Benlisoy: Moral yükseltecek mevzileri oluşturmalıyız

Araştırmacı-Yazar Benlisoy, AKP/Saray'ın Kürtlere, HDP ile muhataplarına dönük "siyasal kırım"a başvurduğuna dikkati çekti. Rejimin gücünü olduğundan fazla gösteren bir yaklaşımdan uzak durulmasını önerdi.

Araştırmacı-Yazar Benlisoy, AKP/Saray'ın Kürtlere, HDP ile muhataplarına dönük "siyasal kırım"a başvurduğuna dikkati çekti. Rejimin gücünü olduğundan fazla gösteren bir yaklaşımdan uzak durulmasını öneren Benlisoy, “Toplumsal muhalefet güçleri açısından mevcut geri çekilişi belli bir vadede tersine çevirecek, bir ‘saldırıyı’ mümkün kılacak, kısa vadede hiç değilse mevcut moral dağınıklığı tersine çevirecek mevzileri bugünden oluşturmak gerekiyor" diye konuştu.

Araştırmacı-Yazar Foti Benlisoy, HDP’ye yönelik "darbe yasası", soykırımcı saldırılar ve çözüme ilişkin sorularımızı e-posta yoluyla yanıtladı...

'KÜRTSÜZ ÇÖZÜM VE SİYASAL KIRIM!'

HDP'nin, AKP, CHP ve MHP ortaklığıyla Meclis'ten 'atılıp' yargı önüne çıkarılmaya çalışılmasını nasıl okuyorsunuz?

Daha dokunulmazlıklar meselesi gündeme gelmeden dahi HDP bir gözaltı-tutuklama kampanyasıyla, bir “siyasal kırımla” fiilen işlemez hale getirilmeye çalışılıyordu. Bu “siyasal kırım” tabiri bir abartı sanılmasın. Erdoğan’ın sevdiği tabirle “literatürde”, baskı altındaki bir topluluğun, halkın ya da grubun siyasal, kültürel, entelektüel vs. lider grubunun ya da potansiyel liderliğinin imha ya da tasfiyesine “siyasi-kırım” (politicide) deniyor. 

Esas olarak “cinai temizlik” yöntemlerine başvurulmadan, yani açık şiddet yoluyla değil de itibarsızlaştırma-gözaltı-tutuklamayla yöntemiyle hayata geçirilen bir tasfiye pratiği bu. Bununla Kürtlerin siyasal, toplumsal, moral ve kültürel alanlarda liderlik edebilecek geniş kadrolarının, yani Kürt meselesini “hikmet-i hükümet”ten farklı bir biçimde ortaya koyup siyasallaştıracak kesimlerin ortadan kaldırılması, pasifize edilmesi amaçlanıyor. Dokunulmazlıklar meselesini birincisi bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Konunun Meclis'in paralize edilerek “başkanlık” rejiminin önünün açılması gibi boyutları elbette söz konusu. Meselenin bu boyutuna dair çokça yazıldı çizildi zaten. Bu vurgu haklı olsa da dokunulmazlıkla tartışmasının bağlı olduğu daha geniş “siyasal kırım” zeminini atlamamak gerekiyor.

Erdoğan ve müttefikleri sadece Kürt meselesi etrafında siyasal söz söyleyen insan kümelerini hedef almıyor, neredeyse bütün Kürt siyasallaşma biçimlerini, Kürt halkının talepleriyle oluşturulan siyasal alanı parçalamaya girişiyor. Kürt sorununun herhangi bir veçhesinin kendi haricindeki düşünülme ve anlamlandırılma, dolayısıyla da siyasallaştırılma biçimlerini bir bütün olarak “terörizm” ile özdeş kılarak siyasal alanın dışına atıyor. Yani sadece Erdoğan’ın “başkanlık” hayalleri ve o hayaller yolunda Meclis'i “Saray” için adeta çekirdeksiz üzüm haline getirmek için geliştirdiği taktiklerle açıklanabilecek bir durum değil, bu. Çok daha kapsamlı bir stratejiyle, devlet içerisinde farklı fraksiyonların da parçası olduğu, Kürt meselesini Kürtsüz “çözmeye”, daha doğru tabirle başta HDP bütün muhatapları kriminalize ederek “hal etmeye” yönelik bir planla karşı karşıyayız.

Hitler de Almanya’da meclisi devre dışı bırakmıştı. Böyle bir karşılaştırmanın anlamı var mı?

Tarihsel analojiler kurmak, yani günümüzde olup biteni yakın ya da uzak tarihte yaşananların ışığında değerlendirmek, deneyimin imbiğinden geçirmek elbette önemli. Ancak bu hususta dikkatli olmak, tarihsel mukayeseye teslim olarak hâlihazırda var olan siyasal ve sosyal güçler dengesine dair yanlış çıkarımlarda bulunmamak da elzem. Hitler şansölye olduktan kısa zaman sonra meclisi (Reichstag) fiilen devre dışı bırakacak olağanüstü yetkilere (yine meclis oyuyla) kavuşmuştu. Hitler 30 Ocak’ta şansölye olmuştu. 24 Mart 1933’te mecliste gerçekleşen oylama sonucundaysa Hitler’in ülkeyi Reichstag’a bağlı olmadan yönetmesini sağlayacak dört yıllık bir olağanüstü hal kararnamesi çıkartılır. Dokunulmazlıklarla ilgili anayasa değişikliği söz konusu olduğunda bizde gündeme getirilen tarihsel örnek bu.

Meclisin kendi oyuyla kendi kendini paralize etmesi anlamında elbette bir kıyaslama söz konusu olabilir. Ancak bir hususta dikkatli olmak gerek. Hitler’in ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin Alman devlet aygıtına neredeyse bütünüyle ve bu kadar hızlı (söz konusu kararname çıktığında Hitler daha ancak iki aydır iktidardaydı) el koymasını sağlayan şey, faşizmin paramiliter aygıtının gücüydü. Nazizim daha iktidara gelmeden sokakta iktidar olmuş, sayısı on binleri bulan bu ordulaşmış sokak gücüyle her türlü muhalefeti bastırıp sessizleştirmekte daha hükümete gelmeden ciddi mesafe katetmişti. Biraz önce bahsettiğim düzenleme mecliste oylanırken Reichstag zaten Nazi paramiliterlerinin kuşatması altındadır ve Hitler de bu durumun verdiği güvenle mecliste vekilleri, “savaşla barış arasında karar verme yükümlülüğü sizde beyler” diye tehdit eder. Nazizmin sadece meclisi devre dışı bırakmasını değil, bütün bir devlet aygıtını teslim almasını sağlayan bu güçler dengesidir. Türkiye’deki durum bundan bir hayli farklı. Erdoğan bir Hitler kadar güçlü değil.

AKP toplumsal muhalefet güçlerini önce 10 Ekim-1 Kasım aralığında, seçim sonrasındaysa art arda gelen şok taarruzları ve savaş siyasetiyle paralize etmeye muvaffak olmuşsa da ne devlet içinde ne de toplumsal düzeyde 1933 sonrası Hitler misali bir mutlak iktidara kavuşmuş olduğunu söylemek güç. Bir örnekle izaha çalışayım. Hitler, kendisine bağlı “aşağıdan” kitlesel tedhiş hareketinin yarattığı güç ve hatta pazarlık payıyla orduyu kendine bağlamakta başarılı olur. İktidara gelişinden bir sene sonra Alman ordusunda Nazi sembolleri kullanılmaya, hatta askerler Hitler’e kişisel bağlılık yemini etmeye başlar. Ordu içerisinde Hitler’in kimi tercihlerine dönük bazı homurdanmalar söz konusu olsa da ordu komuta kademesinden Hitler’e karşı örgütlü bir direnişin gelmesi için ta 1944 yılını, yani neredeyse savaşın sonunu beklemek gerekecektir.

Dünya savaşında yenilginin neredeyse kesin olduğu bir dönemde, “20 Temmuz komplosu” olarak bilinen olayda, ordu komuta kademesinden bir grup Hitler’i öldürerek iktidara el koymaya çalışır ancak başarısız olur. Yani ordu, neredeyse sonuna kadar Hitler’in yanında olacaktır. Türkiye’ye dönersek Erdoğan’ın orduyla ittifakında bu kadar güçlü olduğu kanaatinde değilim. Çok daha pürüzlü, karşılıklı tavizleri gerektiren ve çatışmaya gebe bir ortaklık ilişkisiyle, Erdoğan’ın bir Hitler kadar kontrolü ele alamayacağı bir partnerlikle karşı karşıyayız. Bu hususlar detay gibi gelebilir. Ancak siyaset güç dengelerinin dikkatli ve hassas bir değerlendirmesine dayanmalı. Erdoğan’ı Hitler ile benzeştirmenin ajitatif değeri ne olursa olsun karşı karşıya olduğumuz durumu olduğundan daha da vahim göstermenin, “düşmanı” olduğundan daha güçlü saymanın bir katkısı değil zararı olduğunu düşünüyorum. 

NE YAPMALI?

HDP bu saldırıları nasıl bir manevrayla bertaraf edebilir?

Çok zor bir durumla, ciddi bir baskı ve tedhiş dalgasıyla karşı karşıya olsa da hadiseler HDP’yi kendi iradesinden bağımsız olarak adeta bir “ana muhalefet” konumuna sürükleyebilir. HDP’nin manevra alanı ciddi ölçüde daraltılmış olsa da mevcut koşullar onu kendi politik ve örgütsel kapasitesinin ötesinde görevlerle karşı karşıya bırakıyor. Savaşın başkanlık rejiminin inşasında temel kaldıraç halini almış olması, savaş ve rejim tartışmalarını iç içe geçiriyor. Birine karşı gelmeden diğerine karşı gelmenin mümkünatı olmadığı giderek daha açık bir biçimde anlaşılıyor. CHP’nin dokunulmazlıklar konusunda aldığı tavır bunun işaretiydi.

Dolayısıyla HDP bütün tehdit ve sindirme politikalarına karşı darlaşmazsa, “batıya” da hitap edebilme kabiliyetini yitirmezse, tam da iktidarın isteyeceği şekilde “bölge partisi” konumuna gerilemezse potansiyel olarak mevcut karanlığa karşı daha geniş kitleler nezdinde bir seçenek halini alabilir. Bunun gerçekleşmesinin, hele hele mevcut savaş koşullarında söylendiği kadar kolay olmadığının elbette farkındayım. Suruç’tan itibaren başlayan süreç Fırat’ın batısıyla doğusu arasında mümkün olabilecek her temasın kesilmesini hedefliyordu zaten ve siyasal iktidarın bu yönde ciddi bir mesafe katettiğini, bunu bir ölçüde başardığını da itiraf etmek gerekiyor. Ancak HDP açısından rejimin dayattığı marjinalleştime-köşeye sıkıştırma politikalarından sıyrılmak ancak “ileriye doğru kaçmak” diye tarif edebileceğim bir tutumla mümkün olabilir.

Başkanlık rejiminin yerleştirilmesinin HDP’nin fiilen işlevsizleştirilmesi ya da ciddi biçimde geriletilmesiyle birlikte ya da onun aracılığıyla gerçekleştiriliyor olması, bu konuda tersinden bir alan yaratıyor. Yani HDP, tüm zor koşullara karşın savaşla yeni rejim arasındaki ortakyaşarlığa vurguyla bir kanal açabilir. Ancak kendi ev ödevimizi yapmadığımız koşullarda HDP’den mucizeler beklemek de abes. Fırat’ın batısından bir sosyalist olarak, “batıda” toplum nezdinde tanınır ve belli oranda kitlesel bir barış hareketi yaratamamış olmamızın HDP’nin işini ciddi bir biçimde zorlaştırdığını itiraf etmek durumundayım.    

AKP/Saray'ın ırkçı-milliyetçi çevrelerle, Ergenekoncularla bir ittifak halinde olduğu görülüyor. Bunlar, neler yapmayı gerektiriyor; muhalifler nereden başlamalı?

İçeride doğrudan, dışarıda (yani Suriye’de) ise şimdilik vekiller aracılığıyla sürdürülen savaş, Erdoğan-AKP’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi krizi aşmasında belirleyici oldu. AKP savaş aracılığıyla “devlet” katında yeni tutamaklar buldu; toplumsal düzeydeyse “millilik” ve “yerlilik” gibi temalar etrafında örülen yeni bir “bütünleştirici” ve seferber edici üst anlatıyı gündeme getirdi. AKP ile ordu arasındaki ittifak elbette çelişki ve ihtilaflardan azade değil. Ancak Erdoğan ile güvenlik bürokrasisi arasındaki potansiyel çelişkilere ya da AKP içi ihtilaflara bel bağlamak, hele hele Erdoğan’ın uluslararası planda yaşadığı itibarsızlaşmadan medet ummak akıl kârı değil. Rejim bütün bu çelişkilere rağmen pekâlâ ve uzun süre ayakta kalabilir.

Açıkçası mevcut toplumsal güç ilişkilerinde kısmi de olsa bir dönüşüme yol açmadan siyasal güç dengelerinde dikkate alınır bir değişme yaşanması zor. AKP sınıf çelişkilerini “kültür savaşlarına” tahvil ederek birleşmesi gerekenleri (emekçiler) bölmek ve ayrılması gerekenleri (emekçilerle sermaye) birleştirmekte çok başarılı. Bizler açısından kritik olan, Erdoğan’ın kendi oluşum halindeki kişilik kültü etrafında bir araya getirebildiği toplumsal blokta çatlaklar oluşturmak, AKP tabanının hiç değilse küçük bir bölümünün “tarafsızlaşmasına” neden olabilmek.

7 Haziran’da kısmen de olsa başarılmış bir şeydi bu. Dolayısıyla mevcut iktidar bloğuna karşı sınıf içeriği belirsiz kalan her itiraz, her birlik girişimi daha baştan mevcut siyasal denklemi kabul etmek, sınırları baştan çizilmiş o alanda top koşturmak anlamına geliyor. Önümüzdeki dönem bir tür demokrasi cephesinin kurulması doğrultusunda çokça tartışma olacağı anlaşılıyor. Siyasal iktidarın pervasızlığı, fiili bir ara rejimle karşı karşıya oluşumuz itibariyle birleşik cephe taktiklerinin gündeme gelmesi elbette doğal ve anlaşılır. Ancak sadece siyasal üstyapıya odaklanacak, sadece rejim tartışması düzeyinde kalacak ve sınıflar arası güçler dengesinde ezilenler lehine bir kaymayı gerçekleştirmeye soyunmayacak cephe ya da birlik girişimlerinin ufku da ömrü de sınırlı olacaktır.

'REJİMİN GÜCÜNÜ OLDUĞUNDAN FAZLA GÖRMEMELİYİZ'

Kürdistan'daki savaş, AKP'nin son kongresi ve Erdoğan'ın başkanlığında başkanlığa 'ilerleyişi' ve mülteciler sorunu... Böylesi bir tablo geleceğimize dair nasıl ipuçları veriyor?

Yakın geçmişi hızlıca unutarak sadece bugün yaşadığımız bir dizi felakete odaklanmak bizi siyaseten felç eden bir karamsarlığa sürükleyebilir. AKP toplumsal muhalefet güçlerini paralize etmeyi başarmış ve bu anlamda siyasal bir reaksiyon döneminde olsak da rejimin gücünü olduğundan fazla gösteren bir yaklaşımdan uzak durmalıyız. Faşizm gibi kesin, geri döndürülemez bir yenilgiyi imleyen mukayeselere mesafeli yaklaşıyor olmamın bir nedeni de bu.

Toplumsal muhalefet güçleri açısından mevcut geri çekilişi belli bir vadede tersine çevirecek, bir “saldırıyı” mümkün kılacak, kısa vadede hiç değilse mevcut moral dağınıklığı tersine çevirecek mevzileri bugünden oluşturmak gerekiyor. Yanlışlarımızdan ders çıkarabildiğimiz, onlarla kolektif bir biçimde yüzleşebildiğimiz ölçüde bugünün kısmi mağlubiyetlerini geleceğin zaferlerinin yeşerebileceği toprak haline getirebiliriz. “Canavarın” zayıf yanını, onun birleştirilemez olan toplumsal sınıfları bütünleştiriyor olmasını hedeflemeliyiz. Kiralık işçiliği dahi büyük ölçüde sessizlikle geçiştiren bir muhalefet, Saray’ın siyaset alanını belirlemek adına koyduğu sınırlara, toplumsal-sınıfsal olanı depolitize etmesine riayet ediyor demektir. Oyunun kurallarının değişmesi için zorlamak, siyaseten görünmez kılınmaya çalışılan meseleleri yeniden siyasallaştırmak, bu yolla AKP/Erdoğan’ın dayattığı siyasal saflaşmaların ötesine taşmak şart. Ancak bu yolla o bugün sarsılmaz görünen iktidar bloğunun yaslandığı toplumsal zeminde küçük ama gelecekte büyük sarsıntılara gebe gedikler açılabilir.