Prof. Dr. Bozarslan: Türkiye Ortadoğu’da serseri bir mayın gibi!

Prof. Dr. Bozarslan, Türkiye’nin kelimenin gerçek anlamıyla bir "serseri mayına" dönüştüğünü ifade ederek, “Bu da ABD’nin ve AB’nin Türkiye’yi hem tahammül edilmesi hem de tecrit edilmesi gereken bir aktör olarak görmelerini kaçınılmaz kılıyor” dedi.

Bozarslan, Türkiye’nin artık Kürt karşıtı resmi söylemini gizlemeye bile çalışmadığına vurgu yaparak, Erdoğan’ın şiddetli bir imparatorluk nostaljisini yaşadığını belirtti.

ÖSO’nun Cerablus’ta erken zafer ilan ettiğini kaydeden Bozarslan, “Unutmayalım ki, erken ilan edilen zaferler genellikle beklenmeyen hezimetlere dönüşebiliyor. Türkiye’nin bunu unutmaması, Suriye Kürt hareketinin de umutsuzluğa kapılmaması gerekli” diye konuştu.

Bölgedeki gelişmeleri, Ortadoğu Uzmanı Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk...

'GÜNCELİN DİKTATÖRLÜĞÜ!'

Neden tüm güçler Musul’da söz sahibi olmak istiyor? Musul’un bölgenin en temel konusu haline gelmesinin temel nedeni nedir?

Musul’un bölgenin en önemli konusu haline geldiğinden pek emin değilim. Ortadoğu’da son yıllarda olup bitenleri takip ettiğinizde, Adorno’nun “güncelin diktatörlüğü” olarak tanımladığı bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Musul olgusunun öne çıkmasında, konjonktürel faktörlerin belli bir dönem için büyük bir ivme kazanması önemli bir rol oynamakta. Bu faktörlerin başında da ABD seçimleri ve dış siyasette büyük bir körlük göstermiş olan Obama’nın tarihe IŞİD’e ilk büyük darbeyi indiren başkan olarak geçmek istemesi gelmekte. Bu faktör, aynı zamanda İran ve Türkiye arasındaki soğuk savaşın derinleşmesine ve Erdoğan iktidarının açıktan açığa irredantist bir söylem geliştirmesini de beraberinde getirmekte. Aynı zamanda, başta Kürt ve Şii olmak üzere mahalli olarak değerlendirebileceğimiz aktörlerin de, seferber edebildikleri askeri kapasiteleri sayesinde Irak’ın geleceğinde söz sahibi olmak istediklerini görmekteyiz. Bütün bunlar elbette son derece önemli gelişmeler; ama Ortadoğu’da gündemin büyük bir hızla değişebildiğini, bugün belirleyici olarak görünen sahaların ve savaşların birkaç hafta sonra unutulduğunu da bilmekteyiz. O nedenle de temkinli olmakta fayda var.

Musul IŞİD’den temizlendikten sonra, bölgede nasıl bir değişim olur?

Musul’un IŞİD'den temizlendikten sonra nasıl bir konumda olabileceğini şimdiden kestirebilmek mümkün değil. Irak’ta, özellikle de Niniva’da son on beş yıldaki gözlenen fragmantasyon süreci tam anlamıyla baş döndürücü. 2007-2014 dönemi, bu fragmantasyonun birkaç Sünni liderin ya da aşiretin sisteme entegre edilmesiyle sona ermeyeceğini göstermekte. Hem Irak’ta hem Suriye’de, yüz yıllık bir sistemin, hatta kısmen Osmanlı dönemine uzanan bir sistemin, iktidar ilişkilerinin, idari yapıların, demografik dokuların sarsıldığını gözden uzak tutmamak gerekli. Taşları yerine oturtabilmek kolay olmayacak.

'ÇETREFİL BİR KONUMLA KARŞI KARŞIYAYIZ'

Mezhep savaşlarından sıkça bahsediliyor. Böyle bir risk var mı?

Ortadoğu’daki savaşlara baktığımız zaman, hem bir Arap iç savaşından, hem bir mezhep savaşından, hem başta Türkiye, İran ve Suddi Arabistan olmak üzere bölgesel bir hegemonya savaşından, hem de ABD ve Rusya’yı seferber eden bir savaştan bahsedebilmek mümkün. Son derece çetrefil bir konumla karşı karşıyayız. Irak, Suriye ve Yemen çerçevesinde bu savaşların mezhepsel bir nitelik kazandığı, dahası, “diğer”ini neredeyse biyolojik bir tehlike ya da düşman olarak Sosyal-Darwinist bir imha boyutuna vardığı açık. Bugün Güney Yemen’deki eski komünistlerin Selefilerle aynı cephede yer almasını başka türlü açıklayamayız. Sorun, buraya nasıl erişildiği. Bu sorunun cevabını ise, mezhep olgusunun son elli yılda doğrudan ya da dolaylı olarak iktidar ilişkilerini belirlemiş olmasında ve 1950’lerde, hatta 1960’larda oldukça güçlü olan sosyal direniş dinamiklerinin tükenmesinde aramak gerekli. Aynı şekilde, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölgesel ihtilafların, dahası bölgesel haritanın mezhepleşmesinde oldukça önemli bir rol oynadıklarını da hatırlamak gerekli. Son olarak da şiddetin boyutunu ele almak şart. İki örnekle yetineyim; 2003-2004 yıllarında Irak’ta en fazla konuşulan olgu, “aşiret” olgusu. Ama 2003-2007 ve daha sonra 2011-2014 arasında şiddetin boyutu, aşiretlerin sahneden çekilmesini ve mezhep temelli milislere yer bırakmasını kaçınılmaz kılmaktaydı. Bu olguyu aşiretlerin oldukça önemli bir rol oynadıkları 2011-2012 Suriye’sinde de gözlemekteyiz. 2013’ten sonra aşiretlerin özerk aktörler olarak sahada kalabilmesi mümkün değildi.

'TÜRKİYE İMPRATORLUK NOSTALJİSİ YAŞIYOR!'

Özellikle de Türkiye’nin saha dışında bırakılmasını nasıl okuyorsunuz?

Türkiye, artık resmi söylemin gizlemeye bile çalışmadığı şiddetli bir imparatorluk nostaljisini yaşıyor. Sorun, bu nostaljinin bölgede hiçbir halk, hiçbir unsur tarafından paylaşılmaması. Bu nostaljinin yine artık kendisini gizlemeye bile gerek görmeyen saldırgan Sünni bir nitelik kazanması, Türkiye’nin yalnızlığını daha da artırıyor. Burada Türkiye ve İran arasındaki farkı görüyoruz: İran, bölgede Şii cemaatlere dayanabilir milis diplomasisi güdebiliyor, ama Suudi Arabistan ve Türkiye’nin güttüğü siyaset, ya Sünni katmanda pek bir ilgi duymayan bir siyaset, ya da tepeden dayatılan bir siyaset olarak ortaya çıkıyor. Bir de Türkiye’nin kelimenin gerçek anlamıyla bir serseri mayına dönüşmüş olması olgusu var. Bu da ABD’nin ve AB’nin Türkiye’yi hem tahammül edilmesi hem de tecrit edilmesi gereken bir aktör olarak görmelerini kaçınılmaz kılıyor.

'ERKEN ZAFER HEZİMETE DÖNÜŞEBİLİR'

Türkiye'nin, çeteleriyle birlikte giriştiği Cerablus işgalinde belirleyici olan Kürt düşmanlığı mı?

Türkiye’nin Suriye siyasetinin temelinde Kürt olgusu yatmakta. Şu anda –büyük bir ihtimalle ABD’nin müdahalesi sonucu- bir statüko oluşmuş olsa da, Erdoğan iktidarı ana hedefin Kürtler olduğunu gizlemiyor. “Fırat’ın Batısı" söyleminden “Fırat’ın Doğusu" söylemine geçişin nedeni bu. Türkiye’nin Suriye macerasının ikinci sebebi -ki bunu bir kumar oyununa benzetebiliriz- sınırların değişmesi, “Misak-ı Milli”nin gerçekleşmesi, “Türkiye’nin büyümesi” hayali.

Türkiye’nin müdahalesinin her üç kantonun birleşmesine engel olduğu açık. Ama aynı zamanda, Türkiye ve 2011 ÖSO’su ile en ufak bir ilişkisi olmayan yeni model “ÖSO’nun bir muhalefetle karşılaşmadıkları için ilerleyebildiklerini de unutmamak gerekli. ÖSO’nun ne IŞİD ne de silahlı diğer bir aktöre karşı ciddi bir askeri direniş gösterebilmesinin pek kolay olmayacağını biliyoruz. Yarınki konjonktürlerin ne olacağını şu andan tahmin edebilmemiz mümkün değil. Ama unutmayalım ki, erken ilan edilen zaferler genellikle beklenmeyen hezimetlere dönüşebiliyor. Türkiye’nin bunu unutmaması, Suriye Kürt hareketinin de umutsuzluğa kapılmaması gerekli.