Minbic'te bir Kafkas çınarı: Çerkes Fatma Nine...

Minbic'te Çerkes, Arap, Kürt, Türkmen, Ermenilerin yaşadığı söylenir. Gezip görünce bunun sadece bir söylem olduğunu görür insan...

O yüzden Minbic'e geldiğim andan itibaren ilk önce Çerkesleri aradım. Çünkü az da olsa şu ana kadar Efrîn, Kobanê, Qamişlo gibi Rojava kentlerindeki Araplar, Türkmenler, Asuriler, Süryaniler, Ermenilere ilişkin bir şeyler yazılıp çizilmiş. Yine bu halklardan gördüğüm, görüştüğüm kişilerle tarih, toplum, gelenek, Suriye’ye gelişlerine ilişkin konuşmuştum. O yüzden büyük bedellerle 73 gün aralıksız bir şekilde verilen bir mücadele ile özgürleştirilen Minbic'te konuşabileceğim, halkına ilişkin kafamdaki soruları sorabileceğim bir Çerkes aradım. İlk önce bir televizyon tamircisi buldum. Zoher İlyas adındaki Çerkes kendisinin değil de Fatma adında bir ninenin olduğunu, onunla görüşmem durumunda tüm sorularıma yanıt bulabileceğimi söyledi. 

Fatma Nine'nin evini bulmak zor olmadı. Ancak ha bugün ha yarın derken iki akşam önce evinin kapısında buldum kendimi. Kapıyı en küçük kızı Lana açtı. Ana dizlerini tutarak yürüyüp kapıda karşıladı. Oturma odasına aldı bizi. Lana’dan büyük diğer kızı Necla da bizi odada bekliyordu. Biz otururken kızına bir şeyler söyledi. Arapça değildi. "Ana, kızınla Çerkesçe mi konuştun" dediğimde, "He oğlum. Babasıyla her zaman Çerkesçe konuşmamıza rağmen bir türlü Çerkesçe konuşmayı öğrenmediler. Ama hepsini anlıyorlar" dedi, gülerek. "Ne söyledin ana" dediğimde ise "Size çay mı kahve diye sorduktan sonra yapmasını söyledim" dedi. "Ana buraya seni ziyaret etmeye ve siz Çerkeslerin hikayesini senden dinlemeye geldim. İçecek bir şey olmasa da olur" dediğimde, "Hoş geldin, sefalar getirdin oğlum. İçmeden olur mu hiç" yanıtını verdi. 

Fatma Nine ile uzun bir selamlaşmadan sonra başladık sohbetimize. 

KAFKASLAR'DAN MİNBİC'E...

İğne iplik misali yaşadığı, babası, annesi ve kendisinden önceki büyüklerden dinlediği hikayeleri anlatmaya başladı. Nine kendiliğinden anlatınca fazla araya girmeye gerek kalmadı:

"Benim adım Fatma Ömer Kurbaç. Soy adım Erdoğan. Bizim Türkiye Cumhurbaşkanı ile bir alakamız yok, ha!

Babam 15 yaşında iken Türkiye’den gelir. Gelip buraya yani Minbic'e yerleşir. Burada evlendi. Dört ağabeyim, iki tane de kız kardeşim vardı. Yani yedi kardeşiz. Hepsi öldü. Bir tek ben hayatta kaldım. Baba ocağı şimdi benim üzerime kaldı. Kız kardeşlerim ile ağabeylerimin hiçbirinin çocuğu da olmadı. Yani anlayacağın babamın kapısına ben de ölürsem kilit vurulmuş olacak. 1940 doğumluyum. Babam ben üç yaşında iken 1943 yılında öldü.

Yedi çocuk annesiyim. Üç erkek, dört kızım var. Çok şükür, hepsi de yaşıyor. 

Bizim Çerkesler, Abhazlar ve Ubıhlar Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Osmanlıların bir oyuna ile o zamanın Osmanlı topraklarına göçerler. Tabii büyüyüp okuyunca bizimkilerin 1863 yılındaki savaşla göç ettiklerini öğrendim. Rusya Naliçik ve Kabardey’den göç edip geldikten sonra bizimkileri şimdiki Kayseri, Maraş, Ordu, Samsun, Tokat, Amasya, Sinop, Yozgat, Düzce, Adapazarı, Kocaeli, Aydın, Konya vb. gibi, o zamanlar boş durumda olan yerlere yerleştirilmişler. Bizim aile ve çevremiz önce Maraş Göksun’a oradan da Kayseri Pınarbaşı’na gönderilir. Buralarda yaşamaya başlarlar. Birinci Dünya Savaşı çıktığında amcalarım, akrabalarımız ve halkımızdan diğer eli silah tutanlar savaşa götürülür. Gemilere bindirilip götürme adıyla dedelerimizi denizde boğdular. Onun için bizim Çerkesler belki kırk yıl balık yemediler. Hâlâ balık yemeyenlerimiz var. Bazıları hayatları boyunca yemiyorlar. Büyüklerimiz ölünce geriye kalanlar yaşları henüz 15 ile 18 arasında olanlar ile daha küçükler yollara düşüp buralara gelirler. Geçişleri de çok trajik. Bazıları arabalarla, bazıları kağnılarla, bazıları at arabalarıyla, bazıları yaya gelir. Yani ülkedeki göçten sonra yeni bir göç çıkıp buralara gelip yerleşirler. Buraya geldiklerinde bu kez rejim burada bizimkileri dağıtır. Hepsini bir arada bırakmadı. Bir arada kalırsak ona zarar veririz diye düşündü. O yüzden bizimkiler buraya gelir gelmez bir bölümünü Xanasir’a götürüp Hadidilerin karşısına diktiler. İnsanlarımızın bir bölümünü Hama’ya, bir bölümünü Colan’a kadar götürüp yerleştirdiler. Bazıları burada durmadı, Ürdün’e gitti. Ürdün’e gidenlere Melik Hüseyin yani Kral Hüseyin sahip çıktı. Onları korudu. Ama burada işte kaybolduk. Kalmadık. Çünkü bizi kimse korumadı. 

Pınarbaşı'nda göç ederken dayılarımdan yaşları büyük olan birkaç erkek kalır. İşte bunlar bizim aileleri toplayıp yola çıkarlar. Göçle o şekilde gelir. Baba tarafından bazılarımız kalıyor. Onlar bir süre sonra Adana’ya göçüyorlar. Hâlâ orada yaşıyorlar. Arayıp buldum. Adana’da şu an yaşayan kaptanlar olarak biliniyorlar. Dayım tarafımdan kalanlar Tokat taraflarında kalıyor. 

Kaynanam ile kayın babam burada evlenirler. Kayınbabam Pınarbaşı'ndan. Kaynanamın ailesi ise Çukrut’tan. 

Kaynanamın üç oğlu vardı. Biri beyimdi. Adı Duran'dı. Bir kaynımın adı Cevdet, diğerinin ise Neşet’ti. Kaynanam ile kayın babam ölünce bu çocuklar henüz küçük ve kimsesiz kalırlar. Babam her üçünü de besleyip büyüttü. Zaten onlarla akrabaydık. Babam büyüttü onu, bir de birbirimizi sevdiğimiz için babam bizi evlendirdi. Birbirimizi severek yaşadık. Bir gün birbirimizin kalbini kırmadık. Sevgimiz hep ilk günkü gibi kaldı. 

Ana dilim Çerkesçe. Arapça ve Türkçe biliyorum. Türkçeyi burada okurken öğrendim. Bir de annem Türkçe biliyordu. Okulda az da olsa Ermenice öğrendim. Okuldaki Ermeni kızlarıyla konuşarak öğrendim. O kızlar da bizim dilimizi, Çerkesçeyi öğrendiler. Ama şimdi konuşamıyorum. Unuttum. Ermeni komşularımızın hepsi gidince konuşmadığım için unuttum. Arapçayı zaten o dilde okuduğumuz için öğrendim. 

'SOYUMUZ KURUMAYA DOĞRU GİDİYOR'

Biz Çerkeslerin burada soyu kurumaya doğru gidiyor. '90’lı yılların başına kadar bu Minbic'te nüfus olarak en fazla biz Çerkesler vardık. Ama şimdi 100 ile 160 aile arasında kaldık. Halkımızın bir kısmı göç etti. Bazıları Adigey'deki cumhuriyetimize gitti. Bazıları Avrupa’ya gitti. Bazıları Türkiye’deki akrabalarının yanına gitti. Bir de bu son beş yıllık savaş geriye kalanları da göçertti. O yüzden şimdi burada çok az aile kaldık.

Burada sayımızın azalmasının bir nedeni de bağlılıktır. Bizde evlilik sevgi ile olur. Ama bazı aileler birbirini seven kız ve erkekleri birbirine vermiyordu. İşte ondan sonra hayat o kız için de erkek için de bitmiş olurdu. Bir daha bir başkasına varmazlardı. Ve artık ömürlerinin sonuna kadar evlenmezler. Öyle yaşayıp ömürlerini tamamlarlar. Bir diğer şey, bizde eşi ölen biri kadın ya da erkek olsun, çocuğu olsun ya da olmasın bir daha evlenmez. Bir de artık nedense birçok insanımızın çocuğu olmadı. Bunu bir türlü kimse anlamadı. Mesela biz altı kardeştik, sadece benim çocuklarım oldu. Diğer üç erkek ve iki kız kardeşlerimin çocukları olmadı. Bu sadece bizim ailede değil, birçok ailede böyle. 

'TÜM HALKLARI VE ÇOCUKLARINI KARDEŞ SAYDIK'

Burada Arap, Kürt, Türkmen ve Ermeni halklarıyla birlikte yaşadık. Aramız çok güzeldi. Hiçbir sorunumuz yoktu. Hâlâ da öyle. Ama işte daha sonra çıkarılan işte bu şu halktan, bilmem kim hangi halktan gibi yapılan kışkırtmalar halkları birbirine düşman etti. Ama Kürtler, Araplar, Ermeniler, Türkmenlerle her zaman ilişkilerimiz çok iyi oldu. Komşularımızla hiçbir zaman kavgamız olmazdı. O yüzden komşularımızın dillerine, kültürlerine, inançlarına, renklerine bakmayız biz. İnsanlıkları ve temiz yürekliliklerine bakarız. Mesela bizim tarlada çalışan Araplar vardı. Çalıştıkları sürece bizimle birlikteydi. Biz anneler onların çocuklarını emzirirdik. Örneğin emzirdiğim bir Kürt çocuk vardı. Kurban olduğum 24 yaşında kaza yapıp öldü. Emzirdiğim biri değil, benim bir oğlum öldü sanki. O yüzden her aklıma geldiğinde ağlarım. Bak, şimdi yine ağlarım…

Adnan Derviş adında ünlü bir Arap aktör var. Onun ninesi bizimle yaşadı. O da bizimle büyüdü. Birlikte yaşadığımız halkların dillerini öğrenirdik. Onlar da bizim dilimizi öğrenirdi. Mesela dilimizi öğrenen çok Kürt var. Bizden de Kürtçe öğrenen çok kişi var. Benim büyük oğlum Macit bir Kürt kadar Kürtçe bilir. Diğer çocuklarımın hepsi çok iyi anlıyor. Ama Arapça cevap veriyor. 

Bizim burası eskiden bir Çerkes şehriydi. Sonradan Araplar geldi. Araplar, Kürtler iki, üç, dört kadınla evlenirler. Bazılarının kırk tane çocuğu olur. Bizde tek evlilik var. Çocuğu olmasa da kimse ikinci evlilik yapmaz. 

Mesela bizim tarlada çalışan bir Arap aile vardı. Karı kocadan 40 kişilik bir aile oluştu. Bir gün çocuklarından biri beni davet etti. Gittim. 'Benim babam sizin tarlada çalışıyordu. Hâlâ bazı topraklarınızı bizim aile işliyor. Amca çocuklarım beni o topraklardan çıkardı. Size topraklarınızı söyleyeyim, gidin alın' dedi. Dedim, 'kavga etmeden önce söyleseydin bir değeri olurdu.' 'Ama şimdi kavga etmişsiniz, toprakları senden almış, gelmiş söylüyorsun. Beni, bizi onlarla kavga ettiriyorsunuz. Çok sağ ol, bizim ihtiyacımız yok' diyerek geri evime döndüm. 

'PINARBAŞI'NA ÇOK GİTMEK İSTEDİM...'

Köyüme yani Pınarbaşı'na çok gitmek istedim ama hiç gitmedim. İzini sürüp akrabalarımı buldum. Bir amcamı buldum, Adana’da yaşıyor. 1974 yılında gidip gördüm. Babamın amcasının oğludur ama biz amca diyoruz. Gördüğümde babam yaşındaydı. İhtiyar biriydi. Karşılaştığımda sıkıca kucakladı beni. Yüzümü, gözlerimi öptü. Kokladı. 'Kardeşimin kızı' deyip ağladı. Bir oğlu avukat, bir oğlu mühendis, bir oğlu doktordur. Adı Macit Erdoğan. Kardeşinin de adı Emin Erdoğan'dır. Mısır'da bir babamın amcasının oğlunun izini buldum, gidip onu da gördüm. Adana, İstanbul, Ankara, Bursa'yı gezdik. Akrabalarımızın izini sürdük. Ayasofya’yı ziyaret ettik. Çünkü oranın müdürü Şefika adındaki amcamın kızının eşidir. Yaşım geçti ama bir gün sağ kalırsam ben de gidip ata, dede topraklarımızı görmek istiyorum. Hatta oralarda ölmek istiyorum. Bizim buralardan çok giden oldu. Bizim ülkemizdir orası. Kim ülkesini, topraklarını görmek istemez. Ama 80’li yaşlara merdiven dayadım, ömrüm görmeye yeter mi bilmem. Ama çocuklarımın gidip ata dede topraklarımızı görmelerini tembih ettim. Benim onlara vasiyetim bu oldu. Ülkeme gitmeye ömrüm yetmese de dedem ve babamın yaşadığı Türkiye’deki yerleri görmek istiyorum. Yani Pınarbaşı taraflarını. 

Gördüğüm babamın amcasının oğlu, topraklarımızın olduğunu ve hâlâ durduğunu, dedemin yaşadığı evin dahi hâlâ sağlam olduğunu söyledi. 

Göç yollarında yaşadıklarımızdan ve ülke ile topraklarımızdan uzaklıktan dolayı her ailede adı Garip olan biri vardır. Yani bir erkek ya da kız çocuğuna Garip adını verirler bizde. 

Babam ve ailenin diğer fertleri yola çıkıp geldiler. Ama orada kalan köylülerimiz oldu. Yani bir nevi gençler çıktı, yaşlılar kaldı. Şimdi onların çocukları ve torunları var oralarda. 

'GELENEKLERİMİZ SÜRÜYOR'

Yüz yılın üzerinde bir zaman oldu göç edeli ama hala gelenek ve göreneklerimizi sürdürüyoruz. Özel günlerimizde bizim meşhur yemeğimiz olan ğıpse ve navaşayı yaparız. Kızlarım da yapmasını biliyor. 

Bizim bir de meşhur bir ilacımız var, soğuk algınlığına karşı. Süt, karabiber ve az bir şey kuru çay karıştırıp içerdik. Soğuk algınlığına karşı en iyi ilaçtır. 

Ayrıca savaş başlamadan önce burada bahar ve yaz aylarında Çerkeslerimiz sürekli toplu olarak birbirini ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerle gençlerimiz arabalara atlayıp kırda piknik yapmaya giderdi. Birkaç gün yiyip içip eğlenirdik bir arada. Sonra ziyarete gidenler geri gelirdi. On beş gün sonra bir başka yerde yine bir araya gelinirdi. Ama artık onu yapamıyoruz. Türkiye’dekiler özellikle de Konya Ilgın tarafındakiler hâlâ bu geleneği sürdürüyorlar. Eskiden ne kızlarımız Çerkes olmayan biri ile evlenirdi ne de oğlanlarımız Çerkez olmayan bir kız ile evlenirdi. Ama son 20 yılda bu da kalktı. Yani artık genç ve kız ve delikanlılarımız bizden olmayan halkların gençleriyle de evlenir oldu. 

'SAVAŞ BİZİ BİRAZ DAHA PARÇALADI...'

En büyük oğlumun iki erkek, bir kızı var. Kızı evlendi, bir çocuğu da oldu. Oğlumun torununu da gördüm. Çok şükür, artık ölsem de gam yemem. Bundan sonra daha ne göreceğim ki, diyorum. Büyük oğlumun oğullarından yani torunlarımdan biri Almanya, biri de İsveç’e gitti. Bu savaştan kaçtı çocuklar. Oğlum da şimdi Kayseri'de kalıyor. Bir oğlum da Humus’ta yaşıyor. Evli bir kızım da Latkiye’de yaşıyor. İşte her birimiz bir tarafa dağıldık, görüyor musunuz? 

Ben ve şu an yanımda kalan iki kızım ve bir oğlum ile burada, Minbic'te yaşıyoruz. Savaş başladıktan yaklaşık bir yıl sonra eşim ve iki kızım ile bizden çıktık buradan. Türkiye’ye gittik. Konya’nın Ilgan ilçesine bağlı İhsaniye köyü var, Çerkes köyüdür, oraya gittik. Çünkü orada akrabalarımız var. Bir buçuk yıl kaldık. Bize bir ev verdiler. Türkiye’nin neresinde yaşayan Çerkesler varsa bizi görmeye geldiler. Eşim yaşlı ve hastaydı. Nüfus müdürlüğüne gittim, kütüğümü çıkardılar. Bana pasaport da yapacaklardı. Ama eşim 'şimdi kalsın' dedi, gönlü kalmasın diye yapmadım. Eşim 'Gidelim Minbic'e, burada kalmayalım. Burada ölmek istemiyorum' dediği için geldik. Buraya geldik, bir yıl kadar daha yaşadıktan sonra öldü. Buraya gömülmek için geldi aslında. Şimdi ben ve iki kızım kaldık, birlikte yaşıyoruz. Buradaki oğlum da evli, onun kendi ayrı evi var. Ben de şimdi burada artık ömrümü tamamlamak üzereyim. Ama ölmeden önce halletmem gereken bazı şeyler var. Pınarbaşı’nı görmek, oradaki dedemin evini görmek, oradaki topraklarımızı görmek istiyorum. Oraları görmeden ölmek istemem. Oraları görmeden ölürsem gözümün arkada kalacağını biliyorum. Bunu çocuklarım da biliyor. O yüzden kızlar, 'ana merak etme, yollar biraz düzelsin, seni götürürüz' diyorlar."