Barikatın arkası varlık, önü yokluktur…-Özgür Amed

Halkın kin ve nefret harcıyla yoğrulmuş, öfkenin mucizesinden inşa edilen bu iki barikat niye kurulmuştu?

Tarihin o ana dek görüp görebileceği ve tarih felsefesi içinde sınıflandırılması çok zor olan iki büyük barikat neden kurulmuştu? 

Halkın kin ve nefret harcıyla yoğrulmuş, öfkenin mucizesinden inşa edilen bu iki barikat niye kurulmuştu? 

Bu iki barikattan birincisi Saint – Antoine mahallesinin girişini, ikincisi ise Temple mahallesini korumaktaydı. Bu iki dev barikat, can çekişen sonsuz bir acının ve yıkıma götüren sinsi – aleni tehlikelerin, yılgınlıkların, felaketlerin, kara cahilliklerin, dipsiz karanlıkların önüne geçmek ve özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkelerini umut ile yoğurmak için yükselmiştiler. Saint – Antoine evlerin üçüncü katlarına kadar yükseliyor ve ölçüsüz büyüklüğü ile görenleri şaşırtırken, genişliği iki yüz elli metreyi buluyordu. Yükselen bedeni ile ayaklanmış bir devi andırdığı söylenir. Bu ana barikatın gerisinde, sokakların derinliklerine doğru art arda on dokuz barikat daha sıralanıyordu. Bu iki barikatın gövdesini, dilencilerin bile almaya tenezzül etmeyeceği, içlerinde hem öfke hem de hiçlik barındıran o bin bir çeşit yoksulluk nesneleri, sökülmüş bacalar, masalar, sıralar ve avazı çıktığı kadar uluyan, inleyen bir kargaşa oluşturuyordu. Yani her şey silah olarak kullanılıyordu bu barikatlarda. Bu barikatların ardında halkın sesi Tanrı gibi çıkıyordu. Çünkü bu görkemli moloz küfeleri aynı zamanda Sina dağını andırır.

Temple barikatını sadece seksen kadar direnişçi korurken, saldıran asker sayısı on bindir. Bu bir avuç insan özgürlüğü bir doruk eşitliği, onun temeli olarak görüyorlardı. “Ey yurttaşlar! Bütün bitkilerin aynı düzeyde olması anlamına gelmez eşitlik; büyük ot demetleriyle küçük boy ağaçlardan oluşan bir toplum anlamına gelmez; eşitlik, birbirini boğazlayan bir kıskançlıklar komşuluğu değildir. Eşitlik, siyasal açıdan, bütün oyların aynı ağırlığı taşıması; dinsel açıdan, bütün vicdanların aynı hakka sahip olması; toplumsal açıdan da bütün yeteneklere aynı gelişme olanağının tanınması demektir. Eşitliğin bir organı vardır; parasız ve mecburi öğrenim. Okuma yazma öğrenme hakkı. İşe buradan başlamak gerekiyor… “Eşit toplum istiyoruz” diye bağırıyorlardı o barikat ve hendeklerden. Artık kıtlıktan, sömürülmekten, yoksulluk sonucu fuhuştan, işsizlik sonucu sefaletten, darağacından, hançerden, savaştan, olaylar ormanında keyfi eşkıyalıktan bıkmışlardı ve onlara dur demek istiyorlardı. Barikatların yükselen her katı tüm bu gerekçe ve gerçeklere denk geliyordu. Ruh, gerçeğin çevresinde dönmelidir. Gaddar iktidarın değil. Bu ruh hakikate, halkların birliğine, insanların bütünlüğüne gitmelidir.

Direnişçilerden Enjolras, düşman saldırısının şafağında barikatların ardındaki felsefeyi, düşünceyi, hakikatı haykırıyordu: “Burası düşünenlerle acı çekenlerin birleşme yeridir; Bu barikat ne taşla ne kirişle, ne de demirle yapıldı; iki yığından yapıldı: bir yığın düşünce, bir yığında acı… Sefalet burada ideal ile karışır. Burada gündüz geceyi kucaklar: ‘Seninle birlikte öleceğim, sen de benimle birlikte yeniden doğacaksın’ der. Büyük üzüntülerin kucaklaşmasından inanç fışkırır. Acılar buraya can çekişmelerini, düşünceler de ölümsüzlüklerini getirdi. Bu can çekişmeyle ölümsüzlük karışacaklar ve bizim ölümümüzü meydana getirecekler. Kardeşler, burada her ölen, geleceğin parıltısı içinde ölür; bizler şafak dolu bir mezarın içine giriyoruz.”

Görüldüğü üzere bir barikatı savunan duygular ve tutkular kargaşası içinde her şey vardır. Kahramanlık, gençlik, adanma, şeref, heyecan, inanç, inat ve elbette parıltılı umut, umutlar…

Çok geçmeden saldırı başlar. Hücum borusunun çalmasıyla ordu barikata saldırır. Güçlü piyade kolu, milli muhafızlar, şehir muhafızları, baltacı erler ve daha pek çok takviye birliği ile mermi yağmurun altında dosdoğru barikata saldırırlar. Direnişçiler, vahşete kadar dayanacaklarını kararlaştırmışlardı. Öyle de olacaktı. Saldırının ardı arkası kesilmiyor, dehşet gittikçe artıyordu. İşte o zaman bu taş yığını üzerinde, bu barikatlara uygun bir savaş başlar. Bu solgun çehreli yorgun, yirmi dört saatten beri yemek yememiş, uyku uyumamış, ancak birkaç el ateşi kalan hemen hepsi yaralı, başı ya da kolu pas lekesi içinde, rengi karaya çalan bir bezle sarılı, elbiselerinde kan akan delikler bulunan, kötü tüfeklerle, ağzı çentikli eski kılıçlarla yarım yamalak silahlı adamlar, birer dev kesildiler. Barikata on defa yaklaşıldı, sarıldı, üzerine tırmanıldı; ama ele geçirilemedi asla. Altmışa karşı bir kişiydiler. Göğüs göğüse, adım adım, kılıçlar, tabancayla, yumrukla; her yandan, evlerin damından, pencerelerinden, bodrumlardan vuruşuyorlardı. Silahlar tükenince taşlara sarılırlar. Askerleri fena halde öfkelendiren taş yağmuru; tavan arasından, bodrumdan açılan ateş; saldırının şiddeti, savunmanın öfkesi, kapı kırıldığında şiddetli öldürme delilikleri… Hepsi tamamdır.

Direniş çok çetindir ve ortada iki taraf içinde bir af söz konusu değildir. Hiçbir anlaşma olanağı yoktur. Barikatın ardı canını ortaya koyduğu için ölmek ister. Teslimiyete yer yoktur, olamaz. Düşman “Teslim olun” dediğinde, gerekirse toplara karşı bıçakla savaşma kararlılığı gösterilir. Sonuç olarak direnişçiler şunu belirtir :“Bugün bizim burada yapacağımız, bozguna da uğrasak, zafere de ulaşsak, bir devrimdir.” Barikatların ardı doğru bir devrim yaptıklarına inandı. Bundan ötürü hiç pes etmediler. Yüzyıllar önce “siyasal açıdan bir tek ilke vardır; o da insanın kendi üzerindeki egemenliğidir. Bu egemenliğin adı da özgürlüktür” diyerek temel ölçüyü belirlediler. Halk mücadelesinin, düşman gerçekliği karşısındaki bu ölçüsü koca bir miras olarak hor görülen toplumların omuzunda hala yükselmeye devam ediyor…

***

168 yıl sonra…

Yine tüm sokaklar kapalı. Öfke kendini tüm sokaklara taşırmış. Büyük bir kavgadan, direnişten kalan toz tanecikleri havada asılı kalıp bugüne yetişmişti. Braudel’in “olaylar tozdur” tezi doğrulanıyor burada. Çünkü onun bu düşüncesinde olaylar, tarihin gelecek görüntüsüne de ışık tutar, tozlandırır. Yani Saint – Antoine anlaşılmadan Sûr anlaşılmaz. Temple görülmeden Cîzre, Nusaybîn eksik görülür. Doğru görmeyeni, anlamayanı o “tozlar” boğar. Boğazına, gözüne toz kaçan birinin söyleyecekleri de eksik kalacaktır. Toledo’dan geri dönecektir. 

Tarihin tekerrür ettiği doğru ama her tekerrür, kendi döneminin özgünlüğü, ruhunu ekleyerek oluşa zorlar.

Camponella 17.yy’da yazdığı ütopik eseri Güneş Ülkesinin savunma sistemini hendeklere  bırakır. Avrupa’nın kaderini değiştiren, demokrasinin köklerini eken ve Napolyon’u durduran savaş olarak tarihe geçen Waterloo savaşında Napolyon’un kaybetme sebebi göremediği ve askerlerinin içine düştüğü hendeklerdir. 19.yy’ın son yarısında başta Fransa olmak üzere tahakküm ilişkileri, kafese alınmak istenen toplum gerçeği barikatlardan döndü. Yükselen barikatlar özgürlük meşalesini de gürleştiriyordu. Haliyle sahte bir anakronizme gerek yok.

Sömürülmekten, ahlaksızca dayatılan ikiyüzlü savaş politikalarından bıkmanın, yeni bir dil kurmanın, yeni bir insan olmanın, siyasetin arayışıdır bugünkü direniş. Zalime karşı direnildiği ve zalimin zulmü her anlamıyla çıplak olduğu için bir taş bile atan yücedir bu kavgada. Bunu en iyi Francisco de Goya ifade etmiştir. “3 Mayıs Katliamı” adlı ve 1814 tarihli tablosundaki kurşuna dizilme sahnesidir söz konusu hakikat. Sıraya geçip tüfeklerini esir aldıkları direnişçiye ateş edecek olan askerler, karşılarında dizini çökmüş ama diz çöktüğü halde ayaktaki askerlerden daha büyük görünen beyaz giyimli direnişçi, Goya’nın o dönemki savaşa da cevabıdır. Büyüklük sayı ile değildir. Cizre’ye on – on beş bin asker girdi. Karşılarında 70 – 80 genç olduğu söyleniyor. Kim burada daha büyük? Hayatı savunan mı yoksa ölüm makineleri mi?

Barikatların ardını küçümseyenler, oradan öldürme pratiğini meşrulaştırmak için her türlü taklayı atan kirli savaş borazanları, oranın bir “varlık” sahası olduğunu çok iyi biliyor. Hendeğin, barikatın arkası varlık, önü yokluktur. Tüm mesele bu kadar net iken kem kümlü, ikircikli, liberallikten öldü ölecek yaklaşımların politik – ahlaki tek bir noktası yoktur. Hegel “Varlık, varlıktır” der. Varlığı bu durumda, tanımda düşünceden, soyutlarsak yokluğa varırız. Var olanı alırsak boşluk doğar. Mutlak aklın (Geist) sınırlarındaki varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa geçiş bir değişimi işaret ediyor. Bu geçiş oluştur. Oluş varsa varlık vardır. Buradan hareketle, sokağın diyalektiğinde hendekte kalmanın “var olmakla” ince değil gayet kalın bir ilişkisi vardır. İşlevsel olarak tekabül ettiği varlık, birey olarak Kürt varlığıdır. Hendeği içeriğinden soyutlar, barikatları kaldırırsak geriye devlet şiddeti kalır. Devlet “yokluk, yok etme” üzerine kurulu bir ideadır. Çünkü mayası şiddettir. Bu şiddet bugün yok ediyor… Peki siz var olmak için ne yapardınız? Toparlarsak, S.Antoine ve Temple örneklerinde olduğu üzere, barikatlar daha doğru tabir ile öz savunma; tarihsel bir öznellik arayışının, kolektif bir bilinç arzusunun, donmamış bir kimlik tahayyülünün sonucudur. Bu sonuç, yarın çok başka fragmanlarda da tekrar edebilir.

Sûr, Nisêbîn, Cizîr, Gever, Lice ve daha pek çok yer, “düşünenlerle acı çekenlerin birleştikleri yerlerdir.” Başta kendileri olmak üzere beş bin yıllık merkezi uygarlık hegemonyası ile sorunları var. Bu sorun ancak kabul etme, eşitlik ilkeleri ve kültürel varoluş imkanları çerçevesinde çözülür. Ulu Camii’nin minarelerinden “Teslim olun. Kardeşçe yaşamak için teslim olun” demekle çözülmez. Teslimiyet kişilik tahribatıdır, kimyasal bir süreçtir ve bu soyluluğa erişenlerin  akşam bültenlerinde aydın sıfatı ile görkemli utançlarına zaten aşinayız.

Tüm bu olup bitenlerin ve herkesçe görünen gerçeklerin ortasındaki “direniş hiyerarşisi” çabaları gerçekten ilginç. Bu durum sosyolojik – yapısal bir durum değil, artık patolojiktir. İki ayını deviren görkemli bir insanlık savaşının esamesi pek okunmaz, hakkı tam verilemezken, anlatılmayıp tam olarak destek verilmezken bunun tekrar gösterdiği bir direnişi kategorize etme durumunun da açığa çıktığını düşünmekteyim. Mekan/topos Kürdistan olunca “amalı” cümleler çoğalır. Bekleme durumu tercih edilir. Temkinlilik üst seviyeden seyreder. Çünkü Kürt yapamaz. Direniş çok büyük, kesin vardır bir hinlik. Hatta kesin işin içinde “Sırplar” vardır…

Sonuç olarak, son otuz yıldır dağları düzleştirmek hayali ile yanıp tutuşanlar, teselliyi yoksulların evlerini düz etmekle buluyor. Topu, tankı, teknolojisi ile varabildiği yer koca bir sığlık koca bir hiçlik. Siyaset deyince tasfiye, barış deyince teslimiyet, diyalog masası deyince master plan masası, yaşam deyince ölümü anlayan ürkütücü bir sığlık… Şairin deyimi ile “Halkı dizleri üzerinde görme isteği” gerçekleşmeyecek. 

Dün öyleydi, bugün de öyle olacak.

Saint – Antoine ve Temple’nin ruhu Sur ve Cizre’de dolaşıyor. Buradaki ruh yarın başka barikata taşınacak. 168 yıl öncenin ifadeleri ile tekrarlarsak, Kürdistan sokaklarındaki bu direniş zafere de ulaşsa, bozguna da uğrasa bir devrimdir.

Not: S. Antoine ve Temple barikatları hakkındaki kaynakça Victor Hugo “Sefiller” eseridir.