Kalkan: Öz savunma süreci aşılmış, taktik saldırı sürecine girilmiştir

PKK Yürütme Kurulu Üyesi Duran Kalkan, Kuzey Kürdistan’daki savaşı ve halk direnişini, bundan sonraki süreci, Uluslararası güçlerin yaklaşımı, dokunulmazlıkların kaldırılması, Rojava ve Irak’taki gelişmeleri ANF’ye değerlendirdi.

PKK Yürütme Kurulu Üyesi Duran Kalkan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a ‘rehine politikası’ uygulandığını belirtti. İmralı’da ne olup bittiğini hiç kimse tarafından bilinmediğini söyleyen Kalkan, ‘’Fakat İmralı’yı yönetenler bilsinler ki, sorumluluk omuzlarındadır. Yapacakları olumsuzlukların hesabını misliyle verirler. O nedenle de herkes ayağını denk atmalı, doğru tutum içinde olmalıdır’’ dedi.

AKP’nin Kürt halkının öz yönetim direnişlerine karşı yenildiğini vurgulayan Kalkan, gelinen aşamaya ilişkin önemli tespitlerde bulundu. Kalkan: Öz savunma süreci aşılmıştır. Şimdi taktik saldırı sürecindedirler. Aktif savunmaya geçiyoruz, diğeri salt savunmaydı. Ama artık taktik saldırı ile AKP’ye darbeler vurarak AKP faşizmini parçalayıp yenilgiye uğratma ve zafer kazanma dönemidir. Bu bakımdan öncelikle mutlaka taktik ve tarz değişimi yaratılmalıdır. Sadece hendek ve barikatlar arkasında direnme zafer kazandırmaz’’ tespitinde bulundu.

Devam eden savaş süreci konusunda içerden ve dışardan birçok çevreden kendilerine mesaj ulaştığını belirten Kalkan, ‘’Erdoğan’ın yerle yeksan olacaklar’’ açıklamasına cevaben, ‘’kimin yerle yeksan olacağını yakında göreceğiz’’ dedi.

Davutoğlu’nun görevden alınmasını da yorumlayan Kalkan, ‘’Düşen Davutoğlu değil, Erdoğan’dır. Davutoğlu 7 Haziranı göremeyecek dedik öyle oldu. Erdoğan ise 1 Kasımı göremeyecek. AKP, PKK karşısında başarısız olmuştur, içi kaynıyor ve dağılacaktır’’ dedi.

Dokunulmazlıkların kaldırılması girişimini de değerlendiren Kalkan, ‘HDP’nin sonuna kadar mecliste direnmesi gerektiğini’ belirtti.

Duran Kalkan, Kuzey Kürdistan’daki savaşı ve halk direnişini, uluslararası güçlerin yaklaşımı, dokunulmazlıkların kaldırılması, AKP'de yaşanan sorunları, Rojava ve Irak’taki gelişmeleri ANF’ye değerlendirdi.

Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’dan bir yıldan fazla bir süredir haber alınamıyor. Siz tecrit ve işkenceyi aşan bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önder Abdullah Öcalan tutuklanmış ve yargılanmış bir konumda değil. Bilindiği gibi uluslararası bir komplo ile kaçırılıp İmralı’ya kondu. İmralı’da herhangi bir yasal durum, hukuki sistem işlememektedir. Bazen adına cezaevi deniliyor, bazen yüksek güvenlikli İmralı Cezaevi ismi kullanılıyor. Ama başka cezaevlerinde geçerli olan yasaların hiçbirisi İmralı’da geçmiyor. “İmralı için özel bir yasal düzenleme var” deniliyor. Fakat bu yasal düzenlemenin de ne olduğu bilinmiyor. Eğer yasal düzenleme ise hükümleri olmalı, herkes bu hükmü bilmeli ki, uygulanıp uygulanmadığını kontrol edilebilsin. Öyle bir düzenleme yoktur. Gizli olarak kendi aralarında bir sistem oluşturmuşlarsa bu ayrı bir meseledir. Bu bakımdan İmralı’daki duruma tecrit veya işkence denilemez. Tecridin de belli ölçüleri var. İşkence de bir insanlık suçudur, ama bir ceza olarak uygulanıyor.

İMRALI’DA REHİNE POLİTİKASI İZLENİYOR

İmralı’da olan, bütünüyle bir rehine politikasıdır. Zaten Önder Apo kaçırılmıştır. Kaçırılmak, rehine almak ile eşdeğer oluyor. Kaçırılıp zorla bir yerde tutulmaya rehinelik deniliyor. 18 yıldır Önder Apo’nun İmralı’daki duruşu ve konumu bu şekildedir. Başta da herhangi bir hukuki düzen, yasal sistem yoktu; şimdi de yok. Geçmişte de aylarca, yıllarca görüşme yaptırılmadı, hiçbir yasal ve hukuki hak tanınmadı. Bu da rehine politikasına uygun bir durumdur. Kaçırılıp bir yere konmuş ve zorla tutuluyor, bazı şartlar dayatılmış onların gerçekleştirilmesi isteniyor. Bu şartlar nedir? Bir yıl öncesinde Tayyip Erdoğan söylüyordu, sonrasında Ahmet Davutoğlu söyledi. Daha sonra öyle bir şey kalmamış diye Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nu azarladı. Tayyip Erdoğan, “ya baş eğecek, ya da baş verecek” dedi. Yani ya teslim olacak, dediğimizi yapacak, ya da artık yaşamayacak! Zaten İmralı’daki durumu bir yaşam olarak tanımlamak mümkün değildir. Önder Apo’ya hukuki ve yasal bir düzen uygulansaydı, zaten gerçekçi olmazdı. Çünkü o zaman sanki gerçekten suç işlemiş de tutuklanmış bir konuma gelirdi. Öyle bir konumu ve suçu yoktur. Suç dedikleri Kürt halkını bilinçlendirmesi ve örgütlemesi; Kürt halkının özgürlüğünü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini istemesi ve bunun için mücadele etmesidir. Bunun da demokrasi açısından, düşünsel ve siyasi bakımdan herhangi bir suç oluşturmadığı açıktır.

Şimdi Önder Apo’yu şiddet kullandığı için suçluyorlar. Halbuki en büyük şiddeti AKP hükümeti kullanıyor. İşte Cizre ve Sur gibi tarihi kentleri yakıp yıktılar. 1993-94’de dört bin Kürt köyünü yakıp yıktılar. Şimdiye kadar on binlerce gerillayı ve sivil insanı katlettiler. Dersim’de soykırım yaptılar, şimdi yıldönümüdür ve tartışılıyor. Daha doğrusu AKP hükümeti ve TC devleti, rehine yöntemini kullanıyor, her türlü şiddeti ve terörü kendi siyasi mücadelesinin aracı yaptığı gibi rehin almayı da bir yöntem olarak kullanıyor. Rehin alma insanlık suçudur, rehin alma tarzına terör ve şiddet deniliyor. En net terörist tanımı rehine politikası izleyenler için kullanılıyor.

KÜRT HALKINA SOYKIRIM POLİTİKASI UYGULANIYOR

Bu bakımdan Kürt halkına dayatılan soykırımın temel özelliklerini, İmralı’da Önder Apo’ya dönük uygulamalarda görüyoruz. Bu sadece Önder Apo’ya uygulanan bir durum da değildir. Kürt halkı üzerinde uygulanan soykırımın kendisidir. Topluma bu kadar katliam ve soykırım uygulayanlar, elbette onun bir üyesi ve önderine her türlü baskı ve işkenceyi uygularlar. Kendi dediklerini kabul ettirmek istiyorlar ve onu dayatıyorlar. Bunun öyle kabul edilecek, hukuk ve demokrasi ile bağdaşacak hiçbir yanı yoktur. İmralı’daki uygulamalar suç pratiğidir. Bu dünyada demokratik bir sistem olsa, AKP hükümetini ve TC devletini mutlaka uluslararası mahkemelerde yargılar. Fakat dünyada Kürt sorununa dönük böyle bir demokratik, siyasi yaklaşım yoktur. TC devleti de bunu biliyor ve kötüye kullanıyor.

Halk bu konuda duyarlı olmalı ve mücadele etmelidir. Önder Apo da “benim durumum, Kürt halkının durumudur, siyasi mücadelenin kendisidir” dedi. “Eğer dışarda özgürlük ve demokrasi mücadelesi etkili yürütülürse, ben de burada iyi olurum, bana iyi yansır; eğer iyi olmazsa bana kötü yansır” dedi. Bu bakımdan halk bilmeli ki, Önder Apo’nun özgürlüğünü istemek ve Önder Apo’yu savunmak demek, AKP’nin faşist ve soykırımcı politikalarına karşı Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğü için daha aktif ve etkili mücadele etmek demektir. Bu bakımdan özgürlük ve demokratik hak mücadelesini yükseltmek gerekiyor. Bunu yükselterek Önder Apo’yu sahiplenmek ve savunmak gerekir. Başka türlü Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara ulaştırılması mümkün değildir.

İMRALI’DA NE OLUP BİTTİĞİNİ HİÇ KİMSE BİLMİYOR

İmralı’da bu durumu uygulayanlar için de şunları söyleyebiliriz: Önder Apo ile 5 yıldır avukatlar görüşemiyor, 13 aydır aile ve milletvekilleri, yani hiç kimse görüşemiyor. İmralı’da ne olup bittiğini hiç kimse bilmiyor. Fakat İmralı’yı yönetenler bilsinler ki, sorumluluk omuzlarındadır. Yapacakları olumsuzlukların hesabını misliyle verirler. O nedenle de herkes ayağını denk atmalı, doğru tutum içinde olmalıdır. Önder Apo’ya yaklaşımın Kürt halkının özgürlüğüne yaklaşım olduğunu, Türkiye’nin barışına ve demokrasisine yaklaşım olduğunu herkes bilmelidir. Bir kere daha bu vesileyle tekrarlamak istiyorum:

Bu ülkede bir Kürt-Türk barışı olacak ise, bunu sağlayacak tek kişi Önder Apo’dur. Önder Apo üzerindeki her türlü baskı, tecrit ve rehin politikası barış ve demokrasiye karşı saldırı demektir. O bakımdan da barış isteyenler, Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana olanlar, barış ve demokrasi mücadelesini daha çok yükseltmeli ve bunu Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara ulaşması temelinde yapmalıdır. Kürt halkının özgürlüğünü istemek, Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara ulaşmasını istemek, Türkiye’de demokrat olmanın tek ölçütüdür. Demokratikliği buraya oturtmayanların demokratlığı hikayedir. Yoksa her faşist kendisi için demokrat diyor. En baskıcı diktatör bile kendini demokrat ilan ediyor, Tayyip Erdoğan’a sorsanız dünyanın en demokratı kendisidir. Türkiye demokrasisinin turnusol kağıdı Kürt sorunudur, Kürt halkının özgür olup olmama durumudur. Onun da özü Önder Apo’nun durumudur. Çünkü Kürt halkının iradesini ve özgürlüğünü temsil ediyor. Bu açıdan da barış ve demokrasi isteyen herkes, bunun Önder Apo ile gerçekleşebileceğini bilerek, İmralı’daki ağır tecrit, baskı ve rehine politikasına karşı bu temelde mücadele etmelidir. Eğer bu başarılamazsa hiç kimse Türkiye’de barış olur diye beklemesin.

Bazı aydın çevrelerin önemli çabaları var, onları selamlıyor ve başarılar diliyorum. Aydın olmanın verdiği tarihi görev ve misyonu yerine getirmeye çalışıyorlar. Türkiye’deki akademisyenlerin de bu düzeyde hareket etmeleri gerekmektedir. “Suça ortak olmamak” yetmiyor, suçu ortadan kaldırmak için çalışmak ve mücadele etmek lazım. Asıl suç İmralı’da uygulanan rehine politikasıdır. Türkiye bu rehine politikasından kurtulmadıkça, ne barış ve demokrasi olur, ne de sorunlarını çözebilir. Herkesi bunu böyle bilmeli, İmralı işkence ve baskı sistemine karşı tutum ve tavır almayı bu temelde geliştirmelidir.

Botan’dan Amed’e kadar devam eden özyönetim direnişleri gündem belirlemeye devam ediyor. Siz gelinen aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demokratik özyönetim direnişlerinin önemli bir aşamaya geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Son 9 aydır gündemi belirleyen, başta Silopi, Cizre ve Sur olmak üzere Kuzey Kürdistan’ın kentlerinde Kürt gençliğinin, kadınlarının, halkının geliştirdiği özyönetim direnişleri ve mücadeleleri oldu. Öz savunma temelinde bu mücadeleyi yiğitçe ve kahramanca geliştirdiler. AKP faşizminin bütün hesaplarını, planlarını ve oyunlarını bozdular. Onlara göre Kürtler teslim olacaktı, sınır kentlerini boşaltacaklardı, Kürdistan’daki demografiyi değiştireceklerdi, kısaca Kürt soykırımını gerçekleştireceklerdi. Çöktürme Eylem Planı’nın esası olarak da bunu içerdiği net olarak ortaya çıktı. Ama tarihi Cizre ve Sur direnişleri, AKP’nin bu oyunlarını kökünden bozdu, başarısız kıldı, işlemez hale getirdi. Tabi acısı büyük oldu, bedeli ağır oldu. Ben bir kere daha kahraman şehitlerimizi Mehmet Tunç ve Pakize Nayır şahsında minnet ve saygı ile anıyorum. Anılarına bağlılık ve amaçlarını gerçekleştirme sözümüzü yineliyorum. Onların şahsında Cizre ve Sur şehitlerinin, tarih boyunca gurur duyulacak bir mertebeye ulaştıklarını rahatlıkla belirtebiliriz.

DİRENİŞ FAŞİZMİN OYUNLARINI BOZDU

En zor olanı yaptılar ve başardılar. Tayyip Erdoğan’ın ve AKP yönetiminin aklının ucundan geçirmediği, olacağına ihtimal bile vermediği tarihi kahramanlık direnişi ile faşizmin bütün oyunlarını bozdular. Demokrasinin, Kürt özgürlüğünün en büyük ve değerli savunucuları oldular. Şimdiye kadar saldırgan AKP faşizmiydi. Bu süreci 24 Temmuz topyekûn soykırım saldırıları ile AKP başlattı. Kış boyunca tüm orduyu, polisi, kontrgerillayı harekete geçirerek ve devletin tüm imkanlarını seferber ederek, her türlü aracı ve yöntemi kullanarak Kürt halkının iradesini kırmak, kendi deyimleriyle “diz çöktürmek” istediler. Fakat başta Cizre ve Sur olmak üzere tüm Kürt halkı kahramanca direndi. Mehmet Tunç’un dediği gibi diz çökmedi. Tersine insanlık tarihi var oldukça, gurur duyulacak büyük bir direnme mirası ortaya çıkardı.

İmkanları azdı, hazırlıkları yetersizdi, tecrübeleri yoktu. Gerilla savaşa giremedi. Halk baskı, şiddet ve terör ile yerinden edildi; demokratik siyaset yürütmelerine, miting ve protesto geliştirmelerine, taleplerini dünyaya duyurmalarına izin verilmedi. Geriye sadece şehirlerdeki öz savunma gücü kaldı. Botanlar, Harunlar, Erişler, Gelhatlar, Newaller ve Berjinler’in öncülüğünde, Kürt gençliği gerçekten de destan yazdı. Kürt halkının öz savunması olarak YPS ve YPS-JIN önemli bir çıkış yaptı. Direniş geliştirdi, kendini Kürt halkına kabul ettirdi.

AKP FAŞİZMİ BAŞARISIZ KALMIŞTIR

AKP faşizmi ise en güçlü olduğu zamanda, tüm imkanlarını seferber etmesine rağmen başarısız kalmıştır. Şimdi ise koşullar değişti. Artık Kürtlerin imkanları daha çoktur. Bahara çıkış ile birlikte zafer kazanacak bir imkana sahip olması ve böyle bir çizgiyi ortaya çıkarması söz konusudur. Şimdi bu çizgiyi imkanlar dahilinde harekete geçirme aşamasındayız. Artık sadece şehir direnişleri ile sınırlı kalmayacak, dağda, ovada ve şehirde mücadele sürecek. Sadece öz savunma direnişi olmayacak, gerilla, halk, demokratik siyaset, uluslararası demokratik kamuoyu, Türkiye demokratik güçleri birlikte direnecekler. Demokratik özyönetim direnişleri, faşizme karşı topyekûn bir direnişe geçerek zafer kazanma aşamasına gelmiştir. Artık tek cephede direnme dönemi geçmiştir. Demokratik Özerklik mücadelesi bütün alanlarda topyekûn direniş aşamasına giriyor. Artık sadece saldırılar karşısında kendini savunan olmaktan çıkıyor, taktik saldırı konumuna geçiyor. Bir alandaki mücadele olmaktan, her alandaki mücadele olmaya geçiyor. Gerilla, öz savunma, serhildan ve demokratik siyaset hepsi birleşerek faşizmin saldırganlığını durdurmak ve faşist diktatörlüğü yıkmak üzere büyük bir mücadele gücü haline geliyor. AKP faşizmi ne yaparsa yapsın, bu aşamayı başarıyla gerçekleştirmeyi ve demokratik özerklik devriminin büyük bir hamle yaparak kazanmasını kesinlikle engelleyemeyecektir.

ZAFER HAMLESİ YAKINDIR

Bu bakımdan demokratik özyönetim mücadeleleri, zafer hamlesini geliştirme sürecindedirler. Çok gecikmeden bu hamle mutlaka geliştirilecek ve AKP faşizmi çökertilerek, Kürdistan’daki demokratik özerklik devrimi zafere taşınacaktır. Demokratik Türkiye ve özgür Kürdistan hedefine bu temelde ulaşılacaktır.

CİDDİ TAKTİK DEĞİŞİME İHTİYAÇ VAR

Bu sürecin genel bir muhasebesini yaptığınızda, devlet terörüne karşı Kürt kurumları ve temel dinamiklerinin nasıl bir mücadele formasyonu yakalaması gerektiğini düşünüyorsunuz? Halk direnişlerine nasıl bir ivme kazandırılmalıdır?

Ciddi bir taktik değişime ihtiyaç var. Kuşkusuz kış boyu her türlü saldırıyı yapan faşist AKP diktatörlüğüydü. Kürt gençlerinin, kız ve oğullarının ellerinde sopalarla, çakaralmaz tüfeklerle sokak ve mahallelerde kazdıkları hendekler ve kurdukları barikatlar arkasında kendilerini savunmaya çalışmaktan başka çareleri yoktu. Bunun böyle gerçekleşebileceğine hiç kimse ihtimal vermiyordu, inanılmıyordu. En başta AKP beklemiyordu. Hiç kimsenin ihtimal vermediği ve beklemediğini Kürt gençliği başardı.

Bu durumda, o savunma süreci aşılmıştır. Şimdi taktik saldırı sürecindedirler. Aktif savunmaya geçiyoruz, diğeri salt savunmaydı. Ama artık taktik saldırı ile AKP’ye darbeler vurarak AKP faşizmini parçalayıp yenilgiye uğratma ve zafer kazanma dönemidir. Bu bakımdan öncelikle mutlaka taktik ve tarz değişimi yaratılmalıdır. Sadece hendek ve barikatlar arkasında direnme zafer kazandırmaz. Böyle bir direniş ile düşmanın başarısı önlenebilir. Nitekim Cizre ve Sur direnişleri, AKP faşizminin imha ve tasfiye planlarını boşa çıkardı, yenilgiye uğrattı.

AKP YERLE YEKSAN EDİLECEKTİR

Bütün AKP faşizmini Kürdistan’da yerle bir edip zafer kazanmak gerekiyor. Tayyip Erdoğan, “yerle yeksan olacaklar” dedi. Şimdi AKP yerle yeksan edilecektir. “Kazdıkları hendeklere gömülecekler” dediler. Kimin o hendeklere gömüleceği yakında görülecektir. Bu biçimde mücadele ederek, bütün direnişçi güçlerinin darbe vuracak aktif mücadele konumuna geçmesi gerekiyor. Aktif mücadele konumuna geçmek, düşmanın saldırmasını beklememek demektir. Faşizmin saldırısını beklemeden, tüm varlığına ve kurumalarına taktik saldırılar ile darbe vurup onları işlemez kılmak ve yok etmek demektir. Bu bakımdan da bu kadar saldırının örgütleyicisi, yürütücüsü ve suçlusu olan AKP’nin artık Kürdistan’da varlığının kalmaması gerekiyor. Kürdistan’da AKP’nin adı bile söylenememeli. Yine Kürt halkının özgürlüğüne karşı çıkan tüm özel savaş kurum ve kuvvetlerine karşı direniş en üst düzeyde geliştirilmelidir.

Birçok kez belirttik, biz eskisi gibi savaşmak ve mücadele etmek istemiyorduk. Örneğin, operasyona çıkmayan, bizim ile savaşmayan askeri güçler ile çatışmak istemiyorduk. Sınır kuvvetleri ile vuruşmak istemiyorduk. Bu paradigmamızın, çözüm siyasetimizin bir gereğiydi. Bu yönlü güçlerimizi eğittik, bu temelde çağrılar yaptık. Fakat mevcut Genelkurmay bunu dinlemedi, buna uymadı. 24 saat sınır karakollarını, Medya Savunma Alanlarına dönük saldırı üssü haline getirdi. Orduyu her tarafta saldırıya geçirdi, 14 Aralıktan itibaren tankları Kürt kentlerinin sokaklarına sürdü. Kürt halkına dönük katliamları bizzat Genelkurmay ve onların yönlendirdiği güçler yürüttüler. Bunları gözlerimizle gördük.

ORDU TÜM GÜÇLERİNİ SAVAŞA KATTI

Mevcut Genelkurmay Başkanı, Şırnak’a ve Amed’e gitti. Ordunun tüm güçlerini savaşa kattı. Kaldı ki deniz kuvvetlerini bile Şırnak’a götürüp savaşa sürecek kadar seferberlik ilan etti. Böyle bir durumda bize saldırana biz de saldırırız, hedefimiz olur. O bakımdan doğru bir tutum takınan, Kürt halkının özgürce ve demokratik özerklik temelinde yaşamasına karışmayan, engel olmayan güçlere karşı bizim de diyeceğimiz bir şey yoktur. Fakat sömürgeciliği ve soykırımı temsil eden, Kürdistan’ı işgal eden, ya “baş eğecekler, ya baş verecekler” diyerek tarihin en vahşi, en alçakça saldırılarını yürüten güçlere karşı da Kürt halkı, özgürlük ve demokrasi güçleri son nefeslerine kadar direneceklerdir.

Direnişten başka çare yoktur, kazandıranın direniş olduğunu, en son geçtiğimiz kış sürecinde Cizre ve Sur direnişleriyle gördük. Bu bakımdan birincisi, mücadelede bir değişiklik yapmak gerekiyor. İkincisi, mücadeleyi hızlandırmak gerekiyor. Mücadeleyi her alana yayarak ve yoğunlaştırarak zafere taşımak gerekiyor. Tüm kurum ve kuruluşlar, tüm halk bu temelde mücadeleyi yükseltmek durumundadır.

Özgürlük mücadelesi ve siyaseti, fırsatları doğru bir biçimde kullanabilmektir. Beklemeden, ertelemeden gerekeni yapmak lazımdır. Kürt halkı sabırlı bir halk, kendisine saldırılırsa kahramanca direniyor, direnişte üzerine yoktur. Şairin dediği gibi “teke tek dövüşte yenilmediler.” Fakat sömürgeciler işgal etmiş, yönetimi elde tutuyorlar, her türlü baskıyı, terörü ve egemenliği toplum üzerinde uyguluyor. Ama onu ortadan kaldırıp demokratik bir sitem kurmak gerekli oldu mu, böyle bir saldırı savaşı yürütmekte ve taktik hamleler yapmakta zayıf kalıyor. Zorlanıyor, düşmanın üzerine gitmiyor. Öyle olunca da fethedici ve kazanımcı bir mücadele kesinlikle yürütülemiyor. Bu durumu, anlayışı ve ruh halini kesinlikle aşmak, dönemin sunduğu fırsatları değerlendirmek üzere direnişin temposunu en üst düzeye yükseltmek lazımdır.

DOKUNULMAZLIKLARIN KALDIRILMASI

Kürdistan’daki direnişe karşı AKP hükümeti, HDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırmak istiyor. Erdoğan bu konuda baskı kuruyor. CHP ve MHP de buna destek vereceklerini açıkladılar. HDP’lilerin tutuklanması ile siyasete nasıl bir dizayn verilmek isteniyor?

Baştan şunu belirlemek lazım; Türkiye’de siyaset kurumu işlemiyor. Siyaset sorunları çözmüyor. Zaten bunu 24 Temmuz saldırıları ile gördük. Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı sonucu feshederek, siyaset kurumunu iflasa götürdü. Böylece tek kişi diktatörlüğünü yaratmak istedi ve fiili olarak gerçekleştirdi. Buna rağmen hesapladıkları gibi olmadı. 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin baraj altında kalmasını ve siyaset yapan kimsenin kalmamasını umut ediyorlardı. Meclisi faşist diktatörlüğün onay merci olarak istediği gibi kullanabileceklerini sanıyorlardı. Bu gerçekleşmedi. 1 Kasımda da seçim çalışması yürütememiş, dolayısıyla oy oranında kısmi bir azalma olsa da HDP yine barajı aşmayı ve meclise girmeyi başardı. Dolayısıyla HDP’nin meclise girmesi yok edilmek istenen siyaset kurumunu eğreti biçiminde de olsa işlevsel kıldı.

HDP’DEN KURTULMAK İSTİYORLAR!

HDP, AKP faşizmini meclis kürsüsünden teşhir eden, bu konuda Türkiye halklarını bilinçlendiren bir propaganda çalışması yürütme imkanı buldu. Tayyip Erdoğan ve AKP bundan korkuyor. Maskeleri düşüyor, gerçek yüzleri açığa çıkıyor. Tüm medyayı elinde tutmuşlar, toplumu kandırmaya çalışıyorlar. Onun için kendine biat etmeyen, diz çökmeyen medyayı susturmaya, gazetecileri yargılamaya ve tutuklamaya, gazete ve televizyonları kapatmaya çalışıyorlar. Bunları yapsalar da meclisteki HDP’nin varlığı, gerçekleri meclis üzerinden topluma taşırıyor. Bu da AKP’nin oyunlarını bozuyor, maskesini düşürüyor. Buna tahammül edemiyorlar ve buradan kurtulmak istiyorlar. Aslında dokunulmazlıkları kaldırma istemi, böyle bir meseledir.

HDP’nin meclisten atılması ve meclisin bir siyaset kurumu olmaktan çıkarılması, işlevsiz hale getirilmesi düşünülüyor. Tayyip Erdoğan fiilen meclisi feshetmek istiyor. Meclisin resmi olarak kalmasını, kendi dikte ettirdiklerine yasal kılıf uydurmasını, ama herhangi bir denetim gücü olmamasını istiyor. Tayyip Erdoğan’ı teşhir eden herhangi bir görüş, sesin meclisten çıkmamasını istiyor. Dokunulmazlık meselesi budur.

HDP bu konuda belli bir direnç gösterince, eşkıya gibi saldırdılar. Neredeyse zorla atacaklar. Meclise babalarının malı gibi yaklaşıyorlar ve HDP’yi de yabancı görüyorlar. Bir de Tayyip Erdoğan sıkışınca ikide bir, “ben seçimle geldim” diyor ve seçilenlerin hakkından söz ediyor. O zaman HDP’liler seçilmedi mi? Kürdistan’daki DBP’li belediye eşbaşkanları seçilmediler mi? En son Ahmet Davutoğlu da sözde seçim ile gelmedi mi? Seçilmişleri bir çırpıda yıkıyor, seçim sadece Tayyip Erdoğan için işliyor. Seçimin yarattığı meşruiyeti sadece kendisi için görüyor. Diğerlerini seçim saymıyor, seçilmiş kabul etmiyor. Faşist, tekçi zihniyet budur.

HDP’NİN MECLİSTEN ATILMASI HER ŞEYİN SAVAŞA İNDİRGENMESİDİR

HDP’lilerin meclisten atılması, tutuklanmaları vb. her şey faşist saldırılardır. Siyaset kurumunun hiçbir biçimde işleyemez, AKP diktatörlüğünü denetleyemez bir konuma getirilmesidir. Zaten bulunmayan siyaset yapma koşullarının tümden yok edilmesi, her şeyin savaşa indirgenmesidir. Bu bakımdan dokunulmazlığın kaldırılması bir savaş, saldırı demektir. HDP’li vekillerin, milletvekilliklerinin düşürülmesi bir savaş gerekçesidir. Tutuklanmaları savaştır, siyasetin bitirilmesi ve tek çizgi olarak savaşın bırakılmasıdır. Bu nedenle de buna karşı başta HDP’nin kendisi, herkes direnmek zorundadır. Tüm devrimci demokratik kesimler, bu faşist saldırganlığa karşı güçlerini tümden seferber ederek direnmelidir. Demokratik siyaset temelinde direnilmeli, her türlü meşru yol ve yöntemler ile direnilmeli. Faşizme karşı direnişte tüm mevziler sonuna kadar kullanılmalıdır. Asla hiçbir mevzi tam kullanılmadan bırakılmamalıdır, geri çekilmemelidir.

Bu direnişi halk başlattı, daha da geliştirmek gerekiyor. Dokunulmazlıklar kalkar ve HDP’li vekiller mahkemeye götürülür ve tutuklanmak istenirse de halk “irademe dokunma” diyerek kapsamlı ve etkili bir direniş içerisine girebilmelidir.

Meclisi demokratik siyasete inanan herkes savunmalı, korumalıdır. 23 Nisan 1923 de kurulan meclisin içinde en çok Kürtler vardı. Bu meclis Sivas ve Erzurum’da Kürtlerin çoğunluk ile katıldığı kongreler ile oluştu. Dolayısıyla bu meclisin kuruluşunda halkın, Kürtlerin iradesi var. Daha sonra faşist diktatörlük tümüyle ele geçiriyor. Onlara bu fırsat verilmemelidir. 1920’de kurulmuş meclisteki toplumun iradesini korumak için sonuna kadar direnmek gerekiyor. Bu konuda herkesin duyarlı olması önem taşıyor.   

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genelkurmay’dan aldığı brifingden sonra dokunulmazlıklar için evet dediği söyleniyor. Kendisi de bunu yalanlamadı. Bu durumda HDP’nin tasfiye edilmesini bir devlet projesi olarak mı kabul etmek gerekiyor?

Ankara’daki meclis devletin meclisi değildi. İçinde askeri güçler ve devlete dayanan güçler de olsa toplumun da katılımıyla kurulmuş bir meclisti. Orada Kürtlerin iradesi de var. Bu nedenle meclisi tümden devletin ve devlet iradesi olarak görmek doğru değildir. Faşist askeri darbeler ve diktatörlükler bunu sağlamaya çalışıyorlar. Tümüyle diktatörlüğün aracı haline getirmek istiyorlar. Bu saldırı ve istek ayrı bir konudur. Ama meclis gerçeğinin kuruluş ve şekilleniş tarzı daha farklıdır. Diğer yandan CHP, her zaman AKP’ye koltuk değneği oldu. Ortada fiili bir AKP-MHP iktidarı var, yöneten güç Devlet Bahçeli’dir. Bu anlaşılır bir durumdur. AKP, MHP’lileşti; MHP de AKP’ye destek vererek iktidar olmasını sağladı. Peki CHP’ye ne oluyor? CHP ise kraldan, daha kralcıdır. Tam bir faşizmin koltuk değnekçisi durumundadır. Bu bakımdan CHP içindeki sosyal demokrat, ilerici çevreler bu gerçeği görmeliler. İzlenen bu politika ile faşizme karşı mücadele değil, faşizme destek durumu yaşanır. Faşizm yarın tüm gücüyle CHP’ye saldırdığında ortada CHP’yi destekleyecek kimse kalmaz.

ORTADA BİR ÇETE YÖNETİMİ VAR

Genelkurmay Başkanı ile görüşmenin ardından CHP’nin bunu kabul ettiği belirtiliyor. Ne kadar bu şekilde gerçekleşti, bilemiyorum. Bunun ne kadar bütünlüklü bir devlet politikası olduğu konusunda da tartışmak gerektiği düşüncesindeyim. Yani şuan devlet nedir, kimdir, devlette bir bütünlük var mı? Bunlar tartışılacak konulardır. Genelkurmay Başkanı, ordunun ve bürokrasinin bir kesimi Tayyip Erdoğan etrafında toplanmışlar, bir siyasi oligarşi ortaya çıkarılmış durumdadır. Faşist oligarşi sistemi oluşturulmuş. Bir avuç kişi, çeşitli alanlarda egemenlik kurmuş. Ortada bir çete yönetimi var. Ama devletin birçok kesimi ve tabanının aynı biçimde katılım gösterdiklerini, izlenen bu siyasetleri desteklediklerini sanmıyoruz. O nedenle bugün devleti ele geçirmiş olan faşist çetenin projesidir. Sadece AKP ve Tayyip Erdoğan’ın yaptığını düşünmemek lazımdır. Zaten AKP buna inanmıyor. AKP çok menfaatçi, çıkarcı, pragmatist bir topluluk oluyor. Çıkar nedeniyle bu politikaların peşinden gidiyorlar, yoksa bu politikalara inandıkları kesinlikle söylenemez.

Diğer yandan devlet için de aynı durum geçerlidir. Devlet adına iktidarı en üstte elde tutanlar, belirleyici oluyorlar. Bu düzeyde merkezi bir duruş var. Çöktürme eylem planını hazırlayan güçler bunlardır. Faşist oligarşi bunlar oluyor. Topyekûn özel savaş konseptini ortaya koyan, 24 Temmuz saldırılarını başlatıp geliştiren ve bugün de sürdürmek isteyen güçlerdir bunlar. Kılıçdaroğlu’nu da ikna edebilirler. HDP’nin meclisten atılmaya çalışılması da, bu Çökertme Eylem Planı’nın bir parçasıdır. Bunlara derin devlet deniliyor, ama devletin köşe başlarını tutmuş oligarşik çeteler olarak tanımlamak daha doğrudur. Öyle bir güç var ve bu siyaseti belirliyorlar. Söz konusu HDP’ye saldırıları da bu gücün yürüttüğü görüşü, doğru bir görüştür.

Bir veya birkaç HDP’li milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılırsa, buna karşı tepki nasıl olmalıdır? Zira HDP’nin meclisi terk edip etmemesi şimdiden halk nezdinde tartışılıyor. Sizce HDP bunu yaparsa HDP’nin oyununa gelmiş olmaz mı?

TOPLUM İRADESİNE SAHİP ÇIKMALI

Sadece dokunulmazlık kaldırılır veya tutuklandıklarında değil, mevcut dokunulmazlıkların tartışılır hale getirilmesinde de halk tepki göstermelidir. Çünkü milletvekillerini halk seçti, halkın temsilcileri konumundalar. Milletvekilleri bunu bilerek hareket etmeliler, toplum da iradelerine sahip çıkmalıdır. Bunun için de aktif, etkili bir “irademe dokunma” kampanyası yürütülmeli. Fakat bu irade yeterli düzeyde temsil de edilmedi. Temsiliyet verilen, irade olarak seçilen kişiler, vekili oldukları halkın görüşünü ve iradesini her koşulda temsil etmeliler. Mücadeleyi her fırsatta yürütmeliler. Bunun bedeli ne olursa olsun, göze almalılar. Çünkü halk iradesi haline gelmişler, görev ve sorumluluk üstlenmişler. Elbette bu görev ve sorumluluğun gereklerini yerine getirecekler.

FAŞİZM KARŞISINDA GERİ ÇEKİLME OLMAZ

Diğer yandan faşizm karşısında geri çekilme olmaz. Siyaset işlemiyor ki sen geri çekilerek siyaset yapasın. Faşizm zaten saldırıyor, seni yok etmek istiyor. Ancak direnilerek, aktif mücadele çizgisinde savaşılarak faşizm yenilgiye uğratılabilir ve mücadele zafere taşınabilir.

Bazı çağrılar var: “HDP mecliste istenmiyorsa, gelip Amed’de meclis kurmalı” deniliyor. Bu iyi bir duygu, ama siyaseten doğru değildir. Hem Amed’de Kürtlerin iradesini temsil eden demokrasi meclisi kurulabilir, hem de Kürtler Ankara’daki mecliste iradelerini temsil etmeliler. Ankara’daki tüm milletvekilleri, Kürtlerin iradelerini temsil etmek için mücadele etmeliler. Oradan baskıyla atılmaya çalışıldığı zaman, “başka bir yere meclis kurmaya gidelim” demenin bir anlamı olmaz. Eğer orda bulunmak gerekmiyorduysa neden gittiler, yok eğer gitmek gerekliydiyse o zaman sonuna kadar mücadele etmeyi bilmeliler, mevziiyi bırakmamalılar. AKP istediği kadar atmaya çalışsın iradelerini savunmak ve meclisi halk iradesi haline getirmek için sonuna kadar direnmeliler. Saldırıp direnişlerini kırmak isteyebilirler, ama direnmek konumunda olmak doğru olandır. O meclis AKP’nin babasının malı değil. Devletin de bir kurumu değildir, devletten önce kuruldu. Osmanlı yıkılmıştı ve TC denen devlet de yoktu, meclis o zaman kuruldu. Meclisin Kürdistan’daki halkın ve aydınların desteği ile kurulduğunu herkes biliyor. O halde kuruluş felsefesi ve ilkelerine sahip çıkmak ve öyle bir çizgiye çekmek için mücadele etmek, direnmek gerekiyor. Geri çekilme, faşizm karşısında doğru bir siyaset değildir. Bu, pasifizme ve başarısızlığa götürür.

Vekiller çekileceğine, halk meclisi doldursa, seçtiği vekiline-iradesine mecliste sahip çıksa, burada “irademe dokunmayın” dese daha doğru olur. Vekiller ile halk birleşerek, milletin iradesine millet el koysa daha doğru olur. El koymak için de mücadele etmek gerekir. Diğer geri çekilmeci tutumlar doğru değildir. Bu tutumlar faşizme karşı mücadeleyi geliştirmez, direnişi büyütmez. Faşizmi zayıflatmaz, tam tersine faşist saldırganlığın önünü daha çok açar ve gelişmesine destek vermiş olur.

HDP’nin Meclisten atılması sizin ‘Demokratik Türkiye, Özerk Kürdistan’ projenize nasıl bir etki yapacaktır?

KÜRTLERE SİYASET YOLU KAPALIDIR

Mevcut haliyle Kürtlere siyaset yolu açık değil, tümden kapalıdır. HDP bir Kürt partisi değildir. Türkiye genelinde mevcut yasalar temelinde örgütlenmiş bir partidir. Kürtlere siyaset yolunun açık olması için, örneğin PKK’nin yasal ve resmi siyaset yapabilmesi, açık bir şekilde örgütleme yapabilmesi gerekir. Böyle bir ortam var mı? Mevcut sistem PKK’yi içine alabilecek kadar açılıp genişleyebiliyor mu? Mümkün değildir. O halde Kürtlere siyaset yapma imkanı zaten yok. 12 Eylül faşist sistemine karşı 15 Ağustos Gerilla Atılımı temelinde yürütülen mücadele, 1990’larda demokratik siyasetin önünü kısmen açtı. 25 yıldır bu temelde siyaset yürütülüyor. Türkiye’de demokratik siyasetin işlemesini ifade ediyor. Yoksa Kürtlerin az da olsa siyaset yapabilmeleri anlamına gelmiyor. Kürt adı ve kimliği kullanılamıyor, Kürtçe konuşulamıyor, Kürtçe örgütlenemiyor, Kürtçe siyaset dili değildir. İstek, talep ve yaşam arzularını bir yana bırakalım, bir defa Kürtçe konuşulamıyor. Bu nedenle zaten böyle bir durum yok. Kısmi olarak demokratik siyasetin önü açılmış, Tayyip Erdoğan ve AKP faşizmi onu da yok etmek için dört koldan saldırıyor. Ancak büyük bir direniş ile kısmi düzeyde de olsa demokratik siyaset ayakta tutuluyor. Siyaset ise onun dışında, halkın meşru direnişiyle işliyor, gerillaya kadar varan devrimci demokratik eylemlilik ile gelişiyor.

DEMOKRATİK SİYASETİN YOLU AÇILSAYDI ŞİDDETE BAŞVURULMAZDI

PKK her zaman demokratik siyasetten yana oldu. Demokratik siyasetin önü açılsaydı, belki hiçbir zaman şiddete başvurmazdı. Önder Apo net söyledi: “18 Mayıs 1977 katliamı olmasaydı, PKK’nin silahlı direnişe yönelip yönelmeyeceği daha o zamandan belli değildi.” 12 Eylül rejimi bu kadar vahşice saldırmasaydı, soykırımı sürdürmek istemeseydi ve siyasete kapı açsaydı, 15 Ağustos atılımı olmazdı. Bütün bunlar siyaset yolunun kapatılması sonucunda Kürtlerin kendilerini gerilla ile ifade etmelerini geliştirdi. Şimdi de halk serhildanları, özyönetim direnişleri ve gerilla eylemleri bu temelde rol oynuyor.

KÜRTLER MEVCUT DÜZENİN ANLADIĞI DİLDEN CEVAP VERMESİNİ BİLİYORLAR

Kürtler mevcut faşist düzene yalvarıp yakaracak değil. Düzen her türlü demokratik siyasetin zeminini ortadan kaldırıyor ve imhayı dayatıyorsa, Kürtler de mevcut düzenin anladığı dilden cevap vermesini biliyorlar. Bu önemli bir gelişmedir, şimdiye kadar rolünü oynadı, bundan sonra işleyecek olan da budur. Demokratik siyasetin önü kapanırsa Kürt halkı gerilla savaşıyla, serhıldanlarla özgürlük mücadelesini yürütür, demokratik Türkiye ve özgür Kürdistan’ı yine yaratır. Demokratik siyasetin önü açık olursa, bunu demokratik siyaset yoluyla yapar. Hatta siyasi diyalogun önü açılırsa, siyasi diyalog ve müzakereler ile bunu yapar. Bu, egemen sistemin sorunların çözümüne hangi yöntemlerle yaklaştığına bağlı bir durumdur.

Bu bakımdan amacın öyle bir anda değişeceği beklenmemelidir. PKK, ortaya çıktığından bu yana Türkiye halk devrimi ile Kürdistan özgürlük devrimini stratejik müttefik olarak gördü. Kürdistan özgürleştikçe Türkiye demokratikleşecek, Türkiye’de demokratik adımlar atıldıkça Kürt sorununu kabul etmek üzere Kürt devrimi gerçekleşecek, dedi. Bunları etle tırnak gibi ayrılmaz ve stratejik düzeyde iç içe görüyor. O nedenle Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan söylemi sonradan ortaya çıkan bir durum değildir. Baştan beri PKK’nin amaçlarının bir esası oluyor.

Kürdistan’ın özgürlüğü, kendi iradesini bağımsız bir düşünceye dayanarak geliştirmesi ve kullanmasını ifade ediyor. Bunun gerçekleşmesi de Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlıdır. Bazıları “Türkiye demokratikleşmeden de Kürt sorunu çözülür, Kürt sorunu çözülür ve Türkiye demokratikleşmeden olduğu gibi kalır” diyorlar. Böyle bir durum yoktur ve olamaz. Özgür Kürdistan mücadelesi, her zaman demokratik Türkiye mücadelesidir. Gerçekten Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen herkesin bunu Kürdistan’ın özgürleşmesi temelinde yürütmesi zorunludur. Demokratik olmanın turnusol kağıdı budur. Onun için de kuşkusuz şoven milliyetçi histeriler, faşist saldırılar, Kürt halkı ve insanları üzerinde uygulanan terör ve linç girişimleri, Kürt’e hakaret; Kürtler ile Türklerin ortak yaşama iradelerine darbe vuruyor, azimlerini zayıflatıyor. Eğer PKK’nin birlikçi anlayışı olmazsa, bu durum, bir Kürt-Türk savaşına kadar da gidebilir. Fakat bu faşizmin saldırısı ve çizgisidir.

PKK, Türkiye toplumuyla Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nde birlik yaptı. Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan mücadelesini birlikte yürütüyor, birlikte kazanmayı öngörüyor. Bu hedefimiz her zaman devam edecektir. Buna inanıyoruz. Bu hedefler bizim stratejik hedeflerimizdir, stratejik anlayışımızı ifade ediyor. Mücadele yöntemleri değişti diye, amaç ve stratejik duruş değişmez.

Bilindiği üzere AKP içerisindeki sorunlar giderek gün yüzüne çıkıyor. Son olarak başbakan görevden alındı. Siz bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

AKP’nin kısa zamanda dağılacağını ilk önce biz iddia ettik. “AKP çok yakında çökecek” dedik. “1 Kasım’da ortaya çıkan hükümet, 7 Haziranı görse de 1 Kasımı göremeyecek” dedik. Şimdi açığa çıktı ki, 7 Haziranı da göremeyecek. Ahmet Davutoğlu, seçim kazandığını ve başbakan olduğunu sanıyordu. Bunun bir yanılsama olduğu şuan net bir biçimde ortaya çıkmıştır. 1 Kasım seçiminin ortaya çıkardığı hükümet, 7 Hazirana da varmadan görevi bıraktı. Öyle anlaşılıyor ki 22 Mayısta yok olup gidecek.

AKP’NİN İÇİ KAYNIYOR

Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor? AKP’nin içinde ayrılıklar gün yüzüne çıkıyor değil, AKP’nin içi kaynıyor. Tayyip Erdoğan’ın izlediği politikaya karşıt olan bir cephe var. Tayyip Erdoğan da ayakta kalabilmek için bütün bu güçlere karşı şiddetli bir mücadele veriyor. Diktatörlüğü içinde bütün ipleri eline alıyor ki, en ufak bir gedik olmasın ve o gedikten sızılarak iktidarına zarar verici gelişmeler ortaya çıkmasın. Şimdi yaşanan durum budur.

DÜŞEN DAVUTOĞLU DEĞİL ERDOĞAN’DIR

Türkiye’deki demokratik güçler, uluslararası demokratik çevreler ve insan hakları kurum ve kuruluşları, Ahmet Davutoğlu görevi bırakınca yargılanmasını isteyecekler mi? 24 Temmuz saldırısını başlattığı için, bu temelde Cizre ve Sur katliamlarını gerçekleştirdiği için uluslararası yargı sistemi isteyecekler mi? Kuşkusuz bunu kendileri bilir. Erdoğan’ın ihtirasları ve yalanları yüzünden hiç kimse suça bulaşmamalıdır. Elini Türkiye demokratlarının ve Kürt halkının kanına bulamamalıdır. Ahmet Davutoğlu kariyer uğruna, başbakanlık için bunları yaptı. Şimdi “Cumhurbaşkanıma benden hiçbir zarar gelmez” diyor. Erdoğan, Davutoğlu’nu da suç ortağı yapmıştır. Yapabilecek bir şeyi kalmamıştır. Eğer yapabilecek bir şeyi olsaydı, girip kazandığı sözde seçimin sonuçlarına sahip çıkardı. Parti başkanlığını, hükümet başkanlığını bırakıp kaçmazdı. Öyle bir gücü yoktur. Ama düşen Ahmet Davutoğlu değil, Tayyip Erdoğan’dır. İktidarının sonu gelen Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü bütün bu politikaları Tayyip Erdoğan yürüttü ve şimdi bu politika yürümüyor.

7 Hazirandan sonra geliştirilen sivil faşist darbe, Cizre ve Sur’daki demokratik özyönetim direnişi ile yenilgiye uğratılmıştır. Darbe çöküyor ve darbeciler altında kalacaklar. Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nu ve diğerlerini atarak kendini bu enkazın altından kurtaramaz. Ahmet Davutoğlu 7 Haziranı göremedi, Tayyip Erdoğan da 1 Kasımı göremeyecek. Mevcut çizgideki bir AKP iktidarı 1 Kasımı göremeyecektir. AKP içinde de, Türkiye toplumunda da, AKP’nin ilişkide olduğu dış kamuoyunda da Tayyip Erdoğan’ın yürüttüğü mevcut topyekûn özel savaş politikasına karşıtlık vardır. Hiç kimse bu politikayı kaldıramıyor, Kürt soykırımına ortak olmak istemiyor. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın mevcut politikayı yürütmesi mümkün değildir.

Çok kısa zaman içerisinde AKP içerisinde yeni gelişmeler yaşanabilir. İkinci bir Yıldırım Akbulut çıkarıp, onun ile idare etmek istiyorlar. Bunu baştan yapsalardı belki bir süre devam ettirebilirlerdi. Ahmet Davutoğlu’nun 20 aylık yönetiminden sonra, ikinci Yıldırım Akbulut devri ile AKP’yi ayakta tutmak, Tayyip Erdoğan’ın bu faşist soykırım terörünü yürütmek mümkün değildir. Çok yakında bu faşist soykırımcı çizginin alet ettiği ve kullandığı birçok çevre, daha fazla bu suçun ortağı olmak istemeyecek ve suç ortaklığından ayrılacaktır. Bu da Tayyip Erdoğan’ı daha fazla yalnızlaştırıp tecrit edecek ve çöküşe götürecektir.

Erdoğan şuan çok korkmaktadır. Korkusu işlediği suçlardan ve içine girdiği yolsuzluklardır. İktidardan düşerse kendisinden ağır hesaplar sorulacağını hesaplamakta, bunun için de iktidarına sarılmaktadır. Bunun için bu kadar saldırı yapıyor, terör uyguluyor. Bir kişi bu hale gelirse, bazı çıkar çevreleri ve yağdanlıklar dışında kimse o kişinin yanında olmaz. Bazı imkanlardan faydalanmak için işbirlikçi, hain çevreler orada birikebilir, ama bu şekliyle eski AKP kesinlikle olamaz.

AKP’de Tayyip Erdoğan’ın mevcut politikalarına karşı çıkan bir anlayış, tutum, çizgi gelişecektir. Tayyip Erdoğan, ne kadar baskı uygularsa uygulasın bunu engellemeye gücü yetmeyecektir. Çünkü Türkiye realitesi Tayyip Erdoğan’ı kaldırmıyor; ABD, Avrupa ve NATO realitesi onun siyasetini kaldırmıyor. Artık ne yapsa da Tayyip Erdoğan için son görünmüştür. Ahmet Davutoğlu hükümetinin çöküşü, Tayyip Erdoğan çizgisinin sonunun başlangıcıdır. Umuyoruz bu çöküş hızla gelişir ve daha fazla topluma zarar vermez.

Oslo ve 2013 sürecinden sonra devlet ile doğrudan ve dolaylı yollardan diyaloglarınız oldu. Sizce mevcut savaş konseptine, “içerden” karşı olanlar var mıdır? Yani “bu iş böyle yürümez” diyenler var mıdır? Bu konuda size yansıyan bir durum oldu mu?

‘BU İŞ BÖYLE YÜRÜMEZ’ DİYEN İÇ VE DIŞ ÇEVRELER VAR

Bu soruya genel olarak olumlu cevap vermek mümkündür. Fakat şimdilik çok açık belirleme yapmamız doğru olmaz. İçerden ve dışardan birçok çevreden bu işin böyle yürümeyeceğine dair görüşler alıyoruz. Bu durum fazlasıyla yansıyor ve buna dayanarak mevcut Tayyip Erdoğan siyasetinin ömrünün daha fazla olmayacağını belirtiyoruz. Bizden daha dikkatli olmamızı isteyenler oluyor, başka şeylere hazırlıklı olmamızı isteyenler oluyor. Hatta kendimizi ileriki süreçlerin daha sağlıklı yürüyebilmesi için daha fazla örgütlememiz ve korumamız gerektiğini ifade edenler bile var. Birçok çevre söz konusu gerçekliği görüyor. Mevcut savaşın müsebbibinin Tayyip Erdoğan olduğunu biliyorlar. Önder Apo’nun Dolmabahçe Mutabakatı dahilinde bütün sorunların müzakere ile çözülmesi girişimlerini engelleyen Tayyip Erdoğan oldu. Şimdi de “ne mutabakatı, ne görüşmesi, öyle bir şey olmamıştır” diyor. Tam bir inkarcı siyaset işliyor. Peki İmralı’da hiç görüşme olmadı mı, Oslo görüşmeleri olmadı mı? Bu kadar arabuluculuk yapanlar var. Hadi Türkiye toplumunu kandırdınız, arabuluculuk yapanları da mı kandıracaksınız?

AKP BÜTÜN KREDİLERİNİ BİTİRDİ

Bu bakımdan AKP bütün kredilerini tüketti, siyasi olarak esneyebilecek hiçbir şey kalmadı. Onun için şimdi kaskatı Kürt düşmanı ve faşist terör siyasetiyle sonuç almak istiyor. Ömrünü nasıl uzatabilirse, o kadar uzatmak istiyor. “Ben savaşmadan çekilmeyeceğim. Şiddet ile ele geçirdiğim iktidarı korumaktan geri durmayacağım” diyor. Aslında başkanlık diye bir derdi de yok, öyle bir sistem de istemiyor. İstediği her şeyin kendi elinde olduğu bir yönetimdir; parti elinde olmalı, meclis elinde olmalı, yargı elinde olmalı, hükümet elinde olmalı, basın elinde olmalı, maliye ve ekonomi elinde olmalıdır. Bunu herkes görebildiği için, onun öngördüğü başkanlık sistemi tartışmasına girmediler. Böyle bir sistem yaratma imkanı ve gücü de bulamadı. Bu konuda herkes artık netleşiyor ve daha fazla tutum da gelişeceğine inanıyoruz.

Bu savaşı Tayyip Erdoğan başlattı, iktidarını savaşa dayanarak sürdürmek ve uzun erimli kılmak istiyor. O halde akademisyenlerin de dediği gibi bu suça hiç kimse ortak olmak istemiyor. Tabi suça alet olmak veya ortak olmak değil, suça karşı çıkar hale gelmek gerekiyor. Faşist suçun önünü alabilmek için kesinlikle suça yol açan nedenleri ortadan kaldırmak, bu suça karşı mücadele de etmek gerekmektedir. Yoksa suçu engellemek, suçluyu frenlemek mümkün olmaz, faşizmi yıkmak mümkün olmaz. Tayyip Erdoğan dışında, “bu iş böyle gider” diyen kaç kişi var? Bazı yağdanlıklar söylüyorlar, ama kendileri de inanmıyorlar. Hiç kimse Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi bu işlerin yürüyeceğine inanmıyor. Bu Dünya’da, Başûr ve Rojava’da birer Kürdistan kurulmuşken, Kürdistan’ın yarısından fazla olan toprak parçasında ve Kürt nüfusunun yarısından fazlasının bulunduğu bir coğrafyada “Kürt yoktur, Kürt sorunu yoktur” düşüncesinin ve siyasetinin daha da devam edeceğine kimse inanmıyor.

Böyle bir Kürt düşmanlığıyla Türkiye nereye gidebilir. Hiçbir yere gidemez. Bunu aslında Tayyip Erdoğan’ın kendisi de biliyor, ama öyle bir çıkmaz yola girdi ki, duramıyor artık. Diktatöryel bir iktidar tutkusu nedeniyle ve her şeyi ben bilirim edası yüzünden, bazı şeyleri ortaya koydu. O geleneksel Kürdü inkar ve imha etmek isteyen güçlerle de ittifak yaptı. Ergenekoncuları biraz da palazlandırdı ve teşvik etti. Şimdi Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek çizgisinin uygulayan militanı haline geldi. Bahçeli ile Perinçek’in durumu neyse, Tayyip Erdoğan geleceğinde de onu görebilir. Tayyip Erdoğan söyledikleri ile yaptıklarına inanan sadece Bahçeli ve Perinçek olabilir. Tayyip Erdoğan, eskiden pragmatistti, manevralar yapabiliyordu, ama şimdi onu da yapamıyor. Saddam Hüseyin de manevra yapamadı. Sıra Kürt sorununa gelince manevra yapamıyor, açılım geliştiremiyorlar. Erdoğan, 2005’de yapmak istedi, hemen önünü kapattılar, neredeyse iktidardan düşüreceklerdi. Tövbe etmiş gibi artık oraya giremiyor.

Cengiz Çandar yazdı, “Erdoğan, 2005’de söylediği sözleri, hayatının en büyük hatası” olarak değerlendiriyormuş. Halbuki yaşamının en doğru sözleriydi. Geliştirseydi, Türkiye için bir kurtarıcı haline gelebilirdi. Yeni Türkiye’nin mimarı ve yaratıcısı olabilirdi. Ama öyle bir şey yapamadı, bir çıkmaz yola girdi, çöküş yoluna girdi. Bunun böyle gitmeyeceğini de her kesimden insanlar söylüyor. Böyle düşünen asker ve polisler var, siyasetçiler ve ekonomistler de var. Hepsinden de bize yansımalar gerçekleşiyor.

Son zamanlardaki devlet teröründen sonra, hareketinize katılımların çoğaldığı konuşuluyor. Son sürecin sosyolojisinin Kürdistan’da nasıl şekillendiğini biraz yorumlar mısınız?

GENÇLİKTE BÜYÜK BİR FEDAİLEŞME, COŞKU VE HEYECAN RUHU GELİŞTİ

Çok önemli bir konudur. Fakat bir araştırma ve inceleme konusudur. Bizim değerlendirmemizden çok, basın ve yayın organları bu konuları araştırıp değerlendirirlerse, bizi ve toplumu somut durumlara karşı bilgilendirirlerse daha iyi olur. Toplumsal araştırma ve analizler, siyasetçilerin ve sosyologların işidir, ama en çok basın organlarının işi ve görevi olmalıdır. Elbette mücadele Kürdistan’da büyük bir irade ve kararlılık ortaya çıkardı. Her türlü teslimiyetçi, pasifist, reformist eğilimi kırdı. O tür eğilimde olan güçleri zayıflattı. Diğer yandan gençlikte büyük bir fedaileşme, coşku ve heyecan yarattı. Öyle ki özgürlükten başka hiçbir yaşamı kabul etmeyecek bir gençlik ortaya çıktı. Bu gençlik direniş saflarına çeşitli biçimlerde akıyor. Bütün Kürdistan parçalarına bir akış var.

Mesela Rojava’ya bütün Kürdistan parçalarından gençlik gitti ve YPG-YPJ saflarına katılarak DAİŞ faşizmine karşı Rojava’nın özgürlüğü için kahramanca savaştılar. Hatta dünyanın dört bir yanından gelenler oldu. Öz savunmaya koşuyorlar, gerillaya koşuyorlar, halkın demokratik örgütlenmesine ve serhıldanına öncülük etmek için koşuyorlar. Seferberlik düzeyinde katılım ve örgütlenme var. Bunu önemsiyoruz.

Demokratik ulus çalışmalarının her yerde ve her zamanda yürütülmesi gerekiyor. Gençlik görev ve sorumluluklarına sahip çıkarak her alanda öncü düzeyde yer almalıdır. Mevcut örgütlülüğünü ve öncülük iradesini daha da güçlendirmeli. Erkek ve kadın bütün Kürt gençlerine gerillaya, öz savunmaya katılma; her yerde özgürlük mücadelesine öncülük düzeyinde katılacak bir fedai militan olmaya ve devrimcileşmeye katılmaya çağırıyoruz.

Son direnme süreci önemli ölçüde bir ayrışma ve netleşme ortaya çıkardı. Her türlü teslimiyetçi eğilim ihanete, uşaklığa, faşizm yardaklığına götürdü. Kürdistan’da az da olsa böyle bir kesim var. Ortalıkta yalakalık yapıp dolaşıyorlar. Erdoğan’dan en yakın yol arkadaşları bile kopmuşken, onlar neredeyse pisliğini temizleyecek bir işbirlikçi uşak konumuna düşmüşler. Oradan yemleniyorlar ve bunu da marifet sanıyorlar. Böyle bir uşak, hain kesim var ve bunlar iyice teşhir oldular.

KDP ÇIKARCI DAVRANDI

Bu nokta da en çok zorlanan KDP’dir. KDP çok çıkarcı davrandı. Kürt halkının durumunu, halk üzerindeki soykırımcı baskı ve katliamları görmedi. Belki böyle güçlü bir direnişin ortaya çıkacağını da hesap etmedi.

Kuzey Kürdistan’daki Cizre ve Sur direnişi, Rojava’daki Kobanê ve Cezire direnişi, tarihi Şengal direnişi KDP’nin bu yaklaşımlarını net olarak açığa çıkardı. Yanlış hesaplar yaptığını ortaya koydu. Şimdi zor durumda olan KDP’dir. Biz hareket olarak hep el uzattık, çağrılar yaptık, halen de yapıyoruz. “Yanlış yoldasınız, bu yoldan çıkın ve kurtarın kendinizi; Kürt halkının varlık ve özgürlük cephesine katılın, bunun ile çelişmeyin, çatışmayın” dedik. Ama geçmişte bizi dinlemediler. Şimdi Türkiye ve İran ittifak yapıp sağda solda saldırı yürütünce, kaygı içine girdiklerini görüyoruz. Bunu geçmişte de görebilirlerdi, buna karşı tavır da alınabilinirdi. Fakat dar aile ve aşiret çıkarları, maddi ve ekonomik kazanç peşinde koşma bu sonuçlara yol açıyor. Tarihi ulusal ve toplumsal değerlerini, varlık ve özgürlük değerlerini bir yana bırakıp dar çıkarların peşinde koşmanın ortaya çıkardığı sonuç bu oluyor.

Biz inanıyoruz ve bekliyoruz ki, bu yoldan dönecekler. Dönmezlerse daha fazla zorlanacaklar. Hepsi Ahmet Davutoğlu’nun durumuna düşebilir; Bülent Arınç, Abdullah Gül, Hüseyin Çelik ve Tayyip Erdoğan’ın diğer yol arkadaşlarının durumuna düşebilirler. Tayyip Erdoğan’ın kendi çıkarı için yapmayacağı hiçbir şey, atmayacağı hiç kimse yoktur. Bunu KDP’liler de iyi görmeli, aksi takdirde daha fazla daralıp zor duruma düşecekler.

İkincisi, biz hep “teslimiyet ihanete, direniş zafere, pasifizm yenilgiye götürür” dedik. Pasif, reformist, orta sınıf eğilimlerinin “direnmemek gerekiyor” düşüncesinin bir başarı ortaya çıkaramayacağı gibi, faşizm karşısında yenilgi yaratacağını söyledik. Başlangıçta söylediklerimiz yeterince anlaşılmadı. AKP gerçeğini yeterince görmeyen bazı çevreler direnişten kuşku duydular. Sanki saldırıyı 24 Temmuzda Ahmet Davutoğlu hükümeti başlatmamışta, PKK başlatmış gibi özel savaşın yürüttüğü propagandalara kulak kabarttılar. Bu yaklaşım kendilerini de zor duruma soktu, direnişe de zarar verdi. Onlara rağmen yenilgi almadıysa bu, direnişin gücü sayesinde oldu. AKP’yi deşifre ettikçe bu kesimler yeniden görüş ve tutum değiştirdiler. İsteksiz de olsa adım adım direniş saflarına geçtiler. Şimdi bu çerçevede önemli bir bütünlük sağlanmış durumdadır.

Bir avuç işbirlikçi, hain çevre var; yine bir avuç pasifist ‘direnmemek gerektiği’ni vaaz eden kesim var. Bunun dışında tüm orta sınıf da direnişin gücünü, direnişte zaferi gördü. Bu temelde son aylarda direniş etrafında toplanma oldu. AKP faşizmine karşıtlık temelinde, Kürdistan’da büyük bir ulusal direniş gücü, topluluğu çıktı ve bu durum Türkiye demokratik ortamını yakından etkiledi. Bu anlamda direniş cephesinin genişlemiş olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Fakat direniş cephesi içerisinde bazı yanılgı ve zayıflıklar var. AKP vahşice saldırdı, darbe vurarak, göz korkutarak direniş cephesinde hiç kimsenin kalmamasını sağlatmak istedi. Ağır bedeller ve acılar ortaya çıkardı. Bu çeşitli toplumsal kesimleri biraz zorladı; geçen dönemde maddi yaşam bakımından zorlananlar oldu, psikolojik olarak zorlananlar oldu, aşırı tepki duyarak zorlananlar oldu. Fakat bize ulaşan bilgiler şöyledir: Direniş zafer kazanmış durumdadır. Direniş alanlarında duygusal, ruhsal, düşünsel, davranışsal durum çok nettir. Toplum bir ve bütün halinde, dayanışma içerisinde, birbirine ve direnişe sahip çıkıyor, direnişi geliştirme konusunda çok keskin ve isteklidir. Bazı psikolojik savaş uzmanlarının pasifist kesimleri etkilemeye çalıştığı, “direnmeye gerek yok” diyen eğilimlerin olduğu söyleniyor. Ama tersine “daha fazla, örgütlü direnilmeli, mutlaka zafer kazanılmalı” biçimindeki bir eğilim Kürt halkında yüzde 90’ın üzerinde hakim olan bir eğilim konumundadır. Direnişe karşıt olanlar, işbirlikçi uşak kesimler ve pasifist, reformist kesimlerdir. Küçük gruplar halindeler, azınlıklar, ama toplumun ezici çoğunluğu demokratik özyönetimler etrafında birleşmiş durumdadır.

Uluslararası güçlerin devam eden savaş konseptine karşı tavırlarını nasıl görüyorsunuz? ABD ve AB bazı çağrılar yapmış olsalar da Kürdistan’daki vahşete karşı sessiz kaldıkları konusunda eleştirilere tabi tutuluyorlar.

ULUSLARARASI GÜÇLERİN YAKLAŞIMI

Uluslararası alan kendi diyalektiği içerisinde yaklaşıyor. Bundan kastedilen alan kapitalist sistem ve çıkar dünyasıdır. Demokrasiden, insan haklarından, insanlığın ortak değerlerinden söz ediliyor ve bunlara demokratik değerler olarak herkesin tabii olduğu söyleniyor. Ama gerçeklik öyle değildir. Öyle bir dünya yoktur. Kurtlar sofrası denen dünya durumu devam ediyor. Bazı çıkarlar içir her türlü insan hakları ihlali bir yana itilebiliyor. Bunu Cizre ve Sur katliamlarında gördük. Doğru dürüst Türkiye’yi eleştiren, Tayyip Erdoğan’ın soykırımcı katliamlarına karşı çıkan bir siyasi duruşu ne Avrupa, ne de ABD’den gördük.

Rusya, Türkiye ile çatışmaları nedeniyle karşı duruyormuş gibi görüldü, ama çok gerçekçi olmadığını anlamak zor değil. İlkeli ve tutarlı olsaydı, Suriye’nin sorunlarını tartışan Cenevre görüşmelerine Kürtlerin katılmasındaki tutumu daha farklı olabilirdi. Sadece Sur ve Cizre’deki tutumları ile değil, Cenevre’ye Rojava Kürtlerini almayarak da, bu uluslararası alanın tutumlarının son derece hesapçı ve çıkarcı olduğunu bir kere daha teyit ettik. Oysaki DAİŞ’e karşı mücadelenin öncüleri deyip YPG ve YPJ güçlerini saraylarına kadar götürüp ağırladılar. Sözde onlar ile bu kadar dost ve birliktiler. Ama sorun bazı siyasi tartışmalar yapma ve kararlar almaya gelince YPG ve YPJ bir kenarda kaldı. Ekonomik ve siyasi çıkarlar her şeyin önüne geçti. Bu anlamda bazı çağrılar yapıyorlar, ama sahip çıkmıyorlar.

Sorunlar demokratik ve siyasal yollar ile çözülsün, silahlar susturulsun diyorlar, ama bir inisiyatif almıyorlar. Örneğin bu konularda yönetimimiz, çeşitli devletlerin de adını vererek çağrılar yaptı. “Buyurun çözün, arabulucu olun, sorumluluk üstlenin, resmi kararlar temelinde adım atalım, süreci ilerletelim” dedik, ama şimdiye kadar etkili ve yeterli bir karşılığı herhangi bir güçten almış değiliz.

Ortadoğu’nun mevcut durumunda Avrupa’nın etkisi zayıftır. Etkili olan ABD ve Rusya’dır. Rusya da sadece Suriye üzerinde yoğunlaşıyor. Bölgesel düzeyde politika üreten ve bölgenin her yerinde olan ABD’dir. ABD’nin, mevcut AKP politikaları ile çelişkileri ileri düzeydedir.

AKP hükümeti, “DAİŞ’e karşı savaşıyorum” deyip, 2015’in Temmuzunda PKK’ye karşı savaş açtığında, ona kapıları açan ABD idi. ABD yönetimi ona imkan ve fırsat verdi. O zaman ABD’nin şöyle bir politikası vardı: AKP ile PKK savaşsın, her ikisi de zayıf düşsün ve ikisi de bana muhtaç olsun, deniliyordu. Bu savaş PKK’yi zorladı, acılarını ve direniş bedellerini ağır yaptı, ama tıpkı Zap savaşı gibi PKK’yi zayıflatmadı. Fakat her tarafı yakıp yıksa da AKP, 2008 Zap operasyonunda Yaşar Büyükanıt öncülüğündeki Türk Genelkurmayı’nın içine düştüğü durumun bir benzerine düştü. Çok zor bir duruma düştü ve Obama’ya giderek, “biz bu durumu yürütemiyoruz, PKK Türkiye’de etkili olacak, gelin ve bize sahip çıkın” biçiminde bir tutum koydu. Bu şekilde ABD yönetiminin desteğini alabileceğini sandı, ama Obama yönetiminin öyle bir destek verdiği en azından şimdiye kadar gözükmüyor.

AKP VE PKK SAVAŞI ŞİMDİ ABD’NİN POLİTİKASINA HİZMEK ETMİYOR

ABD’nin 2015 Temmuzundaki politikasına göre bir AKP ve PKK savaşı ABD’nin politikalarına hizmet ederken, şimdi etmiyor. En azından Suriye ve Irak’taki politikalarına hizmet etmiyor. ABD’deki mevcut yönetim Kasım ayındaki seçimleri kazanmak istiyor. Bu seçimi kazanmak için de Rakka ve Musul’dan DAİŞ’ten temizlenmesini öngörüyoruz. Kürtlerin bu operasyonlara katılımını sağlayabilmek için Kuzey Kürdistan’da çatışmanın durması gerekiyor. Çünkü Kuzey’de AKP’nin faşist saldırılarına karşı bir ölüm kalım savaşı yürütülmesi gerekiyor ve bundan dolayı Kürtlerin Rakka ve Musul operasyonlarına katılması mümkün olmuyor. AKP’nin Kuzey Kürdistan’daki faşist saldırıları, Suriye ve Irak’ta DAİŞ’e karşı yürütülecek mücadeleyi çok olumsuz etkiliyor. Mücadeleci güçleri zayıflatıyor. ABD bundan rahatsız, bu nedenle AKP yönetiminden de, bizden de çatışmaları sona erdirmeyi istedi.

Bu konuda Eşbaşkanlığımız açıklama yaptı: Resmi ve çift taraflı olması, arabulucuların olması kaydıyla her türlü görüşmeye hazır olduğumuzu ifade ettik. Ortaya çıktı ki bu temelde sorun, Tayyip Erdoğan ve AKP’den kaynaklanıyor. AKP’ye de baskı uygulandı, Ahmet Davutoğlu’nun bazı açıklamaları oldu, ama Tayyip Erdoğan bunu reddetti. Bu bakımdan Erdoğan ile ABD’nin politikalarının karşıt olduğunu düşünmek daha doğrudur. Erdoğan ve ABD arasında, 7 Haziran seçimi öncesine benzeyen bir durum yaşanıyor. Sanki ABD, Erdoğan’ın üzerine bir çizgi çizmiş durumda ve Erdoğan da bunu bildiği için korkuyor. Öfkesi buna dönüktür.

Bu anlamda AKP üzerinde, Tayyip Erdoğan’ın ve ABD’nin ciddi bir çekişmesi ve mücadelesi var. ABD, Erdoğan’ın mevcut savaş politikasını aşacak bir siyaset istiyor. Tayyip Erdoğan ise bu tür politikaların önünü kapatarak, AKP’nin bütün dizginlerini eline almaya çalışıyor. Bu AKP içerisinde ciddi bir mücadeledir, ne tür gelişmelere yol açacağı yakında görülecek, ama daha şimdiden Ahmet Davutoğlu hükümetinin başını yedi. Daha birçok kişinin başını yiyebilecek durumdadır. Yeni siyasi yaklaşımlar ve gruplar AKP içinde ortaya çıkacaktır. Erdoğan’ın gücü yalnız başına kaldığı bu ortamda hiçbir şeye yetmeyecek ve başarılı olamayacaktır.

Rojava konusu halen Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümü için anahtar bir dosya olma önemini koruyor mu?

ROJAVA KONUSU

Rojava konusu kuşkusuz önemlidir. Rojava’nın varlığı, güvenliği ve demokratik Suriye direnişini geliştirmesi bölgesel düzeyde önem taşıyor. Yine Kürdistan’ın diğer parçalarındaki gelişmeler için de önem taşıyor. Türkiye buna kapalı ve bundan korkuyor. Tayyip Erdoğan açıkça, “Kuzey Irakta hata yaptık, aynı hatayı Kuzey Suriye de yapmayacağız” dedi. Yani KDP yönetimine izin verdiğini, ama Rojava’da demokratik bir yönetimin oluşmasına izin vermeyeceğini belirtti. Bu anlamda zihniyet ve siyaset olarak anahtar olma durumu vardır. Anahtar olmadan kasıt, mevcut haliyle Hewler ve Qamişlo merkezli iki Kürt başkenti ve iki Kürdistan oldukça, TC devletinin ve Erdoğan’ın “Kürt yoktur, Kürt sorunu bitmiştir” gibi sözlerinin hiçbir değeri ve anlamı yoktur.

Bu konuda Güney Kürdistan, önemli ve etkileyici bir güçtü, şimdi buna Rojava Kürdistan da eklenince, Erdoğan ve TC devletinin sürdürmeye çalıştığı Kürdü inkar ve imha siyasetine öldürücü darbe vuruyor.

AKP Cizre ve Sur’da katliam yaparken, ABD’nin gözlerini bu katliama kapatmasını, Rojava’yı tehdit ederek sağladı. Rojava’ya karşı taviz aldı, orası üzerinden Cizre ve Sur katliamlarına ses çıkarılmamasını sağladı.

ABD yönetimi kış boyunca, “YPG’yi terörist saymıyoruz, ama PKK teröristtir, Türkiye’nin kendini savunma hakkı var, istediğini yapabilir” diyerek Cizre ve Sur katliamlarını görmezden geldi. Erdoğan, Rojava politikasını bu katliamlar için fırsat saydı. Halen de bunu çeşitli biçimlerde değerlendirmeye çalışıyor. Bir de Türkiye Kürt düşmanlığıyla bir Ortadoğu devleti olamaz. Ortadoğu’ya açılabilmesi Kürt desteğiyle mümkündür.

Rojava Kürdistan’ının diğer halkları da içine alarak Kuzey Suriye Federasyonu’na dönüşmesi, Erdoğan’ın politikalarını daraltıyor ve sıkıştırıyor. Bunun için, Erdoğan ve AKP, Cizre ve Sur’daki katliamlarda, Rojava’daki gerginlikten yararlanarak dış dünyadan destek almaya çalıştı. Bunları halen de yapmaya çalışıyor, ama eskisi gibi etkinliği kalmadı, bu etki giderek de azalacağa benziyor.

AKP ve ABD’nin Mınbıç, Ezaz ve Cerablus hattı için geçici de olsa anlaştıkları söyleniyor?

ABD ile AKP’nin Mınbıç, Ezaz ve Cerablus hattı üzerinde geçmişte bir anlaşmaları vardı, bu yeni bir anlaşma değildir. 22 Temmuz da ilan edilen Türkiye-ABD antlaşmasının önemli bir parçasıydı. Buna karşılık Türkiye sözde DAİŞ’e karşı savaş açtı. Ama aradan 9 ay geçti, hiç kimse DAİŞ ve AKP savaşını görmedi. Diğer yandan PKK’ye karşı savaş açarak, AKP politikaları Suriye ve Irak’ta DAİŞ’e karşı Kürtlerin mücadelesini zayıflatan bir çizgi izledi. Bu bir sürelik tavizdi, ama ABD’yi iyice zorlar hale geldi. “Fırat’ın batısına geçiş olmayacak” deniliyordu. Teşrin operasyonunda geçildi, Mınbiç operasyonunu bir düzeyde kabul etti.

2015-16 kışının ortalarına kadar süren bir antlaşmaydı. ABD o antlaşma ile Rakka ve Musul operasyonlarını yürütemeyeceğini görünce, o antlaşmayı sağlayan politikalar da biraz zayıfladı. Fırat’ın batısı konusunda, ABD ve Türkiye arasında yoğun pazarlıklar oluyor. ABD, kendi politikaları doğrultusunda AKP’nin politika belirlemesini istiyor. AKP de buna karşı çıkıyor ve ABD’yi kendi çizgisine çekmeye çalışılıyor. Aralarında bir siyasi çekişmenin ve görüşmenin olduğunu biliyoruz. ABD bir formül bulmak, hem Kürtler hem de Türkiye ile ortak çalışabilir bir pozisyon yaratmak istiyor. Bu doğrultu da tam bir çözüm bulmuş değiller. Bazı yerleri Kürtlere, bazı yerleri Türkiye’ye bırakma gibi bir arayışlarının olduğu da bir biçimde yansıyor. Fakat somut bir plana dönüşmüş, taraflarca kabul gören bir siyasi proje düzeyine de gelememiştir.

ABD’nin Fırat’ın batısı konusunda tarafları uzlaştırabilmesi için, AKP’nin Kuzey’deki faşist saldırılarından vazgeçmesi gerekiyor. Uzlaştıramazsa, ABD Suriye ve Irak politikalarını yürütemeyecek. Türk-Kürt veya TC-PKK çatışmasında, TC’nin Kürtlere karşı saldırısında daha fazla taraf olmak zorunda kalacak ve işin içine daha fazla girmeye yönelecektir. Zaten ABD bir düzeyde AKP’ye destek veriyor ve AKP saldırılarına izin veriyor. Bunun yanında istihbarat paylaşarak da bir biçimde savaşa katılmış oluyor. Fakat Türkiye daha fazla destek istiyor. Bunun sonucunu iç mücadele ve pazarlıklar belirleyecektir. Davutoğlu hükümetinin, Erdoğan tarafından düşürülmesinin buradaki politik mücadele ile bağlantısı da olabilir. Tam açığa çıkmadı, ama en azından bir nedeninin de bu olma ihtimali fazladır.

Irak’taki siyasi kriz devam ediyor, Irak’ın artık dağılacağına dair yorumlar var. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

IRAK’TAKİ SİYASİ KRİZ

Mevcut haliyle Irak zaten merkezi bir devlet değil. Aslında 1. Dünya Savaşından sonra kurulurken de Arapların ve Kürtlerin birlikte yaşadığı, diğer azınlıkları da içine alan bir devlet olarak tanımlanmıştı. Arap milliyetçiliği geliştirilince bu tanımın dışına çıkıldı. Saddam Hüseyin yönetimi düşürüldükten sonra fiiliyatta mevcut durumdaki federasyona benzer bir durum vardı. Bunu bir yasal sisteme dönüştürememişler, ama Bağdat yönetiminin yanında Basra’daki Şii yönetimi, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi var. Musul biraz daha ayrı ve özerk gibidir. Bu durumda Irak’ın üç devlete parçalanmasının daha iyi olacağını belirtenler de var.

Fakat parçalanma ve küçülme bir çözüm değildir. Merkezi olarak da yürümez. Demokratik bir konfederasyon ya da federasyon Irak için iyi bir model olabilir. Bu, Irak’ın birliğini bozmaz, tersine daha çok güçlendirir. Çünkü merkezi yönetimin güçlülüğü karşısında, mevcut güç dengesini ayakta tutmak kesinlikle mümkün olmaz. Bu bir iç çatışmaya götürür. Irak’taki toplumsal dengeleri, demokratik bir konfederasyon ile sağlayabilir. Dahası demokratik özerklik olmalıdır. Çünkü Irak’ta çok fazla milli, dini ve etnik gruplar var, halk toplulukları var. Bunların demokratik özerklik temelinde örgütlenmesi ve demokratik birliğe kendi iradeleri ile katılmaları sağlanmadıkça, bu güçleri istikrarlı bir şekilde ve birlik halinde tutmak çok zordur.

Demokratik konfederasyon temelinde bir birliğe kavuşturulursa, içte özgürlüğün ve demokratik yaşamın gelişmesine yol açar. Sistemi gerçek anlamda demokratik kılar. Bu şekilde Irak, Ortadoğu’da demokrasi ve çekim merkezi haline gelebilir. Bunun için de demokratik zihniyete ve siyasete ihtiyaç var. Bu konuda zayıflıklar var. Milli ve dini özellikler, dar siyasetler çok fazla öne çıkıyor. Bu çelişki ve çatışmaya götürüyor. Eğer bu dar çelişki ve çatışmalar kırılmaz ise Irak’ta kalıcı bir sistem kurmak mümkün değildir. Bırakalım üç parçaya bölünmesini veya birlik halinde kalmasının, kendi içinde hep çatışmalı olur. Bunu önleyecek tek sistem, demokratik özerkliktir. Herkesin özgürce yaşadığı ve kendini yönettiği bir sistem oluşturur. Mesela Musul ve çevresi bu sistem ile çok iyi yönetilebilir. Artık bir güç ne kadar güçlü olsa da, diğer güçler üzerinde tümüyle bir egemenlik kuramaz. Çünkü küçükte olsa bütün milli ve dini güçler, geçen süreçte açığa çıktılar, bilinçlenip örgütlendiler. Bir süre kendi kendilerini yönettiler. Dolayısıyla tekrardan bir baskı sistemi altına alınma durumuna karşı direneceklerdir. Bu iç çelişki ve çatışmaların giderilmemesi ve giderek derinleşmesi anlamına gelir.

Bu nedenler ile demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm en etkili ve sonuç alıcı çözüm modelidir diyoruz. Önder Apo’nun geliştirdiği bu çözüm sistemi, her yerden daha çok Irak’a uygulanabilir. Bizim teorik ve politik görüşlerimiz böyledir. Bu modelin uygulanmasının bir zorunluluk arz ettiği yer Irak’tır. Özellikle de Kuzey Irak’ta bu politika uygulanabilir, böyle bir çözüm gelişebilir. Merkezileşmeye de, küçük parçalara bölünmeye de sıcak bakmıyor, doğru görmüyoruz. Demokratik özerkliği de halkların yararına görüyoruz.

Böyle olmadığı müddetçe Bağdat’ta her zaman kriz, çelişki ve çatışmalar olacaktır. Tarihi bir söz var, “Bağdat’a sefer olur, zafer olmaz” diyorlar. Ama bu kez Bağdat’ta istikrar olmaz, çatışma ve ölüm olur. Bağdat’ta siyaset yürütmek, sistem oluşturmak, yönetim olmak çok zordur. Bunu ancak Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik anlayışı ve modeli sağlayabilir. Bu, Önder Apo’nun Ortadoğu’yu dikkate alarak geliştirdiği bir modeldir. Eğer uygulanırsa Irak’taki birçok sorun çözmeye, çatışmalı durumu sona erdirerek barışçıl ve istikrarlı bir yaşam duruşunun ortaya çıkmasına yol açabilir.