeydiler, moral aşılamada, motive etmede öndeydiler. Bazen üç gün, dört gün uyumadıkları dönemlerde bile, moralleri, motivasyonları çok yüksek. Üstelik omuz omuza savaştıkları erkek arkadaşlara, bize moral aşılıyorlardı.

Kobanê’deki direniş, zafer; sadece silahlı mücadeleyle kazanılmadı. Arkasında komple bir çaba ve yoğunluk vardır. Bu bütünsellik oluşturan yaklaşımda, öncülük eden de yine kadındır.

Bu filmin amacı da, onların verdiği o büyük mücadelenin çok küçük bir parçasını izleyiciyle buluşturmak- onlar aslında çok daha fazlasını da hak ediyor. -bunun aracılığıyla, bir nebze de olsa onları, dışa aktarmak ve tanıştırmayı hedefliyoruz.

Belgeselde dikkat çeken önemli bir husus; her yer yıkıntı, harabe içerisinde, yıkılmış binalardan arta kalan moloza dönüşmüş gri taş harabeler, demir yığınları. Gelen silah sesleri, devam eden çatışmalar, tahmini ölümler. Kobanê’nin rengi savaştır ve gridir. Dışardaki insana çok olağanüstü geliyor; bu manzara içerisinde, yeniden inşa, ona olan inanç kendini nasıl diri tutabiliyor?

Savaşın yıktığı sadece şehirler olmuyor. İnsanların psikolojilerini etkiliyor. İnsanların ruh sağlıklarını, geleceğini elinden alıyor, çocuklarını, yakınlarını, şehirlerini alıyor. Bu bir gerçek. Travmalar yaratır, toplumlar uzun bir süre kendini bu travmadan kurtaramaz. Bu doğru.

Kobanê’de fiziki yıkıntı biçimiyle zaten bunu çok net bir şekilde gördük. Kobanê, fiziki olarak, yerle bir oldu ama şöyle de bir gerçekliği var. Bu şehir, dünyada, tarihte de gerçekleşmiş birçok direnişin aslında en büyük parçası oldu. Buna Stalingrad’ı, Hitler’e karşı mücadeleyi, Güney Afrika’da verilen mücadeleyi ve daha çok şehri de koyabiliriz. Doğaya düşman, insana düşman, insanlığa ait değerleri yok etmeye çalışan, yerine kirli bir düzen isteyenlere karşı kazanılmış büyük bir zaferdir. Bu yönü; fiziki kurtuluşundan çok daha önemlidir.

Savaşanlar bu etkiyi nasıl görüyordu?

Kobanê’de yarattıkları şeyin ya da o direnişin büyüklüğünün çok farkındaydılar. Kobanê’de verilen şehitlerin, verilen mücadelenin o gün olmasa da, iler ki günlerde çok ciddi anlamda örnek alınacağını, tartışılacak olduğunun farkındaydılar. Yönetimler dışında dünya çapında, insanları Kobanê ile dayanışma için ayağa kaldırdılar, eylemlere katıldılar, devletlerin politikalarını sorgulamaya başladılar. Kobanê’nin direnişi ile Ortadoğu’da yeni bir düzenin olabileceğini tartışmaya başladılar.

Savaşın içinde bunu takip edebiliyor muydunuz?

Yirmi dört saat savaş koşullarını yaşıyorduk, basınını izleme şansımız yoktu. Çektiklerimizi yollayabiliyorduk ancak. İnsanlar nasıl değerlendiriyor, nasıl tartışıyorlar bilmiyorduk. Döndükten sonra, bunun aslında ne kadar büyük bir mücadele olduğunu, daha net gördük. Kazanmaya inanç bakımından biz, Kobanê’dekilerin morali, motivasyonu çok daha yüksekti. ”Kobanê’de ne oluyor, ne bitiyor?” diye telefonla arayanlar sorarlarken, “Kobanê düştü, düşecek. Kobanê bitti, Kobanê’deki her kes öldü” kaygısını yansıtıyorlardı. Kobanê’nde savaşan, mücadele eden, içinde olan insanlar haricinde herkes, Kobanê’nin düşeceğine inanıyordu. Buna bütün Kürtler de dahildir.

Şimdi belgesel de Viyan’la, Elif’le sohbet ederken, o anlar aslında Kobanê’nin yüzde doksanının DAİŞ’in elinde olduğu dönemin anlarıdır ama izliyorsunuz; müthiş bir kararlılık var. “Ne olursa olsun, biz Kobanê’yi onlara teslim etmeyeceğiz” diyorlardı. “Direneceğiz, direniş direnecek ve biz Kobanê’yi teslim etmeyeceğiz”diyorlardı. Bunlar, şehrin yüzde doksanın DAİŞ’in elinde olduğu ortamda söylenilen sözlerdir. Bunlar, bana moral vermek için ya da kendini gaza getirmek için söylenen laflar değildir. Bu bir inançtı, bu bir felsefeydi. Bu bir duruştur ve oradaki direnişin, aslında kararlılığını gösteren bir söylemdir. Onun için bu tür çalışmalar, Kobanê’deki direnişi asla bir bütün olarak, gözlerimizin önüne seremez. Kobanê’deki direnişi göz önüne serecek bir kamera yok, bir yönetmen yok. O, ancak orda yaşandı ve bitti. Biz sadece biraz, nüansını gösterebiliriz

Şu çok tasavvur edilecek bir durum değil. Bu bir kurgu hiç değil. Yani, konuştuğunuz insan birkaç dakika sonra yaşamını yitirebilir? Size Kürt toplumuna ait bir birey olarak değil de sanatçı yanınıza, haberci yanınıza sormak istiyorum. Nasıl bir çıkmaz bu?

Açıkçası şu an ifade etmekte güçlük çektiğim bir duygu. Şu örneği vermek istiyorum. Sterk TV’ye göndermek için, iki dakikalık filmin fragmanını yaptım. MED-NUÇE’de de yayınlandı ve sürekli yayınlanıyor. Orda kendi çocuklarını görüp beni telefonla arayan insanlar var, “oradaki eşim, oradaki çocuğum, filmi görmek istiyoruz, görüşmek istiyoruz, elini tutmak, kucaklaşmak istiyoruz” diyorlar. O an duraksıyorum, çünkü yapabileceğim hiçbir şey yok. Röportaj yaptığın, konuştuğun insanın iki saat sonra şehit olması anlatılamayacak bir şey, çok zor bir durum.

O halde orda ölümle yaşamın sınırı nedir?

Aslında orda bir sınır yoktur, gerçekten yoktur. Yaşayanlar tesadüfen yaşadı. Çünkü sürekli, kesintisiz bir saldırı, her türlü ağır silahla saldırı, bombalama var. Ben kendim de şu an tesadüfen yaşadığımı düşünüyorum. Her an ölebilir insan, her an düşebilir, her an kafana bomba düşebilir, ama işte bazen olmuyor. Ancak, orda birçok arkadaşın şehadetine tanık oluyorsun. Ölümle yaşam arasında çizgi kalkmıştı Kobanê’de arafta değildin yani. Her an ölebilirdin, her an başına her şey gelebilirdi. Bu bile, Kobanê’deki inancı, morali, motivasyonunu kıramamıştı. Kobanê’nin özgürleşmesinin en büyük sebeplerinden biri de bu aslında. Savaş artık sıradanlaşmıştı. Çünkü her gün, yirmi-otuz arkadaş yaşamını yitiriyordu. Bir gün önce yanında olduğun yaşamını yitiriyor. Böyle, sıradanlaşmıştı ve sıradanlaşmak zorundaydı, aksini yaşamak kaybetmekti. Bu olmaması gereken bir gerçeklik durumuydu. Öyle, ama onunla yaşamaya, onu kendine dert etmeye başladığında savaş anında, kaybetmektir. Onun için bir gün önce, bir akşam önce on tane, beş tane, dört tane arkadaşını kaybeden bir savaşçı sabah, akşam hiç olmamış gibi davranıp, mücadelesine devam ediyor, etmek zorundadır.

Şimdi bu anlattıklarınız, var olan gerçeklik ama bir de bu gerçekliğin, dış dünyaya aktarma durumu var.

Tam da o işte, hem biz yaşadık, hem oturup her gün seyrettik. Hem onlarla ağladık, onlarla güldük. Bir yandan benim için şu; oradaki direnişi aktarmak ve insanlara kısmen de olsa anlatmak, benim için gerçekten güzel bir şey ama böyle bir yaşanmışlığın içinde olmak, ya da böyle bir şeyi çekmek zorunda kalmak, benim moralimi ya da psikolojimi alt üst eden bir durum.

Bir yandan da dünya orayı sizin gözünüzle görüyordu. Nasıl aktarıyorsunuz?

Biz de aslında oradaki ruh haliyle, morali, motivasyonuyla aktarıyoruz. Savaş artık Kobanê savaşında da YPG-YPJ güçleri ile DAİŞ çeteleri arasında psikolojik alana, psikolojik savaşa döndü. Biz de taraftık, tarafsız gazeteci olarak orda değildik. Silah verilseydi, silah alacaktık elimize. Taraftık zaten, insanlığın tarafıydık. Taraf olmayan çekemez bu filmi. Karşı taraf zaten sana, insanlığa tümden düşman. DAİŞ, seni zaten düşman, karşı taraf görüyor.

Tam da bu noktada şuraya gelmek istiyorum. Aslında tek taraflı bir göz, direniş tarafı. Karşı taraf mümkün olsaydı. Karşı taraf da çekilebilir miydi?

Aslında karşı tarafı çektik, ölülerini, YPG’nin esir aldığı çok DAİŞ’liyi, bombalanan, enkaz altında kalan bir sürü DAİŞ mensubunu çektik. Onları bilinçli bir şekilde koymadık. Bu bir DAİŞ filmi değil bu bir YPG-YPJ filmi.

‘Yaşama dair, ölümden ziyade yaşama dair bir film’ diyorsunuz?

Öldürmeye çalışanlara karşı yaşamaya çalışan insanların filmi. Ölümü de koymadık, ölümü temsilen birkaç manken seçtik. DAİŞ’in bombalayıp kırdığı birkaç kadın mankenler var mağazalarda. İşte o ölümü temsilen onu koymaya çalıştık ama kan, ölü, yaralı dahi yok. Direnen, haklı olan tarafın filmini çektik. Onun için de DAİŞ’in bu filmde zaten yeri de yoktu, olmaması gerekiyor.

Doksanlı yıllardaki Cizre kayıpları ile ilgili, “Faili Belli” ve yine Berfo Ana ile ilgili bir filminiz var, Cumartesi anaları ve Kayıplarını işleyen kitap, fotoğraf sergileriniz var. Hem yazar, hem yönetmen, aynı zamanda gazetecilik var. Daha çok hangisi öne çıkıyor?

Benim ilgi alanım gazetecilik değildir, biraz da zorunluluktan olan bir şey, gazetecilik. Uzun bir süre insan hakları alanında Türkiye’de çalıştım. Biraz da mecburiyetten fotoğrafçı oldum, yönetmen oldum, belgesel çekmeye başladım. Kayıplar, Cumartesi Anneleri üzerine “Kaybolan Biz” çalışmam oldu. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi ve kaybedilen insanların hikayelerini anlatan iki ciltlik bir çalışmadır bu. Sonra Cizre’nin kayıplarını “Fail-i devlet” adında 90-95 yılları arasında kayıp insanların durumlarını anlatan bir belgesel çalışmam oldu.

Kayıplar, doksanlı yılların Kürdistan coğrafyasının her şehrinin bir gerçeği. Neden özellikle Cizre?

Özel bir tarafı yok, tamamıyla tesadüftü. Ben genel olarak kayıplar üzerine olan kitabımın bir parçası olarak belgesel çekmek istiyordum. Cizre’den başladım. Cizre’ye, insanların durumunu, politik duruşunu, devletin yaklaşımını bilen biri olarak gittim. Cizre’nin fotoğrafını çekerken, belgeselini yaparsam, aslında Türkiye ve Kürdistan’ın fotoğrafını ve belgeselini çekmiş olurum, dedim

Cizre ve Kobanê, kentlerin hikayeleri var. Kentlerin kimliğine mi yoğunlaşıyorsunuz?

O da var. Çünkü kentler; kimlikleriyle varlar. Cizre aslında bu gün de öyle. Beyaz Toroslar’dan son dönemlerde bahsedildi. Seçimlerde Davutoğlu Kürtler’i yine Beyaz Toroslarla tehdit etti. Aslında Beyaz Toros filmiydi o. Beyaz Toros, devletin kendisiydi. Cizre’deki, Cizre o dönem küçük bir ilçe, Doksanlı yıllarda, otuz, otuz beş bin nüfuslu bir ilçe. Otuz beş bin nüfuslu olan bir ilçede devlet, 300’ün üzerinde insan öldürdü, kaybetti. Bunu da Toroslarla yaptı, hiç saklama, gizleme gereğini dahi duymadı. Uzun süre bu cinayetlere de, “fail-i meçhul cinayetler”, dedik. Devlet çok şeffaf bir şekilde cinayet işledi, gizleme gereği duymadı. “Meçhul” kavramına karşı olduğum için, “Fail-i Devlet” adını verdim. Devlet, insanları katletti ve arkasında da durdu. “Ben öldürdüm” de dedi. “Öldürüyorum, öldüreceğim de” dedi. Bu kadar açık yaptı. Onun için ismini koymaktan yanayım. Cemal Temizöz Cizre’de üç yıl görev yaptı. Onun döneminde yüz ellinin üzerinde insan öldürüldü ama devlet Cemal Temizöz’e yüz elli tane başarı ödülü verdi. Bu ne demek? Devlet katiline sahip çıkıyor demektir. Zaten hiç biri ceza almadı, hiç biri yargılanmadı, hiç biri bugün cezaevinde değil.

Peki, “Kobanê-NU JIN” filmine gelirsek yine, hedef kitleniz nedir? Kürtleri Kürtlere anlatan bir film mi yoksa, daha dışarıya, global izleyiciye hitap eden bir film mi?

Hedef aslında Kürtlerden de ötedir. Kürtler bunu yaşadı, başkaları da görsün, temelinde. Kürtleri dışa anlatmak istiyorum. Yine hiç bir filmimde şunu işlemiyorum; “Kürtler garibandır, ağlıyor sızlıyor, işte böyledir, şöyledir, fakirler, ne oldu, ne geldi başlarına?” demiyorum. Hediye Ana’nın bir sözü var, o da kayıp anasıdır. “Biz kendi işimizi yaptık, devlet kendi işini yaptı” diyor. Kürtler kendi işini yaptılar, devlet de kendi işini yaptı. Devlet katliamcı bir devletti, Kürtler de direnen bir halk. Hediye Ana; “Devlet, bana ‘silah al çocuğuna karşı savaş’ dedi. Ben almadım, o da gelip benim eşimi öldürdü. Şimdi devlet katildir, ben de ona karşı direniyorum. Benim oğlumu katletti, öldürdü, köyümü yaktı, ben de direndim. O kendi işini, ben kendi işimi yaptım” diyor. Evet, Kürtler, işlerini yaptıkları için başlarına bu geldi. Kürtleri işlerken; direnen yanlarını veriyorum Kürtler direniyor çünkü.

Savaşın da bir hukuku var, olmak zorunda, devletin de uymasının gerektiği kurallar var.

Savaşın bir hukuku yok. Yani hiçbir savaşın hukuku olmadı şimdiye kadar. Ben savaş hukukunun işletildiği bir savaş bilmiyorum. Direnenler var ve onları yok etmeye çalışanlar var. “Devlet kendi işini yaptı, Kürtler kendi işini yaptı” derken, devlet haklıdır, çıkmıyor kuşkusuz. Devlet bu çünkü seni yok etmek istiyor. Öyle bir araç ve sen de ona karşı bir noktadasın. İşte o anneler tam bu noktada toplumun vicdanını kaydetti. Bir noktada toplumun vicdanı olan bir mücadeleyi verdiler. İşte bunlardan bir tanesi de Berfo Anadır. Berfo Ana, kendi çocuğunun kemiklerine ulaşmak için, otuz üç yıl boyunca, gitmediği. Çalmadığı kapı, hesap sormadığı insan kalmadı. Ulaşamadı, yaşamını yitirdi ama onun mücadelesini devam ettiren çok fazla insan var.

Devlet aslında sadece kaybetmiyor, kalanları da cezalandırmak istiyor. Ben hep şöyle ifade ediyorum; devlet kayıp politikasıyla insanları arafta bırakıyor. Ne yaşayanı yaşatıyor, ne de öleni öldürüyor. Ölen kemiği olmadığı için hiç bir zaman aile için ölmüyor, sürekli kemiğini aradığı ve yasını tutamadığı için de yaşayan, hiçbir zaman yaşayamıyor. İşte ölümle yaşam arası tam da araf budur. Devlet ikisini de cezalandırıyor. Kürdün ölüsüne bile tahammül edemiyor burada.

Devlet otuz yıldır Kürtlerin gençlerini, çocuklarını panzerlerin arkasında sürüklüyor. Biz bunu Hacı Lokman Birlik’in cenazesiyle tartışmaya başladık. Ancak bu, otuz beş yıllık gerçekliktir. Kafa kesmeler, kulak kesmeler, insanların derilerini yüzmek, insanları panzerlerin arkasında sürüklemek devletin otuz beş yıllık, kırk yıllık politikasıdır. Tam da bu noktada diyorum ki; IŞİD bu vahşetini Türk devletinden öğrendi. Sadece devlet de değil, devlet gibi düşünen Türkler de aynı noktadalar. Bizim aslında onlarla da bir meselemiz var.

Bugün neden görünürdür, biraz da dijital teknoloji ve sosyal medyanın avantajı mıdır?

Evet, payı var da, Kürtlerin daha güçlü konumda olmalarından da kaynaklı bir durumdur. Kürt Medyası güçlü olduğu için, sosyal medya etkisinin güçlü olmasından kaynaklı, görünürdür. Yoksa devlet aslında bunu yeni yapmıyor, otuz yıldır yapıyor. Hatta Davutoğlu, seçimler öncesinde çıktı ve “Yapmaları değil, çekim yapmaları doğru değil. Yapın ama çekim yapmayın, gizli yapın” dedi.

İşte o cenazeye yaklaşım biçimi, sadece devletin yaklaşım biçimi değildir. Konya’da gördük, Ankara’da katledilen 103 insanımızın saygı duruşuna bile, elli bin kişi ıslıklarla protesto ile karşılık verdi. Bu nedir? “Ben o cinayetlerin arkasındayım, o cinayetleri sahipleniyorum. Savunuyorum çünkü bundan sonra da o cinayetleri yapacağım” demektir.

İşte, devletin Türkiye halkını getirdiği nokta budur. Bizim tam da mücadele etmemiz gereken budur. Bizim derdimiz bana göre; değişim dönüşümü sağlamak istiyorsak ya da ortak yaşayacaksak, biz Kürtlerin yönümüzü devlet gibi düşünen Türklere yöneltmemiz gerekiyor. Önce onları değiştirmemiz lazım. Çünkü devlet onları kendinden daha geri, daha beter duruma getirmiş.

“Berfo Ana”, “Fail-i Belli”, Kobanê Film, “ NUJİN” hepsinde de kadın karakterler, gerçek karakterler var. Analar var, “NUJIN” de kadın direnişçiler var. Bu bir tesadüf mü, neden kadın ön planda? Kadının Kürt toplumu içindeki rolüne paralel düşen bir durum mudur, bundan kaynaklı mı işliyorsunuz?

Kadın karakterler, bilemeyeceğim çok da planlayarak yaptığım bir şey değildi. Özellikle kadın işleyeyim biçiminde değildi. Demek, kadının mücadelesi çekiyor ve ben de oraya doğru gidiyorum. Gerçekten de kadınları çekeyim, kadınları ön plana çıkarayım biçiminde değildir. Belki de mücadele içinde önde olduğu için, belirgin bir renk, bir biçim verdiği içindir. Onlar yaratıyor, ben sadece çekiyorum, kameramı yönlendiriyorum. Aslında belgeseller o kadınların yaptığı çektiği belgeseller. Ben sadece görüntü alıyorum, kurguluyorum ve seyirciye sunuyorum.

Bir ekiple mi çalışıyorsunuz?

Bu son Kobanê çalışmam “NUJIN” kurgusu, Kürdistan Sinema Meclisi, Mezopotamya, Ortadoğu Sinema Derneği gibi derneklerle ortak bir çalışma oldu. Daha önceki çalışmalar daha bireyseldi.

Peki, bundan sonraki planlarınız ne, belgesel mi, film mi, sırada neler var?

“Ölüm Kuyuları” diye bir belgeselim var. Belgesin yüzde doksan çekimleri bitti, yakın zamanda kurguya gideceğiz. Yine, Kürdistan’daki toplu mezarları anlatıyor. Bu da, bir Mezopotamya ortak yapımı olacak. O da yine, 7 kişinin 1995 yılında devlet tarafından kaybedilip, ölüm kuyularına atılmasıyla ilgili. Mardin Dargeçit’te oldu. O 7 kişiden dördü çocuk, diğerleri yetişkin. Seyhan Doğan, Abdurrahman Coşkun, Davut Altunkaynak gibi 7 kişi. Onların kaybedilmesini, katledilmesini anlatan bir belgesel. Bunların faillerinden biri Mehmet Tire, Bodrum Gümüşlük’ten AKP belediye başkanı oldu. Bir tanesi de Hurşit İmren, Sivas Çetni CHP’den belediye başkanı oldu. Katiller, böyle ödüllendirildi. Dört sene önce 7 kişiden 4 kişinin kemikleri bulundu. Biz o süreçlerin hepsini çektik. Hem kaybedilenlerin hikayesi hem de kaybedildikten sonra onları arayan yakınlarının mücadelesini anlatan bir belgesel olacak. Dargeçit özelinde bir belgesel çalışmasıdır. O da her halde üç dört ay içerisinde biter ve izleyiciyle buluşur.

Yine “NUJIN” e gelmek istiyorum. Kaç dilde altı yazı var?

Film, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Türkçe yani 5 dilde alt yazılı. Filmi her tarafta göstermeye çalışıyoruz. Yani Avrupa’da her ülkede, Ortadoğu’da, Kürdistan’da her tarafta çalışmalarını yapıyoruz.