ANALİZ

Erdoğan'ın boynundaki değirmen taşı: DAİŞ

Türk devleti, Erdoğan sanıyor ki herkesin başı kendi kontrol ettiği medya gibi kumun içinde duruyor. Bu nedenle danışıklı bir operasyonla Cerablus'u DAİŞ'ten alma Erdoğan'ı ve Türk devletini temize çekmez.

Recep Tayyip Erdoğan yardakçılarının tıka basa doldurduğu salonda esti-gürledi. Kendi sesinden ilham alarak adına 'Fırat kalkanı' dediği 'Cerablus operasyonunun'' esas amacını açıkladı, Kürtleri tehdit etti; Kürtlere 'ne olacağınızın hesabını yapın' dedi.

Erdoğan'ın bu sözlerini bindirilmiş kıtalar avuçlarının içi patlayana kadar alkışladılar. Öyle ki alkıştan ekranda saray sallanır gibi oldu. Gözyaşını tutamayanlar, ağlayanlar, ordumuz savaş giriyor diye sevinenler, çığlık ve nara atanlar vardı.  Tablo Hitler'in savaş başlatmadan önce Nürnberg'de yaptığı o meşhur konuşmayı akla getirdi. 

Bu ruh halinin sadece Erdoğan'ın konuşma yaptığı o salonla sınırlı olmadığı biliniyor.

Türk medyası ordudan önce Suriye'ye girdi. Köyleri 'kurtardı.'  Derin analizleri yaptı. Haritayı çizdi. Ve bundan sonra ne olacakları tek tek izah etti! Gerisi can sağlığı.

Ama biliniyor aptallığın bir sınırı yoktur.

Öyle ki Türk medyası, örneğin AKP'nin yayın organı Yeni Şafak ve Sabah gibi gazeteler Türkiye sınırları içinde olan Kıvırcık köyünün ÖSO güçlerinin denetimine girdiğini Flaş haber olarak duyurdular. Sonra anlaşıldı ki adı geçen köy Türkiye sınırları içinde.

Masa başındaki bu zaferler ve DAİŞ'e karşı göstermelik savaş numaraları sosyal medyada alay konusu oldu.

Çok şükür ki dünya Türk medyasından ibaret değil.  Herkes Türk ordusunun ve Erdoğan'ın asıl derdinin Kürtler olduğunu biliyor, görüyor. Örneğin Almanya'nın önde gelen dergilerinden Der Spiegel'in internet sitesinin konuya ilişkin yaptığı haberin başlığı şuydu:

''Türk ordusunun Suriye operasyonu: DAİŞ bahane, esas hedef Kürtler''

Dünya medyası Erdoğan'ın DAİŞ'i Kürtlerin ortaya çıkan statüsünü bertaraf etmek için bir perde olarak kullandığını biliyor.  Sadece medya değil. Küresel güçlerde, ABD, Rusya, Avrupa Birliği ülkeleri de bunun farkında. Bu nedenle herkes hesaplarını 'hele bir yapın görelim' üzerine kurmuş durumda. Çünkü Türk devletinin Kürt inkarı ve soykırımı üzerinde şekillendirdiği politikasının çökeceğini biliyorlar. Görüyorlar. 

Cerablus'un Erdoğan'ın patronajlığını yaptığı faşist-gerici çeteler arasında el değiştirmesi bir 'zafer' olarak nitelenebilinir. Bu daha çok günü kurtaracak, 15 Temmuz darbesiyle bir geceliğine iç savaş yaşamış Türkiye'nin gazını alacak türden bir 'zafer.'  Düşünün ki Minbic için tam 72 gün savaşan DAİŞ, 5-6 saatte Cerablus'u terk etti. Ne zafer ama!

Ancak bu 'zaferin' faturası çok ağır olacak.

Erdoğan tüm umutlarını başından itibaren ilişki içinde olduğu ve desteklediği DAİŞ'e bağlamıştı. Onun umutlarını Kobanê direnişi yerle bir etti. Beklediği 'düştü, düşecek' gerçekleşmedi. Tam tersi oldu. YPG-YPJ güçleri, Kürdistan halkı amansız bir direniş sonucu DAİŞ'i Kobanê'den söküp atmakla kalmadılar. Aynı zamanda ona ölümcül, stratejik bir darbe vurdular.  DAİŞ, Kobanê sonrası belini bir türlü doğrultamadı. İşgal ettiği bir çok yerden sökülüp atıldı. Minbic zaferi bunun en son halkasıydı.

Suriye'de Kürtlerin alın terleriyle kazandıkları mevziler ve oluşan 'de facto' Rojava statüsü en çok Erdoğan'ı rahatsız etti. Bu nedenle son aylarda, hatta son günlerde küresel ve bölgesel güçlere neredeyse yalvar yakar bir duruma geldi. 

Çünkü Erdoğan, 'derin stratejinin' yol açtığı 'derin yalnızlıktan’ kurtulmak istiyor. Derin stratejinin temelini ise Kürt inkarı oluşturuyordu.

Tunus’ta başlayan ve çok kısa bir sürede bütün Arap ülkelerini etkisi altına alan, yıkıcı sonuçları olan ’Arap Baharı’ 2011 yılının başlarında Suriye’ye ulaştığında, Erdoğan, kendisine gün doğduğunu düşünmüş ve hızla ülkenin iç işlerine müdahaleye başlamıştı.

Bu müdahalenin iki temel ayağı vardı:

Birincisi Suriye’de baş gösteren kaos ve iç savaş ortamının da Kürtlerin statüko elde etmelerinin önüne geçmek. İkincisi ise, Şam rejimini yıkmak ve yerine kendi ideolojik kodlarına yakın Selefist bir yönetimi işbaşına getirmek.

Bu 'derin strateji' sadece söylemde kalmadı. Türk devleti fiili olarak Suriye’ye müdahale etti. El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra başta olmak üzere, bütün radikal gruplara destek verdi. Öyle ki süreç içinde bu destek kendisine İslam Devleti diyen küresel çapta örgütlü DAİŞ çetesiyle sıkı-fıkı ilişkilere kadar vardı.  Sonuçta DAİŞ, Erdoğan'ın boynuna asılı bir değirmen taşına dönüştü.

Buna karşın Erdoğan ve Türk devleti Kürtleri, özelliklede Rojava Kürdistanı’nı en büyük tehlike olarak adetti. Beşar Esat ise ikinci sırada ‘düşman’ olarak tanımlandı.  Şimdi o da 'ikinci düşman' olmaktan çıktı. Kala kala TC'nin tek düşmanı Kürtler kaldı.

Türk devleti Kürt düşmanlığı üzerinden Suriye özelinde izlediği ve içte büyük kırılmalara yola açan bu politikası onu dünyada ‘değerli yalnızlığa’ mahkûm etti.  Tüm dünyada Türk cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi DAİŞ lideri Ebu Bekir el-Bağdadi ile birlikte anılmaya başlandı. Dünya kamuoyu çoğu kez Erdoğan’ı DAİŞ lideri olarak belledi.

Erdoğan’ın DAİŞ çetelerinin Şengal saldırısı, Êzidî katliamı ve sonrasında Kobanê’yi kuşatmaları döneminde izlediği politika bardağı taşıran son damla oldu. Bizzat Türkiye’nin NATO içindeki müttefikleri, özellikle ABD bu politikadan, daha doğrusu Erdoğan’ın ’DAİŞ’e duyduğu hayranlıktan ve verdiği destekten rahatsız olduğunu defalarca dile getirdi.  ABD-Türkiye ilişkilerinde görülmemiş ciddi bir kriz yaşadı. Bu kriz halen devam ediyor.

Garip bir tesadüf olsa gerek. 'Cerablus operasyonunun' başladığı gün Türkiye'yi ziyaret eden ABD başkan yarımcısı Joe Biden açıktan Türk devletinin DAİŞ'i desteklediğini ilan etmişti. DAİŞ, petrolunun Türkiye üzerinden dünya piyasalarına açıldığı ilk söyleyen de yine ABD oldu.

Paris ve Brüksel katliamlarını gerçekleştiren DAİŞ elamanlarının Türkiye'yi en kullanışlı güzergah olarak kullandıkları ortaya çıktığında artık hiç kimsenin DAİŞ'in patronlarından birisinin Türkiye olduğuna şüphesi kalmadı.     

Bu işbirliğinin bilindiği adeta Türk devletinin yüzüne okundu. Herkesin hatırlamasın da bir kez daha yarar var. 7 Ocak 2015 günü Paris'te ünlü mizah dergisi Charlie Hebdo'nun DAİŞ çeteleri tarafından basılması ve 11 yazar-çizerinin infaz edilmesi sonrası düzenlenen ve dünya liderlerinin katıldığı gösteride dönemin TC başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun içine düştüğü trajikomik durum bu beyanın sonucuydu. Fransa cumhurbaşkanı François Hollande yürüyüşe katıla tüm liderlerin elini sıkmış, sarılmış ve öpmüştü. Tek sarılmadığı, hatta elini sıkmaktan dahi imtina ettiği lider ise Davutoğlu'ydu.  Verilen mesaj çok netti: ''Biz sizin DAİŞ ile ne haltlar çevirdiğinizi biliyoruz.''

Bunun üstüne birde Rusya'nın Birleşmiş Milletler Örgütü'ne taşıdığı Türkiye-DAİŞ işbirliğini konu eden oldukça kalın bir dosya geldi.  Rus savaş uçağının düşürülmesi de bunun tuzu biberi oldu.

En son Almanya Haber Alma Örgütü BND’nin Federal Parlamentoya sunduğu rapor patladı. Raporda çok net olarak Türkiye'nin radikal Selefist örgütlerin '‘eylem platformuna’’ dönüştüğü dile getiriliyor.

Erdoğan şimdi boynuda asılı duran bu değirmen taşından kurtulmak veya kurtulmuş gibi yapma çabası içinde. YPG-YPJ’nin belkemiğini oluşturduğu Demokratik Suriye Güçleri’nin desteklediği Minbic’i özgürleştirme operasyonun başarıyla tamlanması Türk devletini yeni arayışlar iten önemli bir gelişme oldu. Bu nedenle ilk önce İsrail, daha sonra Rusya ile normalleşme görüşmeleri yapıldı. Çok önceleri başlayan gizli Şam görüşmelerine ise hız verildi. Diplomatik-siyasi alandaki bu girişimlere şimdi yeni bir halka ekleniyor: Cerablus devri teslim ediliyor.

Türk devleti, Erdoğan sanıyor ki herkesin başı kendi kontrol ettiği medya gibi kumun içinde duruyor. Bu nedenle danışıklı bir operasyonla Cerablus'u DAİŞ'ten alma Erdoğan'ı ve Türk devletini temize çekmez. Olsa olsa başka bir bataklığa çeker. Hem de boynunda taşıdığı, belki de hayatının sonuna kadar ona mahkum olduğu DAİŞ adlı değirme taşı ile birlikte.