ANALİZ

‘Kötülük’ en saf haliyle yaşanmaktadır

Batı Akılcılığı kendisine o kadar inanmıştı ki, özellikle 19’uncu yüzyılın da bilim ve akılla zafere ve cennete yol aldıklarını düşündüler...

Bugünün toplumuyla savaş halinde olan sistemlerinin doğuş kaynağını irdeleyerek, Muhammed’den, Yezitlere, Abbasilere ve Batılı dinlerin ket gerdiği gerçeklerden, iktidar odaklı milliyetçi din öğretilerinin “Kötülüğün en saf hali”nin yaşatıldığı günümüze…

Batı Akılcılığı kendisine o kadar inanmıştı ki, özellikle 19’uncu yüzyılın da bilim ve akılla zafere ve cennete yol aldıklarını düşündüler. Birçok düşünür akıl ve bilimle insanların dünyayı görmesi ve kavraması bir yöntem yakaladıklarını düşünüyorlardı. Ondan önce hakim olan dini (Musevi- Hristiyan) dünya görüşünü, gerçekleri akıldan ve doğru düşünmekten alıkoymuş olarak sorguluyorlardı.

Bu yöntem mitoloji, hikayeler ve mitlerle gerçeklerin görünmesini kefenlemişti. Bu dönem bilim ve akılcılık adına yola çıkan düşünürler, bu gizemli havayı ve sisi dağıtarak dünyayı olduğu gibi görmememizi olanak verecekti. Teleskoplar o uzak evrenleri yakınımıza getirmişti; röntgen ışını bir şeylerin içini görmemizi olanak vermiş, mikroskoplar minyatür, gözle görülemeyeni görmemizi sağlamıştı ve bilim ve akıl yönetimiyle her şeye ulaşabileceğimize ve sorunlarımızı çözmek üzeri biz insanları doğru yola koyacağına dair bir inanç yaratmıştı. Hislere kulak vermeyen o akılcı düşünce sadece gerçekliğe değil, ahlaki değerlere ve siyaseti de rehber olacaktı. Sadece bilim doğmuyordu aynı zamanda bu bilime inanan bir bilimcilik doğuyordu. Nesnel gerçekliğe bağlanmış yeni bir din doğuyordu. Akılcılar Rahiplerdi.

Ancak bugün biliyoruz ki olaylar öyle gelişmedi. Bu düşünce, nükleer enerji ile geliştirilen o dehşet risk alma cüretkarlığı, teknolojik ilerlemeyle eşlik eden ekolojik felaketler, insanın kendi doğasını ve yaşadığı evrenin sonunu getirecek düzeyde sürdürmesi, insanın sonunu getirecek savaşlar ve kendi sonunu yaratacak bir akıl ve din yarattı.

İnsanın anlama ve etkileme kapasitesi nesnel ve akılcı düşünce tarzında düşünme yöntemi yeni bir iktidar ve inanç yaratmıştı. Bu anlamda rönesans-aydınlanma ve reformla yola çıkan devrim, bilimin bu yola çıkışıyla Batıda ve dünya genelinde ortaya çıkan sonuçları kendisine ters düşmüş olacaktı.

ASİMİLE EDEN, KATLEDEN ZİHNİYET HER YERDE AYNI

Kürtlere, Alevilere, Êzidîlere, Ermenilere, Hristiyanlara vb. etnik ve inanç gruplarına düşen pay, Ortadoğu’ya müdahale edilerek yaratılan Türk ulus devleti olacaktı. Bunlar nesnel bir gerçek olarak değerlendirilmiş ve binlerce yıllık kültürü yeni bilimsel yöntemle ortadan kaldırılacakları düşünmüşlerdi. O kadar kendilerinde emindirler ki akılcılıkla ve bilimcilik ile Anadolu ve Mezopotamya’da o binlerce yıllık kültürü ortadan kaldırınca cenneti yaratacaklardı. Akılları onlara bu kültür hazinesini ortadan kaldırınca ondan sonra yeşerecek olan kültür cenneti andıracaktı.

Binlerce ölüm fermanı ve asimilasyon projesi hazırladılar ve evlerine döndüklerinde bir görevi başarıyla tamamladıkları düşünerek rahattılar. Akıl onlara doğru yolu göstermişti. Önemli olan bilimsel düşünmekte. Yahudileri katleden zihniyetle Türkiye’de Ermeni, Asuri katleden zihniyet aynı kökendeydi. Asimilasyon bir ulus devlet projesi olarak dünyanın her yerinde uygulandı ve bunu uygulayanlar dünyanın her yerinde aynı inançtaydılar. Ülkemizde Ziya Gökalp’ın hocası Durkheim’dir. Bir görevi yaparken iyi bir şey yaptıklarına o kadar emindirler ki geleceğe olağan üstü bir şey bırakmışlardı. Türkiye’de asimilasyon projesinin başında bulunan Mois Kohen (Tekin Alp) şöyle diyecekti. Kişiyi değiştirmenin yöntemi ancak eskisinin cehalet ve geri olduğu geliştirilerek zihniyetinde derin bir terbiyeyle gerçekleşebileceğini söyler.

Amaç toplulukları asimile ederken onların gereksiz olduklarına inandırmaktı. Bir kimlik intiharına ancak böyle sürükletilirdi.

Ne yazık ki ülkemizde halen bunun güçlü kalıntıları var. Böyle yaşayan ve bunun doğru bir yöntem olduğunu düşünen insan ve yönetim grubu var. Bunun için CHP- MHP- AKP ve ulusal çevreye bakmak yeterli.

Bir de bunlara yeni eklenen İslami adıyla dahil olan bir iktidar olmuş bir grup var. Bunlar kendilerine İslam’ı yönetim olduklarını ve kendi iktidarlarıyla güzel bir ülke yarattıklarını söylüyorlar. Bunları yakından tanımak için biraz Ortadoğu ve İslam tarihini yakından bakmak önemlidir.

İslam’ın düzenlediği bir yönetim sistemi yoktur. Muhammedi devletin gelişimiyle birlikte başlangıçta peygamberin vefatın ardında savaştaki ‘Emir’ modeline dayalı bir yönetim modeli ortaya çıktı. İslamiyet yayılınca ‘Savaş emiri’ modeli artık cevap verecek düzeyde değildi. Bu sorun tartışılıp çözüme kavuşturulamayınca meydan kılıç gücüne kaldı.

HADİSLE YÖNETİMİ MEŞRULAŞTIRIR

İşte Emevi yönetimi (Muaviye) şiddet ve kılıç gücüyle, zoruyla kendisini kabul ettirdi. Ama bununla sınırla kalamazlardı Ortadoğu’da iktidar olanlar İslamiyet’i kendisine uyarlamadan iktidar olamayacaklarını biliyorlardı. İslam’ın iktidar haline getirilmesinde hadisler temel bir rol oynar. İktidarlı İslam’ın doğuşunda ve karşı İslam’ın ortaya çıkmasında hadisler bir yol temizliği rolünü oynar. Dolaysıyla İslami yönetimlerin ortaya çıkmasında hadisler yönetimleri meşrulaştırmak için bir meşruluk yolu olarak görülür. Örneğin Emevilerin en çok kullandığı bir hadiste Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur: “Ümmetimde Hilafet otuz yıldır.” Burada 29 yıl dört Halife süreci ve İmam Hasan ile Hilafetin Emevilere devredilerek yönetimin Emevilere geçişi meşrulaştırılır. Muaviye bununla Allah’ın yönetimi kendisine verdiğini söyler. Seçilme ve rızalığa dayanmayan İlahi meşruluk “Kader” olanına kendisini dayandırır. Hadislerle devam edelim.

Muaviye, Hz. Ali ile savaşa çıktığında bunun Allah’ın takdiri ve kaderi olduğunu söyleyerek haklı göstermeye çalışır. Hz. Ali ölümünden sonra hadislerle daha ileriye gidilerek şöyle bir hadis geliştirilir. Hz. Muhammed şöyle demiş: “Eminler üç tanedir. Biri Cebrail biri ben diğeri Muaviye’dir.” Diğer bir hadiste ise şöyle demiştir: “Allah’ım! Muaviye’ye kitabı öğret onu yeryüzüne hakim kıl. Onu azapta koru.”

Unutmayalım İslam devrim, devrimine karşıtlık olarak gelişmesinden ve toplum karşıtı bir çizginin oluşmasında ve günümüze kadar yönetim ideolojisi haline gelmesinde en çok katkıları olan kişi Muaviye’dir. Arap milliyetçiliğin gelişmesinde de önemli katkısı olan kişidir.

Muaviye kendi yönetim modelini şöyle açıklar; “Sopanın yettiği yerde kılıç kullanmam. Dilimin yettiği yerde sopa kullanmam. Bizim iktidarımıza uzanmadıkları sürece, insanların konuşmasını engellemem” der.

BU İSLAM BİR DİN GELENEĞİ DEĞİL MİLLİYETÇİLİK’DİR

Ne kadar da bugün ki İktidara benziyor, değil mi. 15 yıllık AKP sürecinin bir özetidir bu cümleler.

Muaviye’nin oğlu Yezit’de bu çizgiyi devam ettirir. Örneğin; Yezid Kuran’ın bir ayetini açıkça siyasi çıkarları için kullanarak şöyle der: “Allah Ademi yeryüzünde halife kılmıştır.” Bu ayetten yola çıkarak Halife sayesinde Allah’ın da kendisini yeryüzünde Halife kıldığını söyler. Yani Yezit Allah’ın yeryüzü temsilcisi onun otoritesidir.

Abbasiler daha ileriye giderek: ‘’Allah’ın iradesi halifenin iradesidir” diyerek kendi zamanın öncesine ait Sasani iktidar biçimini devralarak kendi meşruiyetini sağlar. Böylece kim güçlüyse ona itaat edilir ilkesini hakim kıldılar. Bu çizgi Osmanlıda Şeyhülislam kurumuna kadar gider. Böylece bu yöntemi Allah adına fetvalar verme ve toplumu buna inandırma aracı olarak kullandılar.

Şimdi gelelim İslamiyet referandumda önerilen başkanlığa ve tek kişinin yönetimine nasıl bakıyor? Bu soruya cevap arayalım.

Hz. Muhammed’in dönemini model olarak alacaksak özet olarak Muhammed’in duruşunu esas alacağız. Muhammedi duruş olarak özetleyeceğimiz en temel ilkeler (Kurandan alıntı) şunlar olmalı:

“1. Onların işleri aralarında şura iledir

2. İş konusunda onlara danış

3. Dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz

4. Hepiniz çobansınız” der.

“Hepiniz Çobansınız… Bu sözcükler özel bir anlama sahiptir. Tek bir çoban olmasını reddeder. Onun yerine hepiniz çobansınız, derken herkesi sorumluluğa ve ortak davayı gözetlemekte yükümlü kılar.

Bir de Hz. Muhammed’in yaşamına bakalım. Hz. Muhammed yaşadığında ısrarla krallık veya başkanlık yakıştırmalarını ret etti. Onu takip edenler de kendilerine Muhammed’inin sahabesiyiz dediler. Dikkat edilirse Mekke dönemindeki Muhammedi ilişki sohbet ve şura üzerine kuruludur. Bu ilişkiyi Kuran’da da gözetlemek mümkündür. Birbirilerine danışan şura ilişkisinden bahseder. “Onların işleri aralarında dayanışma (Şura) iledir” der.

Yaşamında da çıkaracağımız en temel yöntemde. Tüm sorunları Cemaat ve Şura ile çözülmesi gerektiği vurgulayan yaklaşımıdır.

Burada kolaylıkla çıkaracağımız sonuç şu olmalı İslamiyet’teki tek kişilik yönetim modeli ne, Hz. Muhammed yaşamında ne de İslamiyet’in özü olan Kuran’da rastlamak mümkün değildir. Sonradan insan eliyle yaratılan gerçekler İslam adına söylenemez. Hatta bu yaklaşım İslami duruşla çelişmekte ve karşıtlığı ifade etmektedir. Dolaysıyla bu yönetim modelin varsa bir bağlantısı kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için İslamiyet’i kendi çıkarlarına kullanmak isteyenleri modeli olmuştur. Dolaysıyla AKP iktidarı İslami bir model önermiyor aksine İslamiyet’in ruhuna aykırı bir yol önererek kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor. Dolaysıyla bugün ülkemizde yaşanan faşizm başından beri iktidar olmak isteyen bir partinin dini içeriği kullanarak demokrasi kültürü olmadığından eski yöntemlere başvuran ve bunun için her yolu mubah gören bir yönetim kliğin duruşudur. Bu İslam bir din geleneği olarak değil milliyetçilik olarak inşa edilmiştir.

KÖTÜLÜK SİSTEMLERDEN DOĞAR

Dolaysıyla bugünün Erdoğan’ı, Bahçeli’si, Perinçek’i ve Kılıçdaroğlu’su dünün bir tekrarından öte bir gerçek değildirler. Hanna Arendt kötülüğü şöyle tarif eder; “Batı yöntemi, insanların yaptığı hatayı bencilikten doğduğunu varsayar. Hataya düşerler. Kötülüğün temel amacı İnsanı insan olmaktan soğutmak ister.” Burada kötülüğün bir sistemden doğduğunu söyler. Ne yazık ki ülkemizdeki (Faşizm) bunun en somut örneği. Ülkemiz ders kitaplarına örnek olacak şekilde hayat bulmuştur. Kötülük en saf haliyle yaşanmaktadır. Yaşanan aslında kriz halinde olan bir rejimin toplumla savaş halidir.